• Sonuç bulunamadı

Namaz ve Namazla İlgili Kavramlar Abdest, Namaz Abdest, Namaz

1.1.2. İbadet ve İlgili Kavramlar

1.1.2.1. Namaz ve Namazla İlgili Kavramlar Abdest, Namaz Abdest, Namaz

Kelime-i şahadetten sonra İslam’ın en önemli şartı olan namaz, kadın erkek tüm inananların günde beş ayrı zaman diliminde yapmakla mükellef olduğu bir ibadettir. Namaz ibadetinin bütün ilahi dinlerde mevcut olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli vesilelerle bildirilmiştir.97

Farsça âb (su) ve dest (el) kelimelerinden oluşan ve "el suyu" anlamına gelen abdest, belirli ibadetlerin ifasının ön şartı olan ve kendisi de ibadet mahiyetinde görülen bir nevi hükmî temizliktir (Karaman vd., 2004: 195).

Divanda, namaz ve abdest kavramları üzerinde pek durulmamıştır. Başta insanın maddi ve manevi temizliğine vesile olan namaz olmak üzere bazı ibadetler öncesinde abdest almak gerekmektedir. Şâir bir kıtasında, sevgilinin Ka'be-i kûyunu tavâf etmek isteyen Hızır’ın evvelâ âb-ı hayâttan abdest alması gerektiğini ifade eder.

Ey şefâ‘at bezminün şem‘i dem-â-dem nûrunı Tâ’ir-i kudsi ider pervâne-âsâ cüst ü cû Ka'be-i kûyun tavâf itmek dilerse Hızr eger

Varsun itsün evvel âb-ı zindegânîden vuzû Kt. 108

“Ey şefaat meclisinin mumu! Kutsi kuş pervane gibi durmadan nûrunu arayıp sormakta. Hızır, semtinin Kâbe’sini tavaf etmek istiyorsa önce gidip âb-ı hayâttan abdest alsın.”

Burada gerçek anlamlarında kullanılan abdest, belli bir ibadetin yapılması için gereken bir rükün olarak; tavâf da bir ibadet şekli olarak ele alınır.

97 Hz. Âdem, Nûh ve İbrâhim’den sonra namazı terkeden nesillerin geleceği (Meryem 19/59), Hz. Zekeriyyâ’nın namaz kıldığı (Âl-i İmrân 3/39), Hz. Îsâ’nın beşikteki mûcizevî konuşmasında namaz vecîbesine atıfta bulunduğu (Meryem 19/31), Hz. İbrâhim’in yanı sıra Lût, İshak ve Ya‘kūb’a namaz emrinin vahyedildiği (Enbiyâ 21/73), Hz. İsmâil’in halkına / ailesine namazı emrettiği (Meryem 19/55), Hz. Lokmân’ın oğluna namazı Hakkıyla kılmasını öğütlediği (Lokmân 31/17), Hz. İbrâhim’in namazı yalnız Allah rızâsı için kıldığını söylediği (En‘âm 6/162), kendisini ve neslini namazı dosdoğru kılan kullarından eylemesi için dua ettiği (İbrâhîm 14/40), Hz. Mûsâ’ya Allah’ı anmak üzere namaz kılmasının emredildiği (Tâhâ 20/14) ifade edilmekte, Allah’ın İsrâiloğulları’ndan yerine getirme sözü aldığı görevler arasında namazın da yer aldığı görülmektedir (Bakara 2/83; el-Mâide 5/12). M. Kamil Yaşaroğlu (2006), “Namaz”, TDVİA, c.32, s. 350.

Mescitte namaz kılan âşık, sevgiliyi orda gördüğünde aklının sevgilinin varlığı sebebiyle bulandığını dolayısıyla kıldığı namazdan bir şey anlamadığını dile getirir.

Mescid içre eger ki yâri görem

Hak bilür kim ne kıldugum bilmem M. 2/24

“Allah biliyor ya! Sevgiliyi mescitte gördüğümde ne kıldığımı bilmez halde olurum.”

Şâir bir beyitte, rüzgarın Mecnûn’un namazını kılmasıyla birlikte aşk tekbirinin sedâsının bütün dünyayı sardığını söyler:

Şol zamân kim kıldı Mecnûn'un namâzın rûzgâr

Tutdı hep dünyâ yüzin âvâze-i tekbîr-i ‘ışk G. 375/3

“Rüzgar, Mecnûn’un namazını kıldığında aşk tekbirinin sedâsı tüm dünyayı sardı.”

Burada bir cenaze tasviriyle karşılaşıyoruz. Kılınanan namaz Mecnûn’un cenaze namazıdır. Mecnûn’un namazının rüzgar tarafından kılınıp aralarda getirilen tekbirlerin tüm dünyaya yayılması bir metafor olarak düşünülür. Olaya Hâletî’nin hayal dünyasından bakmaya çalıştığımızda, Hâletî’nin, Mecnûn’un ölümünden sonra Leylâ ve Mecnûn hikayesinin tüm dünyaya yayılarak efsaneleştiğini bu metaforla açıklamaya çalıştığını söyleyebiliriz.

Mihrâb, Kıble, Kıble-gâh, Kıble-nümâ

Sözlükte “oda, çardak, evin veya odanın yüksek ve kıymetli yeri, baş köşesi” anlamına gelen mihrab, ıstılahta camilerin kıble tarafında bulunan, cemaatle namaz kılınırken imamın durduğu, genellikle duvardan dışa doğru çıkıntılı olan (Karagöz, 2010: 445) yer olarak tanımlanan mihrâb, şekil benzerliği sebebiyle sevgilinin kaşı olarak tasavvur edilir.98 Şâire göre, sevgilinin kaşının mihrap, âşığın gönlünün de orada asılı duran bir kandil olması gayet olağandır ( G.55/4 ). Şâirin gözleri, ne zaman mihrâba takılsa o anda sevgilinin kıvrımlı kaşlarını görür ( M.2/22 ). Bir beyitte gönlüne seslenen şâir, ne zaman sevgilinin kaşlarını görse ne kıldığı namazı ne de başka bir şeyi bilemez olduğunu söyler.

Kaçan ki kaşları mihrâbını görem yârün

Hudâ bilür ki dilâ hiç ne kıldugum bilmem G. 538/3

“Ey gönül! Allah biliyor ki ne zaman sevgilinin kaşlarının mihrabını görsem ne kıldığımı bilmez olurum.”

Kaşların mihraba benzetildiği aşağıdaki beyitten ise, kandillerin yandığında güzel koku yayması için içine gül suyu konulduğu anlaşılmaktadır.

Kaşlarun mihrâbına kandîl-i rûşendür gönül

Âb-ı gül-gûn yirine ana komışlar hûn-ı nâb G. 54/5

“Gönül, kaşlarının mihrâbındaki parlak bir kandildir. Onun içine gül suyu yerine saf kan koymuşlar.”

Osmanlı dönemindeki camiler, geceleri mihrabın da iki tarafına konulan mumlarla aydınlatılırdı. Bu mumlardan çıkan isler de mihrabın kirlenmesine sebep olmaktaydı. Bu duruma atıfta bulunan şâir, sevgilinin mihrap kaşlarının siyah olmasının sebebi olarak muma benzeyen yanaklarından çıkan dumanı gösterir. (G. 563/1)

Kaşlarun mihrâbı çak böyle kararmazdı eger

Şem‘-i ruhsârundan ana çıkmasa dâ’im duhân G. 549/2

“Yanağındaki mumdan devamlı duman çıkmasaydı mihrap kaşların bu kadar kararmazdı.”

Kıble, müslümanların namaz kılmak için yöneldikleri Kâ’be’nin bulunduğu yöndür. Kelime divanda kıble-gâh, kıble-nümâ terkipleri içinde dört defa kullanılmıştır.

Kıble-gâh; kıble yeri, kıble tarafı (Sami, 2004:1050) demektir. Bir beyitte Hz. Peygamber’in (s.a.v) kapısının, sefâ ehlinin kıble-gâhı; bendesinin ise vefâ semtinin en kutluları olduğu ifade edilir.

Kapusı kıble-gâh-ı ehl-i safâ

“Kapısı, sefa ehlinin kıblegâhı; kölesi, vefâ semtinin en mutlu olanıdır.”

Bir başka beyitte, insanların ve cinlerin kurtuluşa ermek için memduhun dergahına sığındığını, yüzlerini ona döndüğünü söyler.

Oldukça müştebeh cihet-i kıble-i necât

Der-gâhına tutar yüzini cümle ins ü cân K. 16/20

“Kurtuluş kıblesinin yönü karıştıkça insanlar ve cinlerin hepsi birden yüzünü dergâhına döner.”

Kıbleyi göstermeye mahsus pusula (Sami, 2004: 1050) manasına gelen kıble-nümâ; bir beyitte sevgilinin semtini gözeten âşığın gözleri olarak düşünülür:

Gördüler kim gözedür kûyını her dem yârün

Sandı erbâb-ı nazar gözlerümi kıble-nümâ G. 29/2

“Sevgilinin sokağını her an koruyan gözlerimi gören nazar erbâbı onları kıble-nümâ sandı.”

Hâletî, divan edebiyatındaki genel anlayışın dışına çıkmamış ve beyitlerde sevgilinin kaşını kemerli görünüşü sebebiyle mihraba benzetmiştir. Kıble, kıble-gâh, kıble-nümâ ise beyitlerde Hz. Peygamber’in kapısı ve âşığın gözleri olarak düşünülür.

Duâ, Niyaz

Birinin iyiliği için Allah'a yakarma, niyazda bulunma, ondan istek ve dilekte bulunma anlamında kullanılan bir dini terim olan dua, “ruhun manevi bir âleme doğru çekilişi, kıymet verilen bir aşkın, sevilene karşı duyarlı olmanın ve sevginin tecellisidir.”(Marinier 1991: 2). İslam dininde, duanın ayet99 ve hadislerde100 teşvik edildiği görülmektedir. Duanın divan edebiyatındaki karşılığı münâcâttır. Hâletî Dîvânında mesnevi tarzında yazılmış kırk dört beyitlik müstakil bir münâcât bulunmaktadır. Şâir bu münâcâtta, sevgilinin derdi yüzünden düştüğü perişanlıktan şikayet eder. Sevgilinin kûyu, hattı, saçı, kâkülü, dişleri, kirpikleri, kaşları şâiri perişan etmiştir. Fakat aşk derdi olmadan da mutlu

99 Bakara: 2/152, 186; Enam: 6/52; Araf: 7/55; Furkan: 25/77; Mümin: 40/60...

100 "Dua müminin silahıdır, dinin direğidir, göklerin ve yerlerin nurudur." "Darlık zamanında Allah'ın kendisine yetişmesini isteyen kimse, genişlik zamanında çok dua etsin." Doğan Kaya (1997), Dualar ve Beddualar. Türklük Bilimi Araştırmaları (4), s. 99.

olamayacağını söyleyen ve nereye baksa sevgiliyi gören şâir nefsinin arzularına yenik düşmüştür. İşte şâir bütün bu hallerden kurtulmak için düşmüşlerin yardımcısı olan Allah’tan nefsiyle yaptığı mücadelede yardımcı olmasını ister ve ondan af diler. Allah’tan mağfiret dileyen şâir, günah işlemenin kendisine; kerem göstermenin Allah’a yakıştığını söyleyerek Allah’tan (günahlarla dolu olan) kara defterine bakmamasını ve onu kendisi yerine ateşe atmasını ister ve Allah’a duada bulunur:

Seyl-i ihsânunı başumdan aşur

Bana cürm ü sana kerem yaraşur M. 2/38

“İhsan selini başımdan öteye aşır. Zîrâ bana hata yapmak sana da affetmek yaraşır.”

Ayrıca şâirin hükümdar ve devlet adamları adına yazmış olduğu arz-ı hâl ve kasidelerde devletin ve saltanatlarının devamı, düşmanlarının kahrı ve ömürlerinin uzun olması için duâda bulunulur.101 Şâir, Sultan Mehmed’in tahta çıkışını kutlamak için yazdığı bir kasidesinde şu beyiti söyler:

Felekden âftâb oldukça peydâ Hazret-i Mevlâ

Serîr-i saltanatda ide bâkî zıll-i Yezdân'ı K. 1/41

“Hazret-i Allah (c.c.), güneş felekten peyda oldukça yeryüzündeki gölgesini daima saltanat tahtında oturtsun.”

Dîvânda, duâ kavramının Allah’a yalvarma, niyaz anlamının dışında, sevgili ile ilgili beyitlerde de kullanıldığı görülmektedir.102 Bir beyitte sevgilinin, kabul olunan duâlar gibi göklere çıktığını ya da yukarıdan inen bir belâ olduğunu (G. 187/7) söyleyen şâir, duâcısı olduğu sevgilinin rakip ile hem-kadeh olasını istemez.

Hem-kadeh olma tururken Hâletî agyâr ile

Olmasun rencîde-hâtır ol du‘â-gûyun senün G. 431/7

101 M. 7/36,37, M. 8/104-107, K. 2/30, K. 3/32, K. 4/24, 25, K. 5/24, K. 6/36, K. 7/26, 27, K. 8 /41, 42, K. 9 /30, 31, K. 13/18, K. 14/46, 47, K. 19/23, K. 20/35, K. 21/41-45, K. 23/31, K. 25/38, 39, K. 26/42, K. 17/36, K. 28/45, 46, K. 29/15-17, K. 30/ 29, K. 31/32, K. 33/42, K. 35/36,37, K. 36/42,43, K. 37/28,29, K. 40/36, K. 41/40. 102 G. 9/4, G.10/7, G. 227/4, G. 342/2, G. 348/4, G. 519/5, G. 734/5, G. 772/4, G. 777/5; Mt. 95.

“Hâletî dururken sakın rakip ile kadeh arkadaşı olma. O senin için hep dua ederken (yaptıklarından dolayı) sonra gönlü kırılmasın.”

Sevgilinin işi naz, âşığın işi ise niyazdır. Sevgili, naz ve işve ile daima âşığı oyalar. Âşık, ne kadar niyaz etse de yüzüne bakan olmaz. Çünkü aşk pazarında tek geçer akçe nâzdır.

Kimse bakmaz ne kadar eylese derd ehli niyâz

‘Işk bâzârı durur bunda hemân nâz geçer G. 225/2

“Dert ehli (olan âşıklar), ne kadar yalvarıp niyazda bulunsa da kimse (dönüp yüzüne) bakmaz. Zîrâ, bu aşk pazarında sadece nâz geçerlidir.”

Şâire göre sevgilinin bütün cevr ü cefası, kötülemesi bir duadır. Zîrâ, âşıklara devamlı söven sevgili, aşk yolunda olanların bu dualara ihtiyacı olduğunu söyler.

‘Azm-i râh-ı ‘ışk iderken yâr düşnâm eyleyüp

Didi lâzımdur o yolda bu du‘âlar bilmiş ol G. 470/3

“Sevgili, aşk yolunda azm edenlere söverken bu yolda o duaların lazım olduğunu söyledi.”

Beyitlerde maddi ve manevi sıkıntıları için duada bulunan Hâletî, ayrıca hükümdar ve devlet adamlarının saltanatlarının devamı, düşmanlarının kahrı için Allah’a (c.c.) dua eder. Bununla birlikte sevgilinin işinin nâz olduğu, âşığın da bu nazlanmaya sebat göstermesi gerektiği ifade edilir.

1.1.2.2. Oruç

İslamın beş şartından biri olan oruç, sözlükte “bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak” anlamına gelir. Terim olarak oruç, tan yerinin ağarmasından güneşin batmasına kadar şer‘an belirlenmiş ibadeti yerine getirmek niyetiyle yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmayı ifade eder. (Yitik, 2007:414)

Beyitlerde “savm ve rûze”103 olarak geçen oruç104, âşığın sevgiliden ayrı kaldığı zamanlar olarak düşünülür. Sevgiliye kavuşma ise bir bayramdır. Bu yüzden âşığa oruç ve bayramın ne anlama geldiği sorulacak olsa hiç şüphesiz sevgilinin hicr ü vaslı ile söze başlayacaktır.

Hicr ü vasl-ı yârdan güftâra başlar lâ-cerem

Bu dil-i mecnûna sorsan rûze vü bayrâmdan G. 672/4

“Âşığa, oruç ve bayramın ne anlama geldiğini soracak olsan, hiç şüphesiz sevgilinin hicr ü vaslından söze başlar.”

Âşıklar, ayrılığın oruçlu günlerinin sıkıntısını çekmiş, ağyâr ise sevgilinin vuslat bayramını görmüştür (G.622/1). Bu durumdan bunalan ve oruç ayından bir istekte bulunan âşık, ayrılık orucuyla geçen günlerin sona ermesini ister ve kavuşma bayramının bir an önce gelmesi temennisinde bulunur. Bunun yanında ramazan ayının bitişinde görünen hilal ile bayram yapılmasına da telmih yapılır.

İrgürüp encâmına eyyâm-ı savm-ı firkati

‘Iyd-ı vasl olsa disek ey mâh-ı rûze elvedâ‘ G. 364/4

“Ey oruç ayı! Ayrılık orucuyla (yaşadığımız) günleri sona erdirip (o günlere) elveda desek de kavuşma bayramı gelse (ne güzel olur).

Oruç ayı hilalin görünmesiyle birlikte başlar.105 Sevgilinin kaşlarının hilale teşbih edildiği bir beyitte, sevgili hilal kaşlarını bir türlü göstermediği için ayrılık orucu uzayıp gider.

‘Arza kılmadı bize yâr hilâl ebrûsın

Rûze-i hicr uzayup gitmede bayrâm olmaz G. 338/3

103 Savm (siyâm) kelimesi mastardır ki gerek lisânına ve gerekse vücuduna oruç tutturmaktır. Lugatta siyâm kelimesi, kendisini yemeden ve lüzumsuz şeyleri konuşmadan alıkoymak demektir. Ve savm, gündüzün yarısındaki sükûnu manasına da kullanılır. Şeriatta savm, oruçlunun gündüzün yemeden ve içmeden kendisini tutması ve kadına yaklaşmaktan uzaklaşması halidir. Abdülkâdir-i Geylânî, Üç Aylar ve Faziletleri (Haz: Mustafa Güner), Nur Yayınları, Ankara, s. 81.

Rûze ise Arapça savm (sıyâm) kelimesinin Farsça karşılığıdır.

104 K. 33/42; G. 52/6, G. 338/3, G. 364/4, G. 622/1, G.672/4, G. 726/5; Mt. 425, Mt. 446.

105 Sa’id b. Amru b. Sa’id b. As b.Ömer (r.a.)’den rivayet edilen hadîs-i şerîfte: “Hilâli görünce oruç tutunuz ve hilâli görünce iftar ediniz.” buyurmuştur. Geylâni, a.g.e., s.87.

“Sevgili, hilal kaşlarını bize bir türlü göstermediği için ayrılık orucu uzayıp gidiyor ve bir türlü bayram olmuyor.”

Şâir, Kapu Ağası olarak görev yapan Gazanfer Ağa adına yazdığı bir kasidesinde, düşmanlarının gam orucuyla bitkin ve zayıf düşmeleri, onun ise her anının bayram günüyle denk olması için Allah’a duada bulunur:

‘Adû-yı bed-nihâdun rûze-i gamdan zebûn olsun

Kıla her bir demün ‘ıyda müdânî ‘avn-i Yezdânî K. 33/42

“Allah, kötü tabiatlı düşmanını gam orucundan zayıf düşürsün, senin her anını bayram gününe denk kılsın.”

Hâletî bir başka beyitte ise, yaşadığı dönemde insanların mutsuz, sıkıntılı ve nasipsiz olduğunu ifade eder. Şâire göre bu nasipsizlik, gelen güzel günleri dahi gölgede bırakır. İnsanlar Ramazan ayı sona ermesine rağmen bayramı sevinçle karşılayamaz.

Görmedük dünyâda halkun böyle nâ-kâm oldugın

Rûze geçdi bilmedi bir kimse bayrâm oldugın Mt. 425

“İnsanların nasiplerini alamadıkları (bir dönem), bu dünyada daha önce yaşanmadı. Oruç (ayı) geçmesine rağmen hiç kimse bayram olduğunu anlayamadı.”

Beyitlerde oruçla ilgili benzetmelere bakıldığında ilk olarak orucun, zorluğu sebebiyle sevgiliden ayrı düşülen günler için bir benzetme unsuru olarak kullanıldığı görülür. Sevgilinin kaşları da Ramazan ayının başlangıç ve bitişini göstermesi bakımından hilale benzetilir. Bununla birlikte, Ramazan ayının gerçek anlamı yani oruç ayı oluşu da beyitlerde ifade edilir.

1.1.2.3. Zekat

Sözlükte “artma, çoğalma, temizlik, bereket, iyi hal ve övgü” anlamlarına gelen zekat, dini bir terim olarak, belirli bir malın bir kısmının Allah (.c.c.) rızası için muayyen kişilere verilmesi demektir. Zekata tabi olan mallar Kur’ân-ı Kerîm’de, altın ve gümüş (Tevbe: 9/34), tahıllar ve meyveler (En’âm: 6/141), ticaret vb işlerden elde dilen kazançlar, madenler vb. yer altı servetleri (Bakara: 2/276) ve diğer mallar (Tevbe: 9/103; Zariyat: 51/19) şeklinde belirlenmiştir. (Paçacı, 2010: 711)

Zekat, beyitlerde sevgilinin güzelliği üzerine düşünülmüştür. Sevgilinin zekatı da güzelliktir. Sevgilinin bûsesi güzellik zekatının nisâbı olarak görülür.

Ben fakîre bûse-i la‘lünle virseydün hayât

Virmiş olurdun nisâb-ı hüsnüne lâyık zekât G. 89/1

“Ben fakire lal dudağının bûsesiyle hayat verseydin güzelliğinin ölçüsüne yaraşan zekatını vermiş olurdun.”

Âşık, yardıma muhtaç, fakir ve zavallı biri olarak, sevgilinin en azından sînesini ve kolunu seyretmesinin zekat olarak kabul edilmesini ister. (G. 728/5, G. 434/1, Mt. 244)

Seyr itse ne var sîne vü bâzûsını ‘uşşâk

Virse nic'olur hüsni zekâtın fukarâya G. 728/5

“Âşıklar, (sevgilinin) sînesini ve kolunu seyretseler ne olur? (Sevgili), güzelliğinin zekatını fakirlere bu şekilde verse olmaz mı?”

Fakat âşık, sevgilinin güzellik zekatını vereceğini düşünmez. Gördügün sîm-berün umma zekât-ı hüsnin

Kime hayr itdi ki sana ide hûbân-ı zamân G. 571/2/ G. 624/3

“Gördüğün o gümüş gibi beyaz göğüslünün güzellik zekâtını verceğini sanma. Zîrâ, o güzellerden kime hayır geldi ki sana iyilikleri dokunsun.”

Burada zekatın gerçek ve mecaz anlamlarıyla birlikte kullanıldığı görülür. Gerçek anlamda zekat, bir malın nisab miktarı karşılığının ihtiyaç sahiplerine verilmesidir. Mecazi olarak sevgilinin, bûsesi, sînesi ve kolu sevgilinin güzellik zekatının nisabı olarak düşünülür.

İslam fıkhı açısından nisap miktarı olan mallar maddi değeri mukabilinde zekata tabidir. Zekat kişinin serveti hakkında Allah’a (c.c.) olan şükrünü ifade eder. Allah (c.c.) bu şükre mukabil nimetleri arttıracağını taahhüt eder.106 Her şeyin zekatı o şeye uygun ve kendi cinsinden olan şeylerdir. Mesela yüksek makam ve rütbelerin zekatı; alçak gönüllülük ve

106 “Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: “Andolsun eğer şükrederseniz elbette size nimetimi arttırırım... (İbrahim: 14/7).

ihsandır. Çoluk çocuğun zekatı kimsesiz, yetim ve öksüzleri gözetmek ve ihtiyaçlarını gidermektir. (Konya B. B. B., 1990: 16)

Mümin, ister maddi ister manevi olsun sahip olduğu bu tür soyut değerlerin zekatını da uygun bir şekilde verir. Sevgilinin güzelliği de bu tür bir soyut meta olarak düşünüldüğünde, sevgili daima güzellikte birincidir ve ondan daha güzeli yoktur. Yani sevgilinin sahip olduğu güzellik başkalarında olmayan bir güzelliktir. Bu yüzden sevgili, güzelliğine karşılık gelen zekatın nisabı olarak da güzellik unsurlarını (kaşı, gözü, busesi vs.), bundan mahrum olanlara bir şekilde vermek durumundadır.

1.1.2.4. Hac ve Hac İle İlgili Kavramlar