• Sonuç bulunamadı

Panayırların Tüzel Kişi Açısından İncelenmesi:

2.1. Arap Yarımadasındaki Toplumlarda Tüzel Kişi Oluşumları:

2.1.4. Panayırların Tüzel Kişi Açısından İncelenmesi:

Putlara ve onların bulunduğu yere insanların böyle yaklaşımda bulunmaları ve putlara eşya takdim edilmesi gösteriyor ki o devrin insanlarının örfünde bir takım nesne ve mallara manevi kişilik atfetme düşüncesi vardır. Puta saygı duymak, ona ait şeylere kimsenin dokunamaması gerçek bir kişi gibi ona tanınan bir hak gibi görünüyor. Bu hakka sahip olan varlık da tüzel kişi gibi telakki edilecektir. Bu durum da tüzel kişiliğe götüren bir süreç olarak telakki edilebilir.

2.1.4. Panayırların Tüzel Kişi Açısından İncelenmesi:

İslâm öncesi Arapların ticârî hayatlarında önemli bir yeri olan ve bugünkü fuarların anlamını çağrıştıran panayırlar kurum olarak tüzel kişi açısından incelemeğe değer bir konudur. Çünkü bu panayırlar belli boyutlarda müesseseleşmiş oluşumlar gibi geliyor. Bu panayırların bazı özelliklerinin incelenmesi yararlı olacaktır.

1- Bu panayırlar Yarımadadaki insan topluluklarının yerleşik hayatlarıyla yaşıttır. Doğu-batı ticaretinde de uğrak yer olması dolayısıyla uzun bir tarihi süreci olduğu

anlaşılmaktadır. Yani uzun zamandan beri var olan nesillerin değişmesine rağmen varlığını sürdüren bir oluşumdur. Araplar, senenin her ayında bu panayırları kurarlar, faydalanmak için birinden öbürüne giderlerdi.

2- Bu Panayırların hepsinde ayni faaliyet olmazdı. Bazısında sadece alış veriş, bazısında da çeşitli etkinlikler olurdu. Bunlardan Dûmetü’l-Cendel panayırı sadece alış veriş yapılan bir panayırdı. Âlûsî, buralarda yapılan alım satımın şekillerinden de bahsetmektedir ki bu şekiller bütünüyle aldatma içeren usüllerdir. İslâm bu usülleri kaldırmıştır (Âlûsî, a.g.e. I/64). Dûmetü'l’Cendel'in idaresi, Ukeydir kabilesinin elindeydi. Panayıra katılanların idaresinden ve güvenliğinden sorumlu idi. Panayırın kuruluş günü Rebiulevvel ayının birinci günüydü. Ayın yarısına kadar devam ederdi. Ancak komşu kabile olan Kelp Kabilesi daha üstün gelirse veya kur’ayı kazanırsa idareyi o alırdı. Bazen de anlaşarak ayın yarısını biri, diğer yarısını da öbürü idare ederdi. Her kabilenin reisi panayırın başkanı seçilirdi (Âlûsî, a.g.e. I/265). Burada bir sorumlu panayır idaresinden söz edilebilir.

Bahreyn’de “Hecer” panayırı, Rebiulahir ayının başında kurulurdu. Buranın idaresi de Abdullah b. Dârim’in elinde idi. Hecer panayırından sonra ayın sonuna kadar “Uman” panayırına geçilirdi. Daha sonra “Suhar” panayırı şenlendirilirdi. Buralarda da Dûmetü’l-Cendeldeki gibi alış veriş yapılırdı. Şaban ayında kurulan bu panayırlardan sonra sırasıyla Ramazan ayında “Aden Ebyen” panayırı, Ramazan ayından sonra “Aden ve Şahr” panayırlarından “Sana” panayırına gidilirdi. Zilkade ayında “Hadramut”, Arafat çevresinde “Zü’l-Mecaz”, Mekke yakınlarında “Mecenne”, “Hubaşe”, Mekke’nin Yemen cihetinde “Kanuna” panayırları kurulurdu. Bunlardan başka ve bölgenin en büyük panayırı olan “Ukaz” panayırı Nahle ile Tâif arasında kurulur, buraya her taraftan katılımcılar olurdu. Ukaz panayırının özelliği; mal alış verişinden başka çeşitli etkinliklerin de icra edilmesiydi. Şairler, şiirlerini sergiler, hatipler konuşmalar yapar, kendince edebi, felsefî veya ideolojik fikirler geliştirmiş olanlar ve bunları da insanlara öğretmek ve taraftar edinmek isteyenler bu fikirlerini panayıra gelenlerin dikkat nazarlarına sunarlardı. Bu panayırlar İslâm devrinde de varlıklarını devam ettirmişlerdir (Âlûsî, a.g.e. I/267).

3) Panayırların bir güvenlik birimi bulunurdu. Bu birim hem fuarı hem de çevreyi kontrol eder, gelen tüccarların güvenli bir şekilde yağmalanmadan fuara iştiraklerini sağlardı. Kureyş, Hicaz bölgesindeki panayırların güvenliğini karşılıksız yerine getirirdi. Bunu yapmaya da mecburdu. Çünkü güvenli olmayan yere kimse gidip malını sergilemezdi. Tüccarların gelirleri onlar için her bakımdan fayda temin ediyordu (Hamidullah, a.g.e II/203).

4) Hamidullah’ın Muhabbardan nakline göre bu panayırlarda vuku bulan bazı aldatma ve hile hareketleri de belirtilmektedir. Bu yüzden ihtilafların da çıkması beklenir. Bu sebeple beynelmilel bir durum arz eden Ukaz’da ticârî uyuşmazlıklarla meşgul olmak üzere bir yargıcın bulunuşu hiç de hayret verici değildir. Fuarda yapılan haksızlıklar fuar yönetimi tarafından denetlenir, aykırı hareket edenler cezaya mahkum edilirdi. Bu iş için de fuarda bir yargıcın bulunması gerekirdi. Mesela iştirak eden tüccarların çokluğu sebebiyle diğer fuarlardan daha kalabalık olan Ukaz Panayırı’nın yargıcı Tâifli Geylan b.. Selem idi. Panayırda adaleti tevzi ederdi. Bu durum , Mekke bölgesi merkez olmak üzere Arabistan’ın esasen bir iktisâdî birlik görünümü arz ettiğini göstermektedir (Hamidullah, a.g.e II/343, Muhabbar’dan naklen).

Bazı kaynaklara göre bu fuarlarda Yahudiler faiz borsasını işletirlerdi. Onlar Ukaz Panayırında yoğun bir faaliyet gösterirlerdi. İmam-Mâlik bu faizcilerin faaliyetlerini şöyle anlatmaktadır: Para ve yiyecek maddeleri seneliğine faizle ödünç verilirdi. Şâyet borçlu bir sene sonunda borcunu ödeyemezse ayni şartlarda mukaveleyi yenilemek mecburiyetinde idi. Yanı ödünç alınan, mesela yüz dirhem, birinci sene sonunda iki yüz, ikinci sene sonunda ise dört yüz dirhem oluyor ve bu tefecilik durumu böylelikle devam ediyordu (Mâlik, l981:II/672). Peygamberimiz (s.a.v.)’in Tâiflilerle yaptığı anlaşmanın maddeleri arasında yer alan “Ukaz panayırından sonraya olan bütün borçlar, Ukaz mevsiminde ana para olarak faizsiz ödenecektir” (Ebû Ubeyd, a.g.e.225) maddesi de bu panayırlarda faizciliğin işlediğini ve panayır idaresinin bu muamelede hakemliğinin bulunabileceğini göstermektedir.

Söz konusu fuarlar, tespit edilen bu özellikleriyle aynı yer ve tarihlerde periyodik olarak devam etmeleri sebebiyle, yönetim ve başkanlarıyla, hakim ve muhafızlarıyla birer yönetim ve idare olarak tüzel kişiliğe benzeyen kurumlaşmış müesseseler olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Bu sebeple söz konusu fuarlar çeşitli kurumsal etkinlikleri gösterdikleri için bu çalışmada tüzel kişi açısından inceleme konusu yapılmıştır.

Görülüyor ki söz konusu fuarlar, her ne kadar formel olarak hukûkî bir statü çerçevesinde düzenlenmemiş olsalar bile gaye, biçim ve işleyiş yönüyle hukûkî kişilik içeriğini taşıdıkları gözlenmektedir.

2.2. Mekke Kent Devletindeki Durum:

2.2.1. Kâbe’nin Tüzel Kişilik Açısından Durumu:

Mekke şehrinin kuruluş ve bu şehrin bir kent devleti haline gelişinde şüphesiz ki Kâbe’nin önemi büyüktür. Özellikle Mekke kent devleti ve kurumlarının tüzel kişi açısından değerlendirilmesinde Kâbe’nin durumu ve ona atfedilen kutsiyetin alt yapısının bilinmesi yararlı olacaktır. Çünkü o bölgeye kutsiyet kazandıran, ve o yörelere insanları celbeden Kâbe’dir. Dış devletlerden Mekke halkına serbestçe ticaret yapmak için dolaşım hakkı ve izni alınmasına Kâbe’nin kutsiyetinin çok tesiri olmuştur. Kâbe ziyareti nedeniyle, kurumlaşan bazı sosyal faaliyetlerin var oluşu Kâbe’ye dayanmaktadır. Tüzel kişiliğin ip uçlarınının rahatlıkla bulunabileceği Kâbe ile ilgili inceleme şöyle özetlenebilir:

1) Kâbe-i Muazzama, ilk olarak Allah’ın emriyle Hz. İbrahim ve Hz.İsmail tarafından inşa edildiği Kur’an ile sabittir. “Hani bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytin

(Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, ey Rabbimiz, bizden kabul buyur, şüphesiz sen işiten ve bilensin.”diyordu” (Bakara, 2/127) âyet-i celîlesi bu hususu açıklar. Böylece

Hz.İbrahim (a.s.). Kâbe’yi inşa etti ve bunu tevhit akidesine dayalı bir din için vakfetti. Kur’an, Kâbe’nin dünyada vahdaniyet düşüncesiyle inşa edilen en eski yapı olduğunu tasdik ve beyan etmektedir (Âli İmran, 3/96). Hz. İsmail (a.s.) Buranın ilk yöneticisi olmuş

ve bunun neticesi olarak da bu küçük bölgenin hakimi durumuna gelmiştir. Bina edilişinden hemen sonra da herkes bu binayı kutsi bir yer olarak kabul edip dokunulmaz hakları olan bir statüde telakki etmişlerdir. Bu durum giderek örfen formel bir hale gelmiştir.

2) Kâbe, sadece bir bina olarak kalmayıp onu ziyaret etmekten ibaret olan Hac, Allah Taala’nın emriyle Hz. İbrahim (a.s.) tarafından müesseseleştirilmiştir. Daha sonraki asırlarda bir çok putperestlikle ilgili hurafe anlayışlar karıştırılmış da olsa, İslâm’ın gelişine kadar Arap Yarımadasında git gide artan sayıda kabileleri kendine çekerek bu konum devam etmiştir (Hamidullah, a.g.e. II/111). Kur’an- Kerim’de Kâbe ziyareti ve Hz. İbrahim’in davetiyle ilgili bilgiler çoktur (Bakara, 2/27,128,129; İbrahim, 14/37; Hacc, 22/27,28,29).

3) Kâbe, mânevî bir kimliğe sahipti. zamanla çeşitli sebeplerle yıkılan Kâbe, yeniden yapılmıştır. Bir zaman Seylü’l-Farre denilen meşhur bir sel ile duvarları bütün bütün harap olmuş, yeniden yapılması gecikmesine rağmen, halk Kâbe’nin arsasını tavafa devam etmiştir (Miras, 1980:VI/23).

4) Kâbe’yi ziyaret edenlerin, onun için bağışta bulundukları bildirilmektedir. uzaktan ve yakından gelenler, Kâbe’ye hediye de takdim ederlerdi. Mesela Zemzem kuyusunu Abdu’l-Muttalip kazdığı zaman, içinden çıkan altın eşyanın, yabancı Hükümdarların Kâbe’yi ziyaret edip verdikleri hediyeler olduğu bildirilmektedir. Zemzem Kuyusu’ndan çıkarılan bu eşyada Kureyş’in hak iddia etmesi üzerine, Abdulmuttalib’in ortaya koyduğu bir işlem, Kâbe’nin kişilik olarak nasıl algılandığını göstermektedir.

Abdulmuttalib, gördüğü bir rüya üzerine Zemzem Kuyusu’nu kazar. İçerisinden altından yapılmış iki geyik heykeli ve bazı kıymetli eşya çıkar. Herkesin, bunların Kâbe’ye ait olduğu kanaatini taşıdığı halde Kureyşliler hak iddia ederler. Abdulmuttalib’in onlara karşı koyacak gücü olmadığı için, onlara bir teklifte bulunup der ki; bu eşyalar hakkında aramızda kur’a çekeceğim. Nasıl yapacağını sorduklarında, “iki kur’a sizin için, iki kur’a

benim için, iki de Kâbe için çekeceğim. Kendisine kur’a çıkana verilecek, kur’a çıkmayana bir şey verilmeyecektir” deyince onlar kabul ettiler. Çekilen kur’ada Abdulmuttalib ve Kâbe’ye dolu çıktığı halde öbürlerine boş çıktı. Bunun üzerine hak iddia etmekten vaz geçtiler. Sonra, Abdulmuttalib, kendisine düşenleri de Kâbe’ye tahsis ett (İbni Hişam, a.g.e.I/170). Bu hâdisede Kâbe’nin gerçek kişi olmadığı halde gerçek kişi gibi farz edilerek kur’aya dahil edilmiş olduğu görülüyor. Ayrıca Kâbe’nin mülkü olan malların da gasbına mani olunmuştur. Yani bu malların bugünkü anlamıyla vakıf olarak addedilmek suretiyle dokunulmazlığı olan bir mal topluluğu olduğu söylenebilir. Bir ara Kâbeye ait olan malların çalınması dolayısıyla hırsızlara yataklık eden şahsın cezalandırılması, bu malların dokunulmazlığının olduğunu göstermektedir (İbnü’l-Esir, a.g.e. II/44).