• Sonuç bulunamadı

önümüzde. Ayaklarında lastikler, sırtlarında

gidi-yorlardı sanki. Tam fotoğraflarını çekecektik, birden sal-dıracak gibi baktılar, makinemize vurdu biri.

“Sakun deyrum saa, boğarum senu!” Şaşkınlıkla kalakaldık, bilemedik ne diyelim. “Yok, seni çekmiyorduk biz.”

Ama o kızgınca bakmaya devam etti. Konuyu dağıtalım dedik, sorduk:

“Çay mı taşıyorsun yenge ?”

“Sen nerelusun da çayu biluyorsun ?”

“Karadeniz’deydim geçen, onlara benziyorsun. Böyle gi-yinip gidiyor onlar da çaya. Sen çaya gitmiyor musun ?” “Ben haçan köyden çıktum, çay geldu, 57 senedur İstan-bul’dayum ben. Çay may görmedum!”

“Gitmiyor musun hiç Karadeniz’e ?” “Yok arada gideyrum 3-4 senede bir.”

Baştan aşağı tam bir Karadenizli olan kadın, Saniye Yen-ge... Fotoğrafını çekmesek olmazdı.

“Sakun! Doğrultma onu baa!”

Anlatmaya başladı sinirli Karadeniz şivesiyle.

“Sor baa neden, bahçeden geluyordum benum haberum yokti, benu çektu derginin kapağuna koydu, o şerefsüz! Ben uğraşsam onla ama Allah uğraşsun onla.”

Karadeniz’de kadın olmak zordur, bunu biliyorduk. Sorduk:

“Madem çay toplamaya gitmiyorsun ne var sırtında o ka-dar ?” “Hızarım var,” “Başka ?” “Orağım var.” “Eee?” “İpum var.” “Kuzinam da var.”

Karadeniz’in sert rüzgârının yer ettiği ve bir harita çıkar-dığı yüzüne; öylece bakıyorduk.

Güldü, “Şimdi ormana gideyrum, odun etcem,” Karadeniz’de kadın olmak zordur, biliyorduk.

Bizler Aydın Üniversitesi Haber Ajansı’nın muhabirleriy-dik. Hepimizin karnı daha buluştuğumuzda zil çalıyordu. Kahvaltıyı Garipçe’de yapacaktık, bir amacımız da buy-du. Yol üzerinde balık ağı ören birkaç adam gördük. Köye girmiştik artık. Köy girişinde bir cami ve karşı tarafında

Sonra bir fotoğraf

karesi belirdi

önümüzde. Ayaklarında

lastikler, sırtlarında

küfelerle Karadenizliler

çaya gidiyorlardı sanki.

Tam fotoğraflarını

çekecektik, birden

saldıracak gibi baktılar,

makinemize vurdu biri.

abdest almak için bir bölme vardı, orada bir tabela “Köy içerisinde plaj kıyafetiyle gezilmesi yasaktır”.

Şehir içinden gelenler Garipçe Köyü’ne akınlarını sür-dürüyorlar. Gelenlerin amacı mükellef bir kahvaltı… Bir yer bulma telaşesi göze çarpıyor. Biz de caminin hemen aşağısındaki Asmaaltı Restoran’a daldık, masamıza ku-rulduk.

Kuş sütü? Gerçekten aklımdan geçen soru buydu. Bir tek kuş sütü eksikti. Peynirinden reçeline kadar her çeşit vardı. Karadut reçeli, Hamsiköy peyniri, tereyağında yu-murta. Bir de o çıtır çıtır sigara böreği. Kaçar tane yedik hiç bilmiyorum. Açık büfede tabaklarımızı taşana kadar doldurduk. Allah gözümüzü doyursun ki yetmedi, ikinci tabakları da alıp soframıza geçtik. O da yetmeyince mıh-lamamızı sipariş ettik.

Bu kısmı çok fazla övüp nispet yapmayı istemiyorum açıkçası. Ama bir öneri isterseniz, bir sabah “Kahvaltıya nereye gitsek?” derseniz, yolunuzun kesinlikle düşmesi gereken yer Garipçe’dir.

Biz gözü doymaz şehir kaçkınları bir börek, mıhlama filan derken; restoranı dolduran tüm insanlar da hallerinden bizim kadar memnunlardı. Kulağı tırmalamayan bir kala-balık uğultusu vardı. Ama o da kahvaltının müziği olarak bizlere eşlik ediyordu.

“Yakın…”

Küçük bir balıkçı köyüydü Garipçe. Hafta sonu olduğun-dan dolayı gerçekten de kalabalıktı. Köye daha önce de bir arkadaşımla gelmiştim. O ziyaretimi hafta içi yapmış-tım. Köy yerlilerinden başka kimsecikler yoktu. Bugünse restoranları, kafeleri dolup taşıyordu. Zaten köyde üç restoran bir de gün ışığının çok güzel vurduğu, insanın bütün düşüncelerini nerede bıraktığını bile bilmediği, güzel müzikleriyle yüzünde huzurlu bir tebessüm uyan-dıran Kaledibi Kafe vardı. Arkadaşımla beraber ilk dura-ğımız Kaledibi Kafe olmuştu. Kahvelerimizi söyleyip hoş müzikler eşliğinde güneşe karşı oturmuştuk.

“Hey yıllar yenilmedim size, benim içim bahar, aynı. Aynı o ılık rüzgâr, yine esiyor ellerimde.” Bu Leman Sam’ın bir şarkısıydı.

İçimdeki umutların yeşerdiğini söylesem az kalır. Yü-zümde o söz ettiğim tebessüm vardı. Anlamsız ama çok şey ifade eden... “Gitmek istersiniz uzaklara; yakınınızda sizi iyi edebilecek bir şeylerin varlığını bilmeden. Bazen gidersiniz, bazen de o ‘yakın’ sizi çoktan alıp götürmüş-tür uzaklara.” Gözlerim kapalı ılık esen rüzgârın tadını çı-karıyordum. Saçlarım rüzgârda uçuşuyordu ve arkadaşı-mın Orhan Veli Kanık’tan alıntı yaptığı dizelerle uyandım.

Denizden yeni mi çıkmıştı neydi; Saçları, dudakları

Deniz koktu sabaha kadar…

Bir balıkçı köyünde tatmaya kıyamadığımız lezzetler…

Köy meydanında yan yana kurulmuş tezgâhlar şehirli-leri bekliyor. Hemen onlara doğru yöneldik. O kahvaltı-nın üzerine yine de iştah açıcı bir görüntüydü. Ev yapı-mı çeşit çeşit reçeller mi dersiniz, acukalar, salçalar yapı-mı dersiniz. Yoksa o Karadeniz’e özgü mısır ekmeği mi? Bir de benim alıp da yemeye kıyamadığım Kolot peyniri. Manda yoğurdu, turşular, arı sütü, damla sakızı... Hele o reçeller… Kızılcık reçeli, böğürtlen reçeli, zencefil reçeli, ceviz reçeli, ayva, portakal, incir reçelleri… Karadeniz’in yeşil mandalinasından yapılmış reçel, hatta domates re-çeli bile...

Meydanın ucunda elinde ağlarıyla bir Garipçeli. “Ağları tamir ediyorum.”

Ağın delikleri fazla geniş geliyor gözümüze.

“Uzatma ağı bu, palamut yakalıyoruz bununla. Çinekop zamanı şimdi ama daha bekliyoruz.

“Palamut yok mu ?”

“Yok palamut da belki olur. Bir ümit, bekliyoruz. Seneye kışa hazırlık oluyor,” diyor. O da köyün yerlilerindenmiş. İş oldu mu balığa da çıkarmış, can sıkıntısından ağ da onarırmış.

Balıkçı kasabası burası ya, balıkçı kasabalarının kahve-hanelerinde balıkçılar olmalı...

Balıkçının suskun sohbeti derince ve deniz kokuyor… Köy kahvesine girdik paldır küldür. Çakır çakırdı gözle-ri. Oturmuş kartlarla fal bakıyordu. Onun yuvası denizdi besbelli. Oturduk masasına:

“Selamün aleyküm”

“Aleykum selam”

Ateşten çalma mavi gözleri denizden güç alıyor gibiydi. Suskunluğunu gözlerine öğretememiş, büyük hikâyeler vardı o çakır gözlerde.

“Balıkçılık mı yapıyordunuz ?” Fal açmaya devam ediyordu: “Hee, bıraktık, çok yaşlandık.”

Soruyorduk, geçiştiriyordu; soruyorduk, yüzümüze bak-mıyordu, soruyorduk cevap bile vermiyordu.

Gözüm ellerine kaydı, kuru ve sertti. Nasırlaşmıştı. Ka-baca kartları toparlayıp iteledi.

“Bırakın, beni konuşturmayın,” diyordu.

Biz de onu konuşturmak için sürekli kışkırtmaya çalışı-yorduk. “Onu bilir misin?” “Bunu bilir misin?” diçalışı-yorduk. Bir hikâyesini dinlemek istiyorduk. Kızdıkça kızdı, sonra bir başladı konuşmaya...

“Rusya’ya gidiyorduk biz balığa, 32-35 saat sürmüşlüğü oluyordu. Volvo’ydu bizim motorlar, Volvo 160.

“Kaç kişi gidiyordunuz ?”

“15 kişiydik teknede. Radarlar yoktu o zaman,” “Nasıl buluyordunuz balığı?”

“Ya şimdi anlattırma bana, bedavaya yok öyle. O zaman-lar yaşadık, bitti gitti. Anlatmak istemiyorum şimdi.” Tam cayıyordu yine kışkırttık:

“Yok mu senin denizde bir anın? Nasıl balıkçısın sen?” “Bak bir tane anlatayım sana. Yıllardan 1975-1976. O zamanlar Türkiye’nin en büyük teknesi var. Cumhuriyet Gazetesi’nde çıktık biz. Rusya’da, balığa çıktık, demiri attık. Öyle bir fırtına vardı ki, 15 saat boğuştuk deniz ej-derhasıyla göğüs göğüse… Demir, motora girdi. 40 saat kaldık. Balık malık yakalayamadık.”

Sonra yine sustu. Biz onu kızdırdıkça konuşuyordu. Üs-tüne gidiyorduk, anlatmaya devam ediyordu. Yaşlandık-ça çocuklaşan insanlardan biriydi o da. Birden

115