• Sonuç bulunamadı

oraya çizgi çekmekle olmaz. Sahil seyrini

öğrenmeden denizci

olamazsın.”

ce karmaşası içinde sessizliği yine Kısmet’in sözleri bozdu. Fısıldadı ilk aşkı Sadun’un kulağına “Unutma beni, unutma beni …”

27 Kasım günü gelip çatmıştı nihayet. Kısmet’in yeni ufuklara yelken açacağı gün bugündü. Sadun Kaptan’ın da Bodrum’dan kalkıp İstanbul’a gelmesini fırsat bilip, bu özel gün tertip edilmeden önce ropörtaj için kendisinden rıza aldık. Mizacı dolayısıyla bu isteği-mizi memnuniyetle karşıladı. Kısmet teknesi ve Sadun Boro ile ilgili birçok şeyi kendi ağzından dinlemek sü-rükleyici bir roman okumak gibi olacaktı hiç şüphesiz. Onun şahsına münhasır kişiliği bu hikâyeyi en parıltılı şekilde süsleyecekti mutlaka.

Vakit kaybetmeden yola koyulduk, ilk hedefimiz Altın Boynuz. Rahmi Koç Müzesi’ne varmak için öncelikle İstanbul’un kaotik trafiğini aşmamız gerekiyordu. Fa-kat sonunda ulaşacağımız ödül bunların hepsine değe-cekti. Heyecanımız bir an bile dinmemişti. Teknelere çok meraklı bir kişilik olmadım hiçbir zaman. Fakat böylesine bir başarı ve doğa anaya meydan okuyuş, içimdeki kâşif İndiana Jones’u uyandırmıştı.

En nihayetinde Rahmi Koç Müzesi’ne vardık. Müzenin denizcilik bölümüne doğru ilerlerken kalp atışlarımız on metreden duyulabilecek şekle gelmişti. Dört bir yanımız Kısmet ve Sadun Boro kokuyordu adeta. Mü-zenin birçok yerinde afişler, resimler, bilgilendiriciler asılmıştı. Verilen kokteyl özenle hazırlanmış, planları aylar önceden yapılmıştı.

Kısmet önemli bir görev için buradaydı.

Alana geldiğimizde bütün ilgi Sadun Kaptan ve Kısmet üzerindeydi. Basın mensupları, davetliler ve denizlere gönül verenler ablukaya almışlardı bu ikiliyi. Başı çok kalabalıkken bu seksen üçlük delikanlıyı pek rahatsız etmek istemedik. Biz de o sırada Kısmet’in etrafında dolanıp, bu yorgun tekneye bir kez daha el sürüp, yedi denizin hissiyatını yaşamaya çalıştık. Kokteyl ilerle-dikçe Boro’nun başındaki kalabalık azalmış, yoğunluk Kısmet’e ve ikisinin yolculuklarından elde edilen görün-tülerden derlenen belgeselin oynatıldığı ekrana kay-mıştı. Hiç vakit kaybetmeden Boro’nun yanına gitme-ye karar verdik. Biraz sonra Poseidon’un yanındaydık, kendimizi tanıttık ve söyleşi yapmak için geldiğimizi açıkladık. O anda gözlerinde bir parıltı oluştu bu yorgun kâşifin. Sanki “Anlatacak çok şeyim var, nerede kaldı-nız?” der gibiydi. Ufak bir tanışma ve giriş sohbetinden sonra konu yaşıma geldi. Ne kadar genç olduğumu öğ-renince çok sevinmişti. Zaten Kısmet’i müzeye bağış-lamasındaki temel sebebin bu olduğunu, gençlerin bu maceradan nasiplenmesinin amaçlandığını dile getirdi.

“Genç dostum, senin Kısmet ve yaşadığımız maceraya olan ilgini gördüğüm zaman ne kadar doğru bir karar aldığımı anlamış oldum. Bu hareketimin ilk meyvesini vermiş olması beni mutlu etti doğrusu.”

Söylediği bu sözler aslında benim sormak istediğim ilk sorunun cevabı oldu bir bakıma. “Kısmet neden bir müzede?” Benim için konmamıştı elbet koskoca tekne

97

bir müzeye. Fakat Boro’nun genç insanlara yardımcı ve rehber olma arzusu her şeyi açıklığa kavuşturuyordu. Kısmet önemli bir görev için buradaydı.

Genç beyinlere yol göstermek ve başarının istendiği zaman aslında çok zor olmayacak bir sonuç olduğunu anlamaktı 10.30’luk Kısmet’in gayesi.

“Konuşacaksın haritayla... Zaten denizciliğin keyfi de buradadır.”

Sonrasında sohbetimize devam ettik. “Sizin ve Kısmet’in birlikte yaşadığı serüvenleri yıllarca gazete ve dergilerden okuduk. Bu ülkede ve dünyada birçok kişi sizin hayranınız. Bir fenomen haline geldiniz. Bu-nun en büyük sebebiyse bu yolculuğu kısıtlı imkanlarla ve neredeyse tek başınıza gerçekleştirmiş olmanız. Teknolojinin nimetleri olmadan nasıl bu başarıya ulaş-tınız?” diye sorduk.

“Haritayı karşına aldığın zaman, haritayla karşılıklı ko-nuşacaksın. Rotayı çizmek demek oradan oraya çizgi çekmekle olmaz. Sahil seyrini öğrenmeden denizci olamazsın. Kimse bunun farkında değil. Yani diyelim

bozuldu elektronik aletler. Ne yapacaksın? Çok şahit oldum, insanlar şaşırıp kalıyor biraz sıkışınca... Gezdiğin yerin haritasını alacaksın eline. Nereden nereye gidiyorsun. Bunlardan kerteriz alarak bunu öğrenmesi lazım. Konuşacaksın haritayla... Zaten denizciliğin keyfi de buradadır. Her şey hazır olduğu zaman ne önemi var. Senin katkın nerede? Diğer türlü arabayla karayolunda dolaşır gibi... Ne anlamı var? Bu iş ehliyetle olmaz. Bana doktor ehliyeti verseler ben doktor mu olacağım? Yani denizciysen denizi öğrene-ceksin. Kendi kararlarını kendin vereöğrene-ceksin. Teknolo-jiden faydalan ama diğer şekilde de başının çaresine bakmayı bil.”

Kendisine bir sürü insanın gelip “Senin kitaptan, hiç haritaya bakmadan buraya kadar geldik” dediğini an-latıyor ve bunu yanlış buluyor. Kitabının başında da yazmış zaten, “Muhakkak haritayla çalışın” diye. Ama insanların bir şey öğrenirken üşengeç davrandığını, “İki kere denize çıkınca allâme-i cihan oldu,” sandıkla-rını söylüyor.

pa-99

çayı,” diye de ekliyor hınzırca gülerek. Teknojiden

yok-sun olması ve okyanuyok-sun hırçınlığı, seyahat esnasında haliyle onun da canını sıkmış. Hatta bir seferinde de-nizin ortasında kaldığı esnada bizim duyduğumuz çok eğlenceli bir anısı var. Bunu fırsat bilerek soruyoruz.

Denizkızı görebilseydi keşke…

Büyük dünya seyati esnasında Okyanus ortasında yel-ken direğiniz kırılmış bir keresinde ve yanınıza gelen bir İngiliz savaş gemisi sizi kurtarmak istemiş. Bu olaydan bahsedermisiniz?

Anıları canlanınca en neşeli haliyle kahkahayı basıyor ve devam ediyor. “Atlantiğin ortasındayım ve fırtına

boran kopmuş. Düşün bakalım bir yelkencinin başına en kötü ne gelebilir?” Ben boş boş düşünen bir ifadeyle

bakınca tekrardan kahkahayı basıyor… Sonrasında ek-liyor, “Yelken direğim kırıldı, yelken direğim... Yani

olabi-lecek en kötü hal içersindeydim. Sağa sola koşuşturur-ken ufukta bir savaş gemisi gözüktü, usulca bordaladı bana ama usulca… Aksi taktirde alıverirdi Kısmet’i altı-na, haliyle beni de…”

Anlatırken gülümsemesi yüzünden eksik olmuyor Sadun Kaptan’ın.

“İngiliz kruvazörüydü, gemi kaptanı sarkıtma merdiven-le Kısmet’e indi zor bela, adamcağız belli ki yardımcı olmak istiyordu. Telaşlı bir şekilde konuştu, ‘Seni ala-lım gemiye, burada kalamazsın, sabaha ölmüş olursun’ dedi. Öyle şey olmaz…” diyor Sadun Kaptan birden ciddileşerek, “Kaptan teknesini bırakmaz asla. Ben İngiliz subaya diretince, gelmeyeceğimi anladı kendisi… Giderken sordu, ‘Bir ihtiyacın var mı? Belki temin edebiliriz’ diye. Verdiğim cevap çok şaşırtıcı gelmişti ki suratındaki şaşkın ifadeyi unutmam hâlâ. Bir şeye ihtiyacım olmadığını, ama deniz kızı gönderebilirse hayır demeye-ceğimi söyledim. Muhtemelen deli olduğumu düşünmüştür. Neyse fırtınayı atlattık, sabah da yelkeni kendi imkanlarımla tamir ettim. En ya-kın sahile kadar beni idare etti. Allaha şükür…”

“Bir kaplumbağayı kabuğundan ayırmak gibi oldu benim Kısmet’ten ayrılmam…”

Biraz daha sohbet ettikten sonra konuyu Kısmet’in müzeye konuluşu ve öncesindeki ba-kım çalışmalarına getirmeye çalışıyorum. “Kısmet’ten ayrılmanız epey zor olmuştur

mu-hakkak, neler hissettiniz?”

“Aman o konuyu açma, hâlâ alışamadım. Mesele kül-lenmedi benim içimde. Yarım asırlık can yoldaşımdan ayrılmak fevkalade zor geldi bana. Son zamanlarda iyice zorlanıyordum; bakımıydı, tutumuydu derken ama olsun. Helali hoş olsun. Bir kaplumbağayı kabuğundan ayırmak gibi oldu benim Kısmet’ten ayrılmam. Artık ge-risini sen düşün…”

“Bakım onarım çalışmaları ile bizzat siz yakından ilgilen-diniz sanırım, yanılıyor muyum?”

“Tabii ki. Kısmet restore edilirken her anında ben var-dım. Sonuçta kimse onu benden daha iyi tanıyamaz. Her parçasını vidasını ben bilirim. Boyasıyla dahi ben il-gilendim. Sağolsun RMK Marine Tershanesi de anlayış gösterip benim proje içerisine bu kadar dahil olmama ses etmedi. Kısmet zor teknedir, öyle herkes uğraşa-maz onunla. Kaldı ki içinden bir sürü malzeme çıkması gerekiyordu. Bunların bir kısmı burada sergilenecek. Bir kısmı da benimle beraber gelecek. Sırf bunların ayrıl-ması bile başlı başına mevzu zaten. Bu yüzden çalış-maların bizzat içerisindeydim.”

Sohbetimizi sonlandırmak adına, konuyu “Mutlu musu-nuz?” sorusuna getirmeye çalışıyorum. “Peki, tüm bu olanların sonucunda kendinize yeni bir tekne aldınız. Şu anki yaşantınızdan memnun musunuz?”

“Doğrusunu söylemek gerekirse, yeni aldığım tekne daha büyük, daha derli toplu… İsmi Sonbahar. Bu tek-ne benim sonbaharım olacak artık. Kışa girmeden ön-ceki son limanım…” dedikten sonra gülümsüyor. Biz

de, “Allah korusun” diyoruz, “Sizin daha önünüzde çok zamanlar var,” diyerek gülümsedikten sonra devam ediyor Sadun Kaptan. “Dediğim gibi, bu katamaran tipi tekne. Daha ferah, hareket

ala-nı filan daha geniş ama hiçbir tekne Kısmet’in bana yaşattıklarını yaşatamaz. Anılar var bir kere, yaşanmışlıklar var. Mutlu olduğum söy-lenilebilir ama genel anlamda... Hep diyorlar ‘Yeni teknene alıştın mı…’ Benimse cevabım hazır. ‘Bana sormayın, asıl kerataya sorun: ‘Sen Sadun’a alıştın mı peki’ diye…”

Sadun Boro’dan merak ettiklerimizi öğren-dikten sonra kendisiyle sarılıp vedalaşıyoruz. Klasik veda cümlelerinin ardından ve kendi-sini can yoldaşı Kısmet’in yanına gönderiyo-ruz. Son bir kez özlem gidermesi için…

EGE’DEN BİZE SON KALAN, TARİHTEN ARMAĞAN BİR YERDİR BURASI. GÖZ ALABİLDİĞİNCE UZANAN BAĞLARIYLA,

ÜZÜ-MÜN VE ŞARABIN MEMLEKETİ BOZCAADA, YERYÜZÜ KADAR ESKİ TARİHİNDE PEK ÇOK NEŞELİ, VEFALI, YER YER DE

YARALI ÖYKÜYE SAHNE OLMUŞTU. “BU ADA TÜRKLERİN… HAYIR! RUMLARIN…” DERKEN; MEDENİYETLER ARASINDA

ÇEKİŞTİRİLMİŞ DURMUŞTU BUNCA ZAMAN. MÜBADELE GÖRMÜŞ OLAN YER, UFACIK BİR KÖY, ADA, KASABA BİLE OLSA;

KENDİNDEN BÜYÜK ACILAR VE AYRILIKLAR YAŞAMIŞ DEMEKTİR. VE BU ÖYKÜLERİN ÜZERİNE KURULMUŞ SAKİN

HAYAT-LARI, BOZCAADA’NIN HUZURUNU; GİDENLERİN VE KALANLARIN ACI TATLI ANILARI ÇİÇEKLENDİRMİŞTİ…

Yazı ve Fotoğraf l Şifa Elçil

T

anrı, kulları uzun ömürlü olsun diye Bozcaada`yı yaratmış,” der Herodot.

Güneşli bir günde Bozcaada’ya yaklaşıyoruz. Venedik döneminde yapılan ve sonradan res-tore edilen Kale göründü bile. Özlem nihayet bitecek. Gözlerimi kapatıyorum. Daracık sokaklar, sıcacık ev-ler... Evlerden yükselen yanmış odun kokusu. Kapı ön-lerinde sabah kahvesini yudumlayan kadınlar. Gizemli, baştan çıkarıcı salhane. Deniz serin, içilesi, pırıl pırıl… Göz alabildiğine uzanan bağlar ve bağların bittiği yerde başlayan gelincik tarlaları. İşte Bozcaada…

Homeros’a, Herodot’a ilham vermiş…

Denizler tanrısı Poseidon’un torunu Tenes, bir sandala konularak Lâpseki’den denize bırakılır. Genç Tenes, Le-ukophrys adasında sahile vurunca buraya sığınır. Yıllar sonra adanın ismi Tenes’in adası anlamına gelen “Te-nedos” olarak değişir. Bozcaada, Troya Savaşı’nda da önemli rol oynamıştır. “Troya” ismiyle anılan antik şehir, dünyadaki en ünlü arkeolojik kentlerden birisidir ve bu efsanevi yerleşim yeri; Çanakkale, Biga yarımadası, Hi-sarlık mevkiinde, 1870’lerde Alman arkeolog Heinrich Schliemann tarafından keşfedilmiştir. Homeros’un ünlü

“İlyada” destanında anlattığı ve Troya Savaşı’nın geç-tiği antik kent, 1870’den beri aralıklarla kazılmaktadır ve birçok kez yıkılıp aynı yerde yeniden kurulduğundan insanlık tarihinin 5 bin yıllık serüvenini önümüze ser-mektedir. Deniz ticaretindeki konumu sebebiyle sürekli olarak istilacıların ve yağmacıların hedefinde olan kent, tarihin ilk büyük Doğu-Batı savaşına sahne olmuştur. Troya’yı savaşla fethedemeyeceklerini anlayan Akha-lılar bir hileye başvururlar. Devasa bir tahta atı Tro-yalılara hediye olarak sunduktan sonra, savaşı bırakıp evlerine dönecekleri izlenimini yaratırlar. Gemileriyle uzaklaşıp Bozcaada’nın arkasında beklemeye koyulur-lar. Troyalılar, hediyenin tanrılara adandığını düşüne-rek kabul ederler. Savaşın yorgunluğu ve kutlamalarda içilen şarabın etkisiyle herkes uyuduğunda tahta ata gizlenen Akha askerleri dışarı çıkarak, diğer askerlerin içeri girmesini sağlar, kaleyi ele geçirerek, kenti yağ-malarlar.

Bu ada, hatıraları dipdiri tutar…

Haluk Şahin’in deyimiyle Anadolu’da bir Türk köyüyle, Ege’de bir Yunan adasını eşleştirirseniz ortaya çıkan Bozcaada’dır. Vapur kıyıya yanaşırken herkes adaya bir