• Sonuç bulunamadı

Tezimin erken aşamalarında Osmanlı-Türk cinsel modernliğini ve özellikle de aşk ve erotizmin heteronormalleşmesi sürecini açıklamamı sağlayacak kurucu bir an arayışı içine girdim. Bu arayışım biraz da Foucault’nun yukarıda alıntıladığım tespitinin ve bu tespitin izinden giden toplumsal inşacı tarihsel çalışmalarının etkisi altında şekillenmişti.

Çalışmam ilerledikçe dönüşümün tek bir kırılma anı sonucunda yaşanmadığını ve çok daha uzun bir döneme yayıldığını gördüm. Bu doğrultuda dikkatimi erken modern dönemde yaşanan siyasal, kültürel ve toplumsal dönüşümlere yönelttim.

Dönüşümün izlerini daha erken dönemlerde sürmeye yönelmemi sağlayan şeylerden biri de Osmanlı tarihini yükselme-duraklama-gerileme kuramı çerçevesinde ele alan tarihyazımına yöneltilen eleştiriler oldu. Zira söz konusu kuram, yalnızca Osmanlı tarihinin karmaşık dinamiklerini son derece basit bir şemaya indirgemez, aynı zamanda on dokuzuncu yüzyılda yaşanan modernleşme sürecini imparatorluğun kendi dinamiklerinden kopuk, tamamen dışsal öğelerin kabul edilmesi/dayatılması olarak okur. Gerileme kuramının giderek daha fazla sorgulanması ile birlikte erken modern dönemde, yani on altıncı ila on sekizinci yüzyıllarda yaşanan dönüşümler İmparatorluk’un kendi dinamikleri

77 Sedgwick, Epistemology of the Closet, 9-10. Harold Beaver, heteroseksüelliğin doğal, eşcinselliğin ise türev olduğu karşıtlığı tersine çevirmenin ancak heteroseksüelliğin bağımlı terim olduğunun gösterilmesi ile mümkün olduğunu söyler. Harold Beaver, “Homosexual Signs (In Memory of Roland Barthes),”

Critical Inquiry 8, no. 1 (Sonbahar 1981):115.

78 Sedgwick, Epistemology of the Closet, 82.

dikkate alınarak incelenmeye başlamıştır.79 Gerileme kuramını eleştiren tarihçiler İmparatorluk'un çağdaşı bölgeler ile karşılaştırılabilirliği üzerinde durmuşlar; erken modern Osmanlı kültürel dünyasının Rönesans Avrupa’sınınkinden düşünüldüğü kadar kopuk olmadığına dikkat çekmişlerdir. Bu tartışmalar yalnızca karşılaştırmalı tarih araştırmaları için faydalı olmamış, hem gerileme dönemi olarak adlandırılan on sekizinci yüzyıldaki dönüşümleri hem de bunların on dokuzuncu yüzyıl ile süreklilik ve kopuşlarını inceleyebilecek tarihsel bir çerçeve geliştirmeye yaramıştır. Bu çalışmalar sayesinde, özellikle de Osmanlı kültürel dünyasının on dokuzuncu yüzyıla gelene kadar değişmez kaldığı varsayımı sorgulanmıştır.

Her ne kadar on dokuzuncu yüzyıl dramatik dönüşümlerin, kopuşların yüzyılı olsa da, bu dönemi önceki yüzyıllarla tarihsel ilişkilerini kurarak ele almak hem önceki dönemlere tarihsel değişmezlik atfetmemi hem de cinsel modernleşme sürecini Batılılaşma etkisine indirgememi engelledi. Farklı çalışmalar bana, Osmanlı okuryazar sınıflarının ve kentli alt sınıfların erotik yaşantılarının on yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar geçirdiği tarihsel dönüşümleri izleyebileceğim bir çerçeve sundu. Bu çerçevede yaptığım okuma ile, Osmanlı cinsellikleri tarihinin kopuşların, suskunlaşmaların olduğu kadar sürekliliklerin ve farklı söylemsel eklemlenmelerin de tarihi olduğunu gördüm.

Birinci bölümde söz konusu dönüşümleri üç ana başlık altında inceliyorum;

tasavvufi mistik aşk kavrayışının dönüşümü, erkek homososyalliğinin yapısındaki dönüşümler ve edebiyat alanındaki dönüşümler. Bölümün ilk kısmında kentli esnaf ve ulema tarafından desteklenen püriten Kadızadeli hareketinin on yedinci yüzyılda tasavvufi aşk kavrayışına ve heterodoks mutasavvıfların homoerotik pratiklerine meydan okuyuşunu

79 Gerileme modelini eleştiren on sekizinci yüzyıl tarihyazımının bir değerlendirmesi için bkz. Dana Sajdi,

“Decline, Its Discontents and Ottoman Cultural History,” içinde Ottoman Tulips, Ottoman Coffee: Leisure and Lifestyles in the Eighteenth Century, der. Dana Sajdi (Londra ve New York: Tauris Academic Studies, 2007).

ele alıyorum. Tasavvufi aşk kavrayışının on yedinci yüzyıl ile birlikte başlayan dönüşümü, homoerotizmle süreklilik içindeki homososyalliğin yapısındaki dönüşümlerin önemli bir belirleyeni olmuştur. Bölümün ikinci kısmında eroto-politik hiyerarşinin yapılandırdığı erkek homososyalliğinin dinamiklerini ve on sekizinci yüzyıldaki dönüşümlerini inceliyorum. On sekizinci yüzyılda, kentli alt sınıfların toplumsal bağlarını, sultanın otoritesine giderek daha fazla meydan okuyacak biçimde kurmaları ve bunun sonucunda denetim ve baskıya maruz kalmaları eroto-politik hiyerarşiden görece yalıtılmış homoerotik bir altkültürün oluşmasına yol açmıştır. Kentli altkültürün yaşandığı mekânlar homoerotik ilişkilerin örgütlenmesinde ve dönüşümünde kurucu bir role sahip olmuştur. Bu bağlamda ele alacağım üç mekân olan kahvehane, meyhane ve hamam erken modern dönem boyunca hem asayiş hem de erotizme ilişkin kaygılarla izlenmiş ve düzenlenmiştir. Söz konusu izleme ve düzenleme pratikleri de homoerotik ilişkilerin düzenlenişini şekillendirmiştir. Bu süreç, on sekizinci yüzyılda seçkinlerin saraydan görece özerk bir kültürel alan tanımlamaları ile kesişmiştir. On yedinci yüzyılın püritenleşme dalgası ile sessizleşen erotik anlatılar, on sekizinci yüzyılda bu sefer özel patronların himayesinde daha dünyevi biçimlerde tekrar ortaya çıkmıştır. Bu dönemin erotik anlatıları, homososyal-homoerotik süreklilikten giderek daha fazla yalıtılmış, özerk, mahrem ve dünyevi bir erotizmin tanımlanması sürecini yansıtırlar.

Söz konusu tarihsel dönüşümü incelemek, hem on dokuzuncu yüzyıl heteronormalleşme sürecinin tarihsel arka planını çizmemi hem de heteronormativiteyi geç Osmanlı dönemindeki tarihsel özgüllüğü içinde ele alabilmemi sağlıyor. Erken modern dönemden devralınan söylemler, cinsel patoloji söylemleri ve milliyetçilik ile şekillenen özgül biçim, tutarsız öznellikler üretmiştir. İkinci bölümde bu öznellikleri üç öz-anlatısal metin üzerinden inceliyorum. Bu metinler on dokuzuncu yüzyıl mutasavvıfı Aşçı Dede’nin ve Cumhuriyet tarihinin en tartışmalı figürlerinden Rıza Nur’un hatıraları ile Reşad Ekrem

Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’dir. Bu üç metni seçmemin birinci sebebi, cinsel modernleşme döneminde erkek homoerotik arzusunun birinci tekil şahısla dile getirildiği istisnai metinler olmalarıdır. Fakat daha önemlisi, metinlerin geç Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde heteronormatif söylemlerin işleyişini izleyebileceğim bir alan açmalarıdır.

Söz konusu öz-anlatıları, yazarlarının homoerotik arzularını anlamlandırmalarını sağlayan ve bazen birbirleriyle çelişen farklı söylemlerin kesişiminde metinler olarak inceliyorum.

İncelememde birbirleriyle çelişen farklı söylemlerin; yaşamına, arzularına ve kimliğine hâkim özne tahayyüllerini bozguna uğratan bir çok seslilik yarattığını savunuyorum.

Aşçı İbrahim Dede, hatıratında önemli yer ayırdığı homoerotik mecazi aşk deneyimlerini, tasavvuf söylemleri ve homoerotizmle süreklilik içerisindeki homososyal bağlar çerçevesinde anlamlandırır. Hatırat aynı zamanda birinci bölümde ele aldığım mistik aşk kavrayışının ve eroto-politik hiyerarşinin on dokuzuncu yüzyıl ortalarında halen varlığını sürdürdüğünü gösterir. Fakat Aşçı Dede’nin anlatısında dolaşımda olan söylemler yalnızca bunlar değildir. Hatırat on dokuzuncu yüzyılda bunların gerilimli bir ilişkide olduğu modern anlatılar, kurumlar ve ilişkiler hakkında önemli ipuçları sunar. Zira aynı dönemde erkek homoerotizmini -bireysel veya toplumsal- bir sapma olarak değerlendirmeyi mümkün kılan söylemsel çerçeve giderek güçlenmektedir.

Rıza Nur’un hatıraları hem güçlenen bireysel ve toplumsal patoloji söylemlerini hem de milliyetçiliğin erotik yaşantı ve kimlik üzerindeki etkilerini takip edebilmemizi sağlar. Rıza Nur’un birincil tekil şahısla dile getirdiği homoerotik arzularını ve arzularının homofobik inkârını; öz-anlatısal stratejiler, erkeklerarası sosyal bağların dönüşümü, modern cinsellik söylemleri ve milliyetçilik bağlamında inceliyorum. Yukarıda ele almış olduğum suskunlaşma hipotezi erotik, özellikle de homoerotik anlatıların Batılı gözden duyulan utanma hissi ile suskunlaştırıldığı iddiasına dayanıyordu. Oysa utanma yalnızca suskunluk yaratmaz; aynı zamanda kolektif ve bireysel kimlikleri üretir. On dokuzuncu yüzyıl sonu ve

yirminci yüzyıl başında erkek homoerotik arzuların Türklükten dışlanması ve “öteki”lere atfedilmesi Türk kimliğinin tanımlanması sürecinin bir bileşenidir. Rıza Nur’un anlatısı bu dışlama sürecinin nasıl paranoyak bir öznellik ürettiğini gösterir. Bu öznellik yalnızca milliyetçi söylemlerle değil aynı zamanda erkek homoerotizmini anlamlandıran patoloji söylemleri ile ilişki içerisinde kurulmuştur. Rıza Nur’un anlatısını şekillendiren homofobi ve eşcinsel paniği, eşcinsellikten çok heteroseksüellik ve heteronormativitenin işleyişi hakkında bilgi verir.80 Bu yüzden hatıratın erken yirminci yüzyıl heteronormativitesini incelemek için oldukça verimli bir alan açtığını düşünüyorum.

Son öz-anlatısal metin, İstanbul Ansiklopedisi’dir. İstanbul Ansiklopedisi, bir hayat anlatısı sunmasa da Koçu'nun benliğine, hatırlama biçimine ve deneyimlerine dair pek çok şey söyler. Yalnızca G harfinin ortalarına kadar gelebilen ansiklopedi, tamamlanamamasına rağmen on bir ciltten oluşur ve İstanbul’un yapılı çevresinden unutulan tarihsel figürlerine, yirminci yüzyıl ortasının kentli altkültürünün ünlü simalarından homoerotik kültürün unutulmaya yüz tutmuş öğelerine kadar inanılmaz genişlikte bir malzemeyi bir araya getirir. Ansiklopediyi, içerdiği aşırılığı ve bu aşırılığın imkânlarını abartarak olumsal, parçalı ve istikrarsız queer bir öznelliğin anlatısı olarak ele alıyorum. Heteronormatif kültürün katı ve geçirimsiz hale geldiği düşünülen yirminci yüzyıl ortasında bu metnin yarattığı queer tahayyül imkânlarını keşfe çıkmayı amaçlıyorum.

Her ne kadar araştırma sorum heteronormativite olsa da üçüncü bölüme kadar normatif olmayan erotik deneyimlere ve öznelliklere yoğunlaşıyor olmamın sorgulanabilir bir tercih olduğunun farkındayım. Zira, altüst edici pratikler ve öznellikleri inceleme konusu yapmak, norm olanın eleştirel çözümlemeden muaf kalan ayrıcalıklı konumunu güçlendirir. Sadece kimlikçi LGBTİ çalışmaları ve hareketi değil, queer çalışmalar da

80 Eve Kosofsky Sedgwick, Between Men: English Literature and Male Homosocial Desire (New York:

Columbia University Press, 1985), 116.

dikkatini sınır-aşıcı (transgressive) cinselliklere yönelterek dikkatleri heteronormativiteden uzaklaştırır.81 Fakat normatif olan ile normatif olmayan arasındaki karşılıklılık, birini incelemeden ötekini incelemeyi imkânsız kılar. Yukarıda da vurguladığım gibi “homo-,”

heteronormativitenin asli ve kurucubir parçasıdır; “hetero-” her zaman “homo-” tarafından koşullanır, desteklenir ve istikrarsızlaştırılır.82 Dahası heteronormativite, heteroseksüelliğin karşıtı bir homoseksüelliğe sahip olması gibi, karşıtı bir homonormativiteye sahip değildir.83 Heteronormatif söylemler, hemcinslerarası erotik ilişkilerin idrak edilebilirliğini sağlayan çerçeveleri düzenledikleri için, bu idrak edilebilirlik çerçevelerini ve tarihsel dönüşümlerini incelemek heteronormativitenin çözümlenmesi için gereklidir. Susan Lanser'ın söylediği üzere, normatif olmayanın, uyumsuz ve altüst edici pratiklerin tarihyazımına dahil edilmesi yalnızca tarihi queerleştirmek için değil, heteronormativitenin sınırlarını ve normatif olmayanın her zaman normatifin merkezinde yer aldığını anlayabilmek için de gereklidir.84

Üçüncü ve son bölümde heteronormativitenin en bariz bileşenini yani heteroerotik aşk ve cinsellik söylemlerini inceliyorum. Daha önce de söylemiş olduğum üzere heteroerotik arzunun tarihsel ve coğrafi özgüllüğü ne Osmanlı cinsellik araştırmalarında ne de genel olarak cinsellik tarihi alanında pek fazla tartışmaya açılmaz. Bunun sebebi biraz da homoerotizmin marjinalleşmesi ile birlikte, heteroseksüelliğin kendiliğinden onun yerini alacağı varsayımıdır. Oysa heteroerotik arzu, tıpkı homoerotik arzu gibi, belirli tarihsel

81 Coykendall ve de Freitas Boe, “Introduction,” 8-9.

82 Sedgwick, Epistemology of the Closet, 9-10, 82.

83 Berlant ve Warner “Eşcinsellik, heteroseksüelliğin sahip olduğu görünmez, örtük ve toplumu inşa eden haklılığa hiçbir zaman sahip olamayacağı için, aynı anlamdaki bir 'homonormativite'den söz etmek mümkün olmayacaktır” der. Berlant ve Warner, “Sex in Public,” 548. Her ne kadar aynı anlamda olmasa da, homonormativite neo-liberalizmle uyumlu beyaz, orta sınıf eşcinselliğini tanımlamak için kullanılır.

Lisa Duggan homonormativiteyi şöyle tanımlar: “Örgütsüzleşmiş bir gey zümresi ve özelleşmiş, siyasetten arınmış, ev içine ve tüketime raptedilmiş bir gey kültürü vaat ederken, baskın heteronormatif varsayım ve kurumlara karşı koymayıp onları onaylayan ve koruyan bir siyaset.” Duggan 2003’ten akt. Judith Halberstam, In A Queer Time and Place: Transgender Bodies, Subcultural Lives (New York ve Londra:

New York University Press, 2005), 19.

84 Lanser, “Of Closed Doors and Open Hatches,” 39.

koşullarda belirli biçimler kazanır. Osmanlı-Türk cinsel modernliği bağlamında heteroerotik arzunun kazandığı özgül biçimin, doğurdukları istikrarsızlaştırıcı etkileri de dikkate alarak, dört bileşen üzerinden incelenebileceğini düşünüyorum: Evliliğin cinsiyetler arasındaki duygusal ve erotik bağları yoğunlaştırıcı bir işlev kazanması, kadın ve erkeğin karşıt terimler olarak tanımlandığı iki cinsiyetli modelin yaygınlaşması, cinsiyet özdeşleşmesinin erotik arzu nesnesinden ayrışması ve heterososyalleşmenin heteroerotik arzuyu güvence altına alması. Bu dört bileşen üzerinden, kadının erkeğin münhasır arzu nesnesi haline gelmesinin yol açtığı eril kaygıların heteronormativiteyi nasıl biçimlendirdiğini tartışmaya açıyorum.

Söz konusu süreçlerden yalnızca evliliği bir alt başlıkta ele alıyorum. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında eşler arası duygusal ve erotik bağların yoğunlaşmasıyla şekillenen arkadaşlığa dayalı evlilik düşüncesi, heteronormatif aşk ve cinsellik kurgularının inşasında belirleyici rol oynamıştır. İkili cinsiyet modeli ve cinsiyet özdeşleşmesi ile erotik arzunun ayrışmalarını, kadınsı erkek figürü olan züppe ve erkeksi kadın figürü olan erkek kıyafetinde kadın başlıkları altında inceliyorum. Erken dönem Osmanlı romanlarındaki züppe figürü üzerinden kadın arzu nesnesinin yarattığı kadınsılaşma kaygısına ve bu kaygının Batılılaşma kaygıları ile nasıl iç içe geçtiğine bakıyorum. Erkek kıyafetinde kadın figürünün hem bu kaygıları dindirme hem de normatif cinsiyet ve cinsellik kurgularını bozguna uğratma potansiyeline dikkat çekiyorum. Bu iki figür yoluyla yaptığım çözümleme ile kadınsılık korkusu olarak mizojininin ve erkeksiliğe duyulan arzunun geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet heteronormativitesinin kurucu unsurlarından olduğunu savunuyorum. Normatif cinsiyet tanımlarının kıyısıda yer alan bu iki figür ayrıca, erkeklik ve kadınlık tanımlarının yeniden yapıldığı bir dönemde kadınsılık ve erkeksiliğin nasıl yüzergezer hale geldiğini irdelememe imkân sağlıyor. Bölümün son kısmında on

dokuzuncu ve yirminci yüzyıla ait kadın homoerotizmi anlatılarının, heteronormativitenin dört bileşeninin yarattığı gerilimleri okuyabileceğimiz bir saha yarattığını öne sürüyorum.