• Sonuç bulunamadı

Olaylarda Geçen Şahsiyetler

3. ESERLERİ

1.2. KİŞİLER

1.2.2. Kurgu Kişiler

1.2.2.1. Olaylarda Geçen Şahsiyetler

Durali Yılmaz’ın eserlerinde tarih sahnesinde yer almış kişiler sıkça karşımıza çıksa da romancı kimliğini de unutmamak gerekir. Romanlarında kurgunun gidişatına göre kahramanlar karşımıza çıkmaktadır. Siyah Perdeli Evler romanında anlatıcı bir kurgu kişidir. Herhangi bir tasvire yer verilmediğinden fiziksel özellikleri hakkında bilgimiz yoktur ancak bir arayış içinde olduğunu, soyut bir yolculuk sırasında gerçekle düş arasında kaybolduğunu gözlemleriz.

“Soluğumu keserek dinliyorum; sükût. Başlar hep öne eğik, gidiyorlar, gidiyorlar. Bana öyle geliyor ki bunlar birbirlerini bile görmüyorlar. Düşünmeksizin

106

gidiyorlar. Gözleri hep yolda. İyice yanlarına yaklaştım. Elbiselerimiz birbirine değecek…”(Siyah Perdeli Evler. s.22)

Bir bölümde, “Sırtımda giysilerim var. Vücudumda yorgunluk, gözlerimde uyku. Bunlar yeniden somut bir varlığa dönüşmenin sevimsiz cilveleri”(Siyah Perdeli Evler, s. 92) diyerek kendinden az da olsa bahsetmiş olur. Adı geçen eserin sonuna doğru anlatıcı kahraman yine kendiyle ilgili tasvire başlar. “Ben tabutun hemen arkasındayım. Başımda bir beyaz sarık, sırtımda bir siyah cübbe. Şu ana kadar bu kıyafetimi hiç fark etmemişim.” (Siyah Perdeli Evler, s.158)

Yine bu romanda anlatıcı kahramanın anne babasından bahsedilir. Onlar da ete kemiğe bürünmüş birer insandır. Fizikî ayrıntılara kısmen yer verilir.

“Çekinerek babamın gözlerine bakıyorum. Kara gözleri mezarlara takılıp kalmış.”(Siyah Perdeli Evler, s.112)

“Annem, alnında biriken terleri, basma fistanının yeniyle sık sık siliyordu. Kalın kaşları yapış yapış terdi.” (Siyah Perdeli Evler, s. 113)

Savaş Günlüğü romanında anlatıcı kahramanın fiziksel özelliklere yer verilmez ancak bir yerde, “Uzaklaşırken elimi sallayarak gülümsüyorum. Zaten ben her zaman gülümserim.” (Savaş Günlüğü, s.41) demesiyle okurun gözünde güleç biri canlanır. Bununla beraber kahramanın ruhsal sıkıntıları, karamsarlığı, savaş sonrası zarar görmüş psikolojisi okura yansıtılır.

Savaş Günlüğü romanında kahramanın nişanlısına, çevresindeki askerlere, ev sahiplerine ve komşularına değinilir. Ayrıntı verilmez ama roman boyunca adları geçmese de hep var oldukları bilinir.

“Masamın yanına vardım. Üstünde bir mektup duruyordu. Dün aldığım bu mektup nişanlımdan gelmişti. Anlaşıldı mesele, mektupla beraber gelmiş olan fotoğrafı arıyordum baştan beri.”(Savaş Günlüğü, s.8)

“Ev sahiplerinin evi de aynı avludaydı. Benimkinden biraz geniş, tek katlı ve üç odalı bir aile eviydi. Ellinin üstünde bir karı kocaydılar(…)Komşu evde ışık yanıyordu. Burada bir astsubay oturuyordu. O da gitmeye hazırlanıyor anlaşılan.

107

Belki az önce ayrıldı evinden. Karısı gözlüklü, zayıf, uzun boylu, sarışın bir kadındı. Otuz yaşlarındaydı. Bir kız, iki oğlan üç çocukları vardı.”(Savaş Günlüğü, s.8-9)

“Arabam konvoyun hemen hemen ortasındaydı. Önümdeki cemse asker doluydu. Kimisi uyukluyor, kimisi sigara içiyor, kimisi tüfeğiyle oynuyordu. Şoförüm efendi bir çocuktu. Sevdiğim askerlerimden biriydi.” (Savaş Günlüğü, s.10)

Gözlemci bakış açısıyla okurla buluşturulan Ankara’da Ölüm romanında asimile olmaya yüz tutmuş, gelenek-göreneklerinden kopmuş bir ailenin fertleri karşımıza çıkmaktadır.

Romanda Hacı Mehmet Efendi, üç çocuğu, Alman gelini ve iki torunu ile kiracıları olan iki delikanlı ve onların arkadaşı Gülay yer almaktadır. Karakterlerin hepsi toplumumuzda yer alan belirgin yapıdaki kişileri yansıtır. Türk halkının örf ve adetlerini yaşatmaya çalışan Hacı Mehmet Efendi, Batılı yaşam tarzına özenen kızları Asiye, Sevim ve torunu Ümit, Türkiye’ye gelin gelmiş olan Marya ve arada kalan oğlu Cemil bozulan aile olgusunun işlenmesinde rol oynayan kişilerdir. Bununla birlikte savurgan ve rahat hayatın temsilcileri ise kiracıları Cevat ve Fuat ile onların arkadaşı Gülay’dır.

Hacı Mehmet Efendi belirttiğimiz üzere bir temsildir. Anadolu ihtiyarlarını temsil eder. Gelenek ve görenekleri, kültürü, inancı en doğal haliyle yaşar.

“Hacı Mehmet Efendi, üç devirlik sedef teşbihini ağır ağır çekerek bakıyor televizyona.” (Ankara’da Ölüm, s.12)

Yaşayış tarzı günümüz genlerinden çok farklıdır. Bir valiz saklar ve ölünce içindekilerin dağıtılmasını ister. Ona göre çok değerli olan şeyler çevresindekiler tarafından önemsenmez.

“Benim sağlığımda olmaz. Ben öldükten sonra herkes hediyesini alır. Sağlığımda verecek olursam bir köşeye atıp yitirirler. Kıymetini bilmezler. Oysaki Mekke-i Mükerreme’den aldım bunları ben, mübarek şeylerdir. Ben öldükten sonra herkes kendi hediyesini alırsa dikkatle saklarlar.” (Ankara’da Ölüm, s.17)

Sevgi erken yaşta dul kalmış, kızı Ümit ile paylaşım yapan genç ve güzel bir kadındır.

108

“Sevgi özenle giyinmiş, kızı kadar genç ve güzel görünüyordu.” (Ankara’da Ölüm, s.19)

Hayatının küçük bir kesitini onun ağzından okuruz. “Bu daire kocamdan kalmadır. Ona da babasından kalmış. Benim yirmi yılım burada geçti. Bizim bey öldükten sonra bir süre daha oturduk Ümit’le.”(Ankara’da Ölüm, s.20)

Kızının farklı davranışlarını savunur ve örtbas etmeye çalışır. Yine de Sevgi romanda dejenere olmuş, öz benliğini yitirmiş karakterlerden biridir.

“Bu apartmanda Sevgi Hanım’a iyi gözle bakmazlar diyordu. Anlarsın ya, kocası öldükten sonra evine bazı erkek dostları gelip gider olmuş. “ (Ankara’da Ölüm, s24)

Torun Ümit, genç ve güzel bir kızdır. Dişiliğini kullanarak birçok şeyi halledebileceğini düşünür. “Cevat’ın gözü Ümit’e takılıyor. Dolgun ve düzgün bacakları mavi, kısa entarisinden dışarı taşıyor Ümit’in.” (Ankara’da Ölüm, s.14) Bazen dedesine karşı bilgiçlik yapar ve uyarılara maruz kalır. “Ayıp, ayıp bu yaptığın. On sekizine girdin hala akıllanmadın.” (Ankara’da Ölüm, s.17) Âşık olana kadar hırçın ve geçimsizdir. “Hırçın ve geçimsiz bir kız olan Ümit; sevimli, şen, cana yakın bir kız oluvermişti.” (Ankara’da Ölüm, s.49)

Oğul cemil ise arada kalmış bir durumu temsil eder. Almanya’da eğitim görmüştür.

“Geçen yıl Cemil’le Asiye Almanya’dan geldiler. Biliyorsunuz Cemil öğrenimini Almanya’da yaptı. Asiye’yle beraber gitmişlerdi. Sonra Cemil orada evlendi. Bu nedenle bir iki yıl daha kalmış oldular Cemil’in okulu bittikten sonra. Bu arada Cemil’in bir de oğlu oldu.” (Ankara’da Ölüm, s.20)

Gülay; erken yaşta evlenip anne olmuş, dul kalmış, tekrar evlendiği kocası tarafından aldatılmış, gençliğini yaşayamamış, hafif bir kadındır. Memurluk yapmaktadır. Kendi hikâyesini kendi anlatır.

“Biliyor musun Cevat, ben hiç yaşamadım gençliğimi. Sen genliğini yaşıyorsun. İlk çocuğumu on yedi yaşındayken aldım kucağıma. Sevim’i göremedin değil mi? bir gün getireyim. Güzel kızdır. Sevim kızım değil arkadaşım oldu benim.

109

Sevim üç yaşındayken bir oğlum dünyaya geldi. Bir iki yıl sonra da kocam öldü. Tek isteğim oğlumu okutmaktı ama olmadı. Şimdi otobüs tamirciliğinde çalışıyor. Sanırım sonuna kadar da tamirci çırağı olarak kalacak. Tamirhane açmak kolay değil. Çok para gerekli. Kocam öldükten sonra bir akrabamızın yardımıyla bu dairede işe başladım. Başka ne yapabilirdim? İşte görüyorsun, hala çalışıyorum(…) Yirmi beşimden sonra ikinci evliliğimi yaptım. Yeniden evime dönek, bu masallardan kurtulmak için evlendim. Ama ama(…)ilk günden aldatmaya başladı beni kocam.” (Ankara’da Ölüm, s.9)

Durali Yılmaz’ın gerçek kişi ve sembolik kişiyi aynı anda işlediği romanlarından olan Ayasofya Dile Geldi’de romanın ana karakteri ve anlatıcısı Ayasofya’dır. Ayasofya’nın anlattıklarını dinleyen, ona farklı bir tutumla yaklaşan tek karakter ise Faruk Yücel’dir.

Faruk Yücel, toplumumuzda günlük hayatta karşımıza çıkabilecek özellikle sahip olan bir insandır. Fiziksel ve ruhsal ayrıntılarına çok fazla yer verilmez.

Ancak Faruk Yücel’i anlatıcı kahramanın gözünden dinleriz. Özellikle onun ruhsal durumu, bunalımı, karamsarlığı kısacası iç dünyası okura yansıtılır.

“Yine gözlerin çevrildi kubbeme. Nedir aradığın bende? Günlerdir gözetliyorum seni; saatlerce dolanıyorsun içimde sessiz ve yalnız. Duvarlarımda ve köşelerimde, yıllardır kendi yalnızlığının özlemini ve türküsünü besteleyip mırıldana kubbemde bir şey arıyormuş gibi bir halin var. Duvarlarıma parmağınla dokunuyorsun ve dikkatli dikkatli bakıyorsun. Sanki parmağınla büyülü bir dünyaya işaret etmişsin gibi ürperiyorsun duvarlarıma her dokunuşunda. Öyle ki ruhun, tarihin derinliklerinden geleceğin ufuklarına doğru uçup gidiyor, bir iki saniye geçer geçemez doldurulmaz ve içinden çıkılmaz bir boşluğa düşüyor. İşte o zaman yüzünün rengi değişiyor. Gözlerin nemleniyor ve yavaş yavaş kendine en yakın kapılarımdan birine ilerliyorsun dışarıya çıkmak için.” (Ayasofya Dile Geldi, s.14)

Durali Yılmaz’ın romanlarında ana karakterin çevresinde çok sayıda kahramanlar yer almaktadır.

110

“Bir palamut ağacının dibine oturmuş, fetva öteki arkadaşlarıyla sohbet etmekte olan arabacı ayağa kalktı, siyah çuha elbiselerinin tozlarını silkel8edi ve arabasına doğru yürüdü. İrili ufaklı mermer parçaları ile dolu arabasının kasasını kontrol etti(…)“Sesli bir besmele çevirip kırbacını şaklattı. Atlar kulaklarını dikerek harekete hazırlandılar(…)Boş boş sanılan bu dünyada ara sıra bir insana rastlıyor, arabacı az çok kendine benzeyene bu insanlara gülümseyerek ‘Selamun Aleyküm’diyor, onlar da ‘Aleyküm Selam ‘ diyerek karşılık veriyorlardı.” (Fetva Yokuşu, s.16-17)

“Mermerci bir süre pos bıyıklarını burarak ona baktı.” (Fetva Yokuşu, s.23) Dervişlerin, evliyaların işlendiği romanlarda onların çevresinde birçok insan vardır. Yardımcıları, müritleri, şeyhleri, yarenleri roman kurgusu için karşımıza sıklıkla çıkar. Ancak bunlarla ilgili ayrıntılara yer verilmez. Roman akışında vücut bulup görevleri bitince ortadan kaybolurlar. Bunları kahraman olarak almamız doğru olmaz ancak bazı kesitler vermeyi uygun gördük.

Şeyh Bedrettin’in yanında ona yardımcı olan yarenlik eden biri vardır.

“Cafer, yol hazırlığını yap. Yarın sabah namazıyla yola çıkacağız(…) Aslında Şeyh Bedrettin de bunun farkındaydı ama Cafer’e anlatmaya dili varmıyordu.” (Şeyh Bedrettin, s.100)

“Şeyh Bedrettin göl kıyısına vardı, Cafer de yanındaydı. Şafak söküyor ve tanyeri yavaş yavaş ağarıyordu.” (Şeyh Bedrettin, s.102)

“Ben bu düşünceler içinde Dede Garkın’ın tekrar söze başlamasını bekliyordum ki, içeriye biri girdi. Dede Garkın gelene baktı, hepimiz de aynı şeyi yaptı(…)’Sultanımız Ulu Alaaddin’in selamı var.’ dedi adam.”

“Sabah dergâhın mutfağına çorba içmek üzere girdiğimde on beş yirmi kadar insan vardı. Söylediklerine göre buraya dışarıdan da çorba içmeye gelenler olurmuş. Mutfak sürekli açık bulunurmuş.” (Hacı Bektaş Güvercin, s.87)

111