• Sonuç bulunamadı

1.6 Sivil Toplum Kuruluşları

2.1.1 Osmanlı Devleti’nde Sivil Toplum Anlayışı

Osmanlı Devleti’nin yapısı ele alındığında aşkın devlet anlayışının hâkim olduğu görülmekte ve merkezi otorite karşısındaki toplumun ya da sosyal grupların rolleri bu anlayış çerçevesinde değerlendirilebilmektedir. Bürokratik bir devlet olan Osmanlı Devleti’nin en belirgin özelliği merkez ile çevre arasındaki uzaklık olarak ele alınmaktadır. Merkezi otoriteden bağımsız bir hareket alanı ve Batı Avrupa’da görülen şekliyle mülkiyet haklarına sahip bir sivil toplum yapılanması görülmemektedir. Kısaca merkez ile halkın oluşturduğu çevre arasında aracı kurumlar bulunmamaktadır. Esas olarak devlet ile toplum arasındaki ilişki sözleşme veya uzlaşmaya bağlı olarak değil, devletin topluma baskın gelmesi esasına dayalı olarak kurulmuştur (Çaha, 2000: 146, 147).

Osmanlı devletinde var olan “Sultan”ın patrimonyal otoritesi ve güçlü devlet anlayışı, sivil toplumun gelişmesini engellemiş olmasına rağmen, bu döneme ait sivil topluma dair dört potansiyel unsurdan bahsedilebilmektedir. Bunlar; millet sistemi, loncalar, din kurumu ve ayandır. Sivil toplum oluşturabilecek bu unsurlar tek tek ele alındığında devlete göbek bağı ile bağlı kaldıkları için devletten özerkliklerini sağlayamamışlardır (Erdoğan Tosun, 2001: 208). Genel olarak Osmanlı Devleti’nde, Batı’dakine benzer sivil toplum unsurları oluşmadığı için sivil topluma zemin hazırlayan unsurlar da merkezi idare karşısındaki durumları itibarıyla kendi normlarını ve kendilerine özgü ilişkileri geliştirememişlerdir (Çaha, 2000: 159).

Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde, toplum-devlet birliğine dayalı siyasal bir yapı hâkimdi. Ancak 16. yüzyıldan itibaren Sultan’ın karizması giderek kaybolmuş ve bu karizma devlete geçmeye başlamıştır. Bu aşamadan sonra devlet, düzenin sağlayıcısı olmuş, Sultan ise devleti temsil eden bir simge haline gelmiştir. Örfi sultani kavramı da bundan sonra gelişmiş ve kurumsallaşmıştır (Çaha, 2000: 149, 150)

Osmanlı’da “millet sistemi” olarak adlandırılan yapı, gayrimüslim azınlıklara büyük ölçüde kendi dilini ve değerlerini geliştirme imkânı vermiş ve azınlıklar Türklerle batı dünyası arasında bir köprü oluşturmuşlardır (Çaha, 2000: 155). Çoğulcu nitelik taşıyan bu sistem, 1856 Islahat Fermanı ile çözülmeye başlamıştır. Bu fermanla birlikte bütün yurttaşlar eşit kabul edildiği için dine dayalı örgütlenmelerin de bir anlamı kalmamıştır. Millet kavramı dine dayalı olmaktan çıkmış etnik kökenle sınırlanmaya başlanmıştır. Millet sistemi örgütsel yapısı itibarıyla Osmanlı Devleti’nde sivil toplum unsurunu oluşturmuştur. Osmanlı Devleti’nde sivil toplum unsurlarından biri de loncalardır. Loncalar, esnafla merkezi yönetim arasında önemli bir köprü görevi üstlenmiş, Anadolu’da üretim ve pazarlama ortaklığını teşvik edici kurumlar olarak ortaya çıkmışlardır (Çaha, 2000: 163). Aynı mesleğe mensup kişilerin oluşturduğu bu loncalar üyelerine istikrar ve güvence sağlamanın yanı sıra ülkedeki ekonomik yaşamın da önemli unsurları haline gelmişlerdir (Akpınar Gönenç, 2001: 61). Başka bir sivil toplum unsuru da din kurumudur. İslam’da devlet ile din arasında kesin bir ayrım olmadığı için Osmanlı Devleti’nde din, tamamıyla devlete bağlı bir kurumun (Şeyhülislamlık) çatısı altında örgütlenmiştir. Siyasal istemin meşruiyetini halka kabul ettirmede önemli bir görev üstlenen ve vakıfların yöneticisi olan Ulema, halkla doğrudan iletişim içerisinde olmuştur. Cami, mescid, tekke gibi dini kurumları, yapım aşamasında Sultan tarafından desteklenmiştir. Böylece devlet ile dini kurumlar arasındaki bağ güçlenmiş, dini kurumlar devletin kontrolü altına girmiştir. Devlet-din kurumları arasındaki bu güçlü bağ nedeniyle din kurumları hiçbir zaman devleti frenleyici bir sivil toplum olmamış ve devlet karşısında ciddi bir varlık gösterememiştir (Çaha, 2000: 165). Osmanlı’da devlete bağımlı

gelişen bir diğer sivil toplum unsuru da taşradaki soylu kesimdir. Tımar sisteminin dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan ayan, 19. yüzyılda merkezi yönetim karşısında önemli bir güç odağı haline gelmiştir (Çaha, 2000: 167). Osmanlı Devleti’nde şehir hizmetlerinin yürütülmesinden sorumlu vakıflar da sivil toplum unsuru olarak ele alınmaktadır. Vakıflar, belirli bir malı, kamunun yararına yönelik bir hizmete ya da hizmetlere sürekli olarak tahsis etmektir. Selçuklu ve Osmanlı toplumunda da okul, kütüphane, hastane, sebil, aşevi, misafirhane, yurt ve sosyal yardım gibi hizmetler vakıflarca yürütülmekteydi (Eryılmaz, 2015: 231). Kısaca, sivil toplum unsurları niteliğinde olan şehir, lonca, dini kurum ve yerel eşraf gibi aracı kurumlar, varlık olarak sivil topluma örtük bir potansiyel teşkil etmişlerdir. Bu kurumlar toplumda odaklanmalarına rağmen, görevleri itibarıyla devlete bağımlı birer kurum haline gelmişlerdir (Çaha, 2000: 169).

Modernleşme çabalarının yürütücüsü sivil toplum değil devletin kendisi olmuştur. 19. yüzyılda Osmanlı, devlet-sivil toplum ilişkisinde bir dönüşüm yaşamış; devlet ile toplum arasında keskin bir ayrışma ortaya çıkmıştır. Bunu sağlayan devletin bürokratik elitleri olmuştur. Bu öncü kesimin elinde devlet modernleşmenin aracı olurken, toplum değişimin alanı olarak görülmüştür. Bu sürece karşı çıkan kesim cahil, gerici ve ilerlemeye karşıymış gibi tanımlanmıştır (Çaha, 2000: 170).

19. yüzyıl modernleşme çabalarının önemli iki sonucu anayasal bir sistemin kademe kademe gelişmesi ve devletçi, seçkin entelektüel bürokrat kesimin ortaya çıkmasıdır. Modernleşme çabaları hukuksal alanda anayasal bir sistemin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. 1808 Senedi İttifak, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı ve 1876’da kurulan ilk Osmanlı Parlamentosu sivil toplumun lehine gelişmeler olmuştur. Her bir hukuksal reform, devletin varlık alanını biraz daha daraltmış ve sivil toplumun üstünlüğünü biraz daha arttırmıştır (Çaha, 2000: 174). Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı, bir yandan merkezi otoriteyi güçlendirmeyi bir yandan da yaşanan sıkıntılı toplumsal dönüşüm sürecine çözüm getireceği düşünülen ilkeleri yerleştirmeyi amaçlıyordu. Aşkın devlet yapısının yavaş yavaş çözülmeye başlaması, devletle toplum arasında bir ayrışmanın oluşmasına neden olmuştur. Kişisel hak ve özgürlüklerin güvenceye alınması, mülkiyet hakkının ve yasalar önünde eşitlik ilkesinin kabulüyle birlikte ilk kez sivil toplumun oluşumu için gerekli önkoşullar hazırlanmış, devlet kendisini yasal çerçeveyle sınırlandırmıştır (Erdoğan Tosun, 2001: 232). Osmanlı’da batılı anlamda modernleşme talebinin yukarıdan aşağıya doğru bir seyirde ilerlediği göz önünde bulundurulduğunda, siyasal amaçlı sivil toplum örgütlenme talepleri kendini merkezin dışında hisseden kesimlerden gelmiştir. Bunlar, azınlık grupları, Jön Türkler, İttihat ve Terakki Hareketi olarak gösterilebilmektedir (Abay, 2004: 280).

Osmanlı’da toplum ve sivil toplum kavramları II. Meşrutiyet ile birlikte gelişme alanı bulabilmiştir. Ancak sivil toplumun oluşabilmesi Tanzimat döneminde kanun gücünün üstünlüğü anlayışı ve özgürlük anlayışının gelişmesi ve bu ortamın yarattığı sosyolojik yapı ile mümkün olabilmiştir. II. Meşrutiyet dönemi ile birlikte kitle iletişim araçları, siyasal partilerin hayata geçişi ve kamu alanının genişlemesi gibi bir takım gelişmeler yaşanmıştır. 1909 tarihli Cemiyetler Kanunu, örgütlü topluma yönelmenin ve vatandaşın sivil ve siyasal katılımının önünü açmıştır (Yıldırım, 2007: 238, 239).

Dernekleşme çerçevesinde 1908 sonrasında oluşan önemli değişiklik, siyasi patilerin doğuşu olmuştur. Bunlara, İttihat ve Terakki, Osmanlı Ahrar Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Osmanlı Demokrat Fırkası, Osmanlı Sosyalist Fırkası ve İttihad-i Muhammedi Fırkası gibi partiler örnek gösterilebilir. Sivil toplum kuruluşu benzeri bu örgütlerin en önemli etkisi, sivil toplumun temelini oluşturan yurttaşlık bilincinin oluşmasına yardım etmesidir. Devletin baskıcı bir yapıdan meşruti yapıya doğru evrilmesi yönünde çaba gösteren siyasi partilerin içinde yer alan aydınların, ulusalcı ve demokratik bir devlet oluşturma istekleri önemli bir sivil toplum dinamiği olarak değerlendirilmektedir (Yıldırım, 2007: 245-249).

Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş döneminde modernleşme çabalarıyla birlikte ortaya çıkan sivil toplum unsurları; eğitim kurumları, basın, partiler, meslek kuruluşları olarak gruplandırılmaktadır. Eğitim kurumları açısından baktığımızda, Osmanlı toplumsal yapısında sivil toplum oluşumu doğrultusunda görülen ilk tepkilerden birisi Kuleli Vakası olmuştur. Medreselerle mektebin karşı karşıya gelmesi din devlet bütünlüğü geleneğinde çatlaklar oluşturmuştur. Eğitim alanındaki tartışmaların sonucunda, sivil toplumun gelişmesi için gerekli sosyo-kültürel ortamı hazırlayan çeşitli fikirler yayılmış, iktidar yeryüzüne indirilmiş ve devletin laikleşmesini sağlayacak ilk adımlar atılmıştır (Erdoğan Tosun, 2001: 240).

Osmanlı İmparatorluğu dönemi sivil toplum kuruluşları bakımından değerlendirildiğinde devlet ve toplum yapısı gereği merkez ve çevre ikilemi bariz bir şekilde görülmektedir. Merkezde hanedan ve ona bağlı seyfiyye ve kalemiyye bulunurken, çevrede reaya (halk) yer almaktadır. Hanedanın ve ülkenin mutlak hâkimi sultan oluğu için demokratik olarak yönetime katılmanın söz konusu olmadığı Osmanlı’daki padişahlık, zaman zaman batıdaki krallık sistemi ile karıştırılabilmektedir. Sultan mutlak hâkim olsa da bu gücü sınırlandıran ve bugünkü sivil toplum örgütlerinin fonksiyonlarına benzer işlev gören üç etken vardır. Bunlar, şer-i hukuk, örfi hukuk ve din bürokrasisi olarak sınıflandırılabilmektedir. Padişah, devletin yapısı gereği İslam hukukuna uymak zorunda olduğu için İslam dini padişahın yetkilerini kısıtlayan temel bir unsurdur. İkinci olarak, Osmanlı toplumunda ve

yönetiminde örfün önemli bir yeri vardır ve değişik bölgelerde farklı örf ve adetler bulunduğundan her sancak ve bölgede ayrı ayrı yasalar yapılmıştır. Böylece sultanın dikkat etmesi gereken bir diğer etken de örfi hukuk olmuştur. Padişahın egemenliğini sınırlandıran son unsur ise Osmanlı yönetiminin üst seviyelerinde görevli ulemadan gelen din bürokrasisi mensuplarıdır. Bu üç etkene rağmen, toplumsal ve idari alanda sultanların mutlak etkisi söz konusudur. Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal yapısı, sultanların mutlak otoritesi ve güçlü devlet geleneği sivil toplumun temel unsurları olan özerk sosyal sınıfların gelişmesini engellemiştir. Osmanlı Devleti’ni kendi yapısı içinde değerlendirdiğimizde sivil toplum diyebileceğimiz kısıtlı bir alanın varlığından söz edilse de bu alan, sultanları kısıtlayan faktörlerin etkisinde gelişmiştir (Abay, 2004: 279). Osmanlı’da sivil toplum görevi gören millet, vakıf, lonca ve tarikatlar aynı mantıkla konumlanmışlardır. Millet ve lonca sistemi devlet mekanizmasının doğal bir uzantısı olarak işlev görürken vakıflar ve tarikatlar daha özgür konumda yer almışlardır. Devletin denetlediği bu kurumlar aynı zamanda toplumun yönetiminde bir araç olarak kullanılmışlardır. Devletin karşısında değil yanında yer alan bu kurumlar, yönetim aracı olarak da kullanılmış ve toplumun vazgeçilmez parçaları olmuşlardır. Hem devlet hem de toplum tarafından birbirini tamamlayan ve dengeleyen bu ilişkisinin sonucu olarak Osmanlı’nın sivil toplum kuruluşları batıdakinin aksine değişimin değil, toplumun yeniden ve aynen üretilmesinin araçları olmuşlardır (Tunç ve Aktaş, 1998: 81).

Devletin yaşamın birçok alanını düzenleme yetkisi, halkın siyasetten uzak kalması, Osmanlı bürokratik patrimonyal idare anlayışı, iletişim araçlarının ve aydın gruplarının gelişmemesi ve İslami sistemlerde devlete karşı koyma geleneğinin bir meşruiyet kaynağı olarak Batıdaki gelişmelere benzer toplumsal dayanaklardan mahrum kalmış olması Osmanlı’da sivil toplumun gelişmesinin önündeki engellerdir (Öner, 2000: 149).