• Sonuç bulunamadı

1.5 Sivil Toplum

1.5.2 Modern Sivil Toplum Kavramı

Tarihsel gelişimi ele alındığında dönemsel olarak kategorileştirilmiş ya da düşünürler bazında ele alınmış bir kavram olan sivil toplum, günümüzdeki anlamına kavuşana kadar belirli kırılma noktalarından geçmiştir. Batı’da feodalizmden krallıklara geçiş döneminde kavramın geleneksel anlamından bir kopuş yaşanmıştır. Bunu takiben 18.-19. yüzyıllarda ve günümüzde birçok düşünür sivil toplumu ve devleti tekrar ele alarak, kavramların birbirlerine karşı konumlarını tartışmış ve onlara birçok anlamlar yüklemişlerdir (Erdoğan Tosun, 2001: 49). Sivil toplumun modern içeriği incelenirken 18. yüzyılın Ortaçağ mülk devleti anlayışının yerini 20. yüzyılda refah devleti ve hukuk devleti anlayışına bırakması ile sivil özgürlüklerin bütün topluma erişmesi ve ulus-devlet sürecinin bir sonucu olarak yurttaşlık düşüncesinin gelişimi önemli başlangıç noktaları oluşturmaktadır (Erdoğan Tosun, 2001: 51).

Modern anlamda sivil toplum kavramının şekillenişinde hem bu kavramın tartışılmasını durduran hem de tartışmaların tekrar alevlenmesini sağlayan belli başlı gelişmeler vardır. Kavram, yoğun olarak 19. yüzyılda tartışma alanı bulmuş ve Batı Avrupa ülkelerinde liberal demokrasi etrafında yoğunlaşan görüşler ve gelişmeler, 20. yüzyılın başında bireysel katılımı öngören demokrasinin zaferi ile sonuçlanmıştır, o dönem için sivil

toplum üzerinde daha fazla tartışılacak konu kalmamıştır. Sivil toplumu gündem dışı tutan sosyalist sistemlerde katı merkeziyetçi siyasal yapıların ortaya çıkması da kavramın daha fazla irdelenmesine müsaade etmemiştir. Ancak sivil toplum II. Dünya Savaşı’ndan sonra tekrar gündeme gelmiş ve yoğun tartışma alanı bulmuştur (Çaha, 2000: 72, 73). Bunu takiben Çaha, kavramın yeniden ele alınışının nedenlerini dört gelişme ile açıklamıştır. Birincisi, gelişmiş kapitalist ülkelerde özel alan ile kamusal alan arasındaki ayrışmanın ortadan kalkmış olmasıdır. İkincisi, farklılık anlayışının gelişmeye başlaması ile kamusal yaşamın heterojen bir yapıya evrilmesidir. Üçüncüsü, uluslararası platformda gelişen birlikler ve yaygınlaşan sivil toplum hareketleridir. Son gelişme ise, birçok düşünürün öncül olarak ele aldığı doğu blokunun yıkılması ve liberalizmin mutlak zaferidir (Çaha, 2000: 74-77).

Keane, Batı’da modern sivil toplum kavramının gelişimini etkileyen üç tip gelişmeye dikkat çekmiştir. Bunlar; kapitalist ekonominin yeniden yapılanması, Keynesçi refah devleti politikaları etrafındaki sancılı siyasal tartışmalar ve toplumsal hareketlerin gelişmesi olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrası kapitalist ekonominin yeniden yapılanma süreci, birçok devlet politikasının, sivil toplum içinde yer alan görece bağımsız meta üretimi ve mübadelesi süreçlerine olan yaşamsal bağını gözler önüne sermiştir. İkinci olarak Keynesçi refah devletinin iç politika alanında piyasa yerine siyasal nitelikli önceliklere yer vermesi, devlet planlama mekanizmalarını büyütmüş ve bu durumun siyasal etkileri toplumsal dayanışmanın bozulması, bürokrasi, profesyonellik ve uzmanlığa şüpheyle bakılması şeklinde ortaya çıkmıştır. Üçüncü olarak sivil toplum tartışmalarının yeniden ele alınmasında, toplumsal hareketlerin ortaya çıkması etkili olmuştur. Batı Avrupa’da gelişme gösteren yeni toplumsal hareketler sivil toplum ve devlet arasındaki ayrımı derinleştirmekle kalmamış, sivil toplumun kendi içinde de yer alan iktidar ilişkilerinin çoğullaşmasına katkıda bulunmuştur (Keane, 1993: 15- 23).

Sivil toplumun modern anlamda gelişmesine ön ayak olan benzer durumları, Erdoğan Tosun (2001: 52, 53), birbiriyle ilişkili dört kriz olarak ele almıştır. Birincisi, sosyalist modelin genel krizidir. Sosyalist model, dünya ekonomisi karşısında erimesi ve merkezi devlet kontrolünün iyi çalışmayan ve verimsiz bir sistem olduğu yönündeki kanıların güçlenmesiyle krize girmiştir. İkinci kriz, Sosyalist modeli örnek alan ülkelerde zorunlu ekonomik kalkınma üzerine kurulu siyasal ve sosyal sistemlerin rızaya dayalı egemenliğe izin vermemesiyle ilgilidir. Üçüncü kriz, Batı Avrupa’da ortaya çıkan sosyal demokrat partilerin kapitalizmin işçi sınıfı üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmaya çalışmasının, küreselleşen dünya ekonomisi nedeniyle başarısızlığa uğramasıdır. Son olarak üzerinde durulan kriz ise,

klasik devlet temelli stratejilerin kendini tüketmesine bağlı olarak klasik muhalefetin de aşınmasıdır.

Yukarıda sayılan krizlerin paralelinde sosyalist blokta izin verilmeyen sivil toplum yeraltına inmiş; bu nedenle demokrasi de gelişememiştir. Her ne kadar devletin içinde massedilmeye çalışılsa da yeraltında filizlenen sivil toplumun (Örneğin; Polonya’da işçi dayanışma hareketi ile başlayan dönem) batıda kabulü, Polonya’da parlamenter bir rejimin kurulmasına ve bu durumun zamanla Doğu Blok’una mensup ülkelere yayılarak komünist rejimlerin yıkılmasına ön ayak olmuş ve bu ülkelerde demokrasiye ulaşılmaya başlanmıştır. (Çaha, 2000: 68, 69).

Keane (1993: 3), sivil toplum ve devlet bağlamındaki bu tartışmayı “Devlet (onun askeri, polisiye, hukuki, idari, üretici ve kültürel organları) ile devlete ait olmayan (piyasa tarafından düzenlenen, özel denetim altında bulundurulan veya gönüllü biçimde örgütlenmiş) sivil toplum alanı arasındaki ayrım ile tam olarak ne kastedilmektedir?” sorusu ile ele almıştır. Esasen sivil toplum-devlet ilişkisinin yeniden ele alınışı kamusal alan- özel alan tartışmaları ve demokrasi-sivil toplum ilişkisi ile de açıklanabilmektedir. Bugünün koşullarında kamusal olanla özel olan, devlet ile sivil toplum arasındaki ayrım anlamsızlaşmıştır (Keane, 1993: 15). Modern sivil toplumlar, kapitalist ekonomileri, toplumsal hareketleri ve serbest kamusal alanları (kiliseleri, meslek örgütlerini ve bağımsız iletişim araçları ile kültürel kurumları); siyasal partileri, seçmen birliklerini; okul, hastane, tımarhane ve hapishane gibi kurumları da içermişlerdir (Keane, 1993: 32).

1980 sonrası sivil toplum tartışmaları daha çok demokrasinin oluşturulmasında üstlendiği role odaklanmaktadır. Hem demokrasiyi sağlayan hem de demokratik olan sivil toplumun görevinin, yöneticilerin iradelerini sınırlamak ve onların birer tirana dönüşmesini engellemek olduğu savunulmuştur. Ayrıca sivil toplum gerek baskıcı hükümetlere gerekse serbest piyasada tekel oluşturarak bireylerin haklarını ihlal eden sektörlere karşı bireylerin haklarını koruma gibi önemli bir işlev de üstlenmiştir (Çaha, 2000: 66, 67). Devlet-sivil toplum ilişkisi bağlamında ele alındığında esas olarak devlet, sivil toplumun farklı alanlarının özerkliğinin sınırlarını belirleyen yasalar çıkarır, bu durumda devletin müdahalesi söz konusu olmayacağından, sivil toplum, devletin hareket alanını kısıtlamış olur. Sivil toplum ve devlet birbirlerine anayasa ve birinin diğerine karşı hak ve yükümlülüklerini vurgulayan yasalar ve gelenekler yoluyla bağlanır. Bu nedenle bu iki kavramın birbirinden kesin bir şekilde ayrı olduğu düşünülemez (Akpınar Gönenç, 2001: 41). Sivil toplum devletten özerk bir alan olmakla birlikte, ekonomik toplumu içine alan, ancak ondan çok daha geniş ve karmaşık bir düzendir. Sivil toplumun genel olarak mülkiyet hakkı ve ticari faaliyetler temelli geliştiği

düşünülürse, onun ekonomik alandan ibaret görülmesi yanılgısı doğmaktadır. Ne var ki sivil toplum, ekonomik alandan çok daha geniş bir alana yayılmakla kalmamakta, partilerin, siyasi organizasyonların ve siyasi kamu alanlarının oluşturduğu siyasi toplumdan da ayrılmaktadır (Akpınar Gönenç, 2001: 46).

Sivil toplum günümüzde, “devlet alanında özgürleşmesini sağlamış, yasalar temelinde meşruluğu garantiye alınmış ve bireylerin gönüllü aktivitelerine, örgütlenmelerine dayanan bir sosyal yaşam alanı” olarak tanımlanabilmektedir. Bu tanım içinde bireysel özgürlükler, özerklik, yasallık, çoğulculuk, gönüllü örgütlenme, kamusallık gibi modern toplumun sine qua nonlarını2 bulundurur. Burada dikkat çekilen önemli bir nokta özerklik ve gönüllülük kavramlarının sivil toplumu resmi devlet faaliyetleri alanlarından farklılaştıran kavramlar olmasıdır (Erdoğan Tosun, 2003: 232). Başka bir özelliği de sivil toplumun ekonomiden ve devletten tamamen ayrılamaması ve bu nedenle devletin temsil ettiği siyasal çıkarlar ile iş dünyasının ekonomik çıkarları arasındaki orta/ üçüncü yol olmasıdır (Erdoğan Tosun, 2003: 235).

Çaha, sivil toplumun oluşabilmesi için gerekli ön koşulların varlığından bahsetmiştir. Bunlardan biri, hukuk devleti ilkesidir. İdeolojik değil hukuk devleti, devletin sivil topluma aynı mesafeden yaklaşmasını ve sağlıklı bir sivil toplumun oluşmasını sağlayacaktır. İkincisi ise sınırlı devlet ilkesidir. Devletin asli görevleri dışındaki hizmet alanlarına sivil toplum unsurlarını çekmesi gerekmektedir. Böylece sivil toplum etkin hale gelebilecektir (Çaha, 2000: 58, 59). Yazarlar genel olarak demokrasi sivil toplum ilişkisini anlatırken Merkez ve Doğu Avrupa’da yaşanan olayları örnek göstermişlerdir. Demokrasi sivil toplumu yaratırken sivil toplum da demokrasiyi yaratacaktır. İkisi birbirinin koşulu veya tamamlayıcısı niteliğindedir. Ancak sivil toplum kuruluşları her zaman demokratik amaçlara hizmet etmeyebilir. Anti demokratik eğilim gösteren STK’lar da aynı zamanda var olabilir. Bu nedenle tek başına sivil toplumun varlığı demokrasinin göstergesi değildir.