• Sonuç bulunamadı

Zühd; rağbet edilen bir şeyden yüz çevirip, onun yerine daha iyi ve güzel olduğu düşünülen şeye dönmektir. Yani bir sevgiliden daha sevgili olana yönelmektir.588 Vazgeçilen şeye nispetle, vazgeçene zâhid denir. Örneğin kelime anlamına göre dünyayı satıp ahireti alan herkese, dünyaya nispetle zahid, ahireti satıp dünyayı alan kimseye de ahirete nispetle zâhid denir. Birinci anlamın kullanışı daha yaygındır. Kur’an da sadece bir yerde geçen zahid kelimesi589 sözlük anlamında kullanılmıştır. Hz.Yusuf’un hikayesinde, Hz.Yusuf’u satanların ondan zahid oldukları ifadesiyle, Hz.Yusuf’a değer vermeyip, elden çıkardıkları kast edilmektedir.590 Ayette kelime sözlük anlamında kullanılmışsa da genel kullanımda zühd kelimesinin içerdiği terk etme ve yüz çevirme anlamı dinî bir hüviyeti içerir. Çünkü zühd, rağbet kelimesinin aksine genelde dinî manada kullanılır.591

Mekkî ve Gazalî’ye göre bir kimseye zahid demenin bazı şartları vardır: Zahidin yüz çevirdiği şeyin heves edilecek bir yönünün olması gerekir. Zira taş toprak gibi şeyleri terk edene değil, altın gümüş gibi şeyleri terk edene zahid denir. Bir diğer şart zahidin rağbet ettiği şeyin, yüz çevirdiği şeyden daha iyi olduğuna inanmasıdır. Eğer böyle düşünmezse, terk ettiği şeyden hevesi geçmemiştir ki bu da ondan tam anlamıyla yüz çevirmediği anlamına gelir. 592

Kelimenin ıstılah manası için Mekkî’nin “Bir kimse, dünyanın ne olduğunu öğrenmedikçe, zühdün ne olduğunu öğrenemez’ sözü593 meselenin özüne işaret eder. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de sıkça geçen dünya ve dünya hayatıyla ilgili ayetler zühd

588 Gazalî, İhyâ, c.4, s.203. 589 Kur’an, 12:20.

590 Mekkî, a.g.e., c.1, s. 502; Gazalî, İhyâ, c.4, s.203.

591 Abdullah Aydınlı, Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadis, Ankara:Seha Neşriyat, 1986, s.35.

592 Mekkî, a.g.e., c.1, s.503; Gazalî, İhyâ, c.4, 398. 593 Mekkî, a.g.e., c.1, s.498.

106

kavramıyla yakından ilgilidir. Kur’an’daki dünya ve dünya hayatı kelimeleri coğrafi değil, ahlaki bir terim olarak kullanılmıştır.594 Kur’an’da dünyanın yedi şeyden ibaret olduğu bildirilir: “Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan şehvet duygusu insan için süslendi. Bunlar dünya hayatının metaıdır.”595 Benzer ayetlerden de anlaşılacağı üzere dünya; nefsin heva denen arzularıdır.596 Hadid suresindeki ayette de dünyayı seven kimselerin sahip olduğu sıfatlardan söz edilir: “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir.”597 Kur’an da sıkça tekrarlanan dünya ve dünya hayatı kelimelerine, yaklaşık elli ayette olumsuz, yedi ayette olumlu mana yüklenmiş, altmış ayette de tarafsız bir yaklaşım sergilenmiştir. 598 Kur’an’ın dünya hayatıyla ilgili ağırlıklı olarak menfi bir tavır sergilemesi sûfî müelliflerin eserlerine de yansımıştır. Bu müelliflerden biri olan Gazalî İhya’sına, “Zemmü’d-Dünya” başlığı altında bir bölüm koymuştur. Gazalî’ye göre Allah için olmayan her şey dünyalıktır.599 Yani dünya bizatihi kötü değildir. Kalbi Allah’tan alı koyan her şey dünya olarak adlandırılmış,600 sözkonusu özelliğinden dolayı da dünyaya olumsuz gözle bakılmıştır. Neticede zühd, dünyadan rağbeti kesip, ahirete yönelmek hatta her ikisinden de rağbeti kesip sadece Allah’a yönelmektir, diyebiliriz.601 Bu yönelişteki en kuvvetli itici güç hiç şüphesiz Allah sevgisidir. İnsanlar farklı nedenlerden dolayı zühd gösterse de zühdün en üst derecesi Allah sevgisinden kaynaklanmış olandır.602 Zira bütün makamların en üstünü muhabbetin kemali için, kalbin bütün mevcudiyetiyle Allah’ı sevmesi gereklidir. Kalbi Allah sevgisiyle doldurmak için de onu başka her şeyden temizlemek gerekir. Nitekim dünya sevgisiyle Allah sevgisi bir kalpte toplanmaz. Ayette ,“Allah insanın içine iki kalp koymamıştır.” buyurulur.603 Gazalî kalbi, içi dolu bardağa benzetir. Bardaktan su çıkmadıkça, içine sirke girmez. Başkası ile meşgul olan kalpte, o meşgale nispetinde Allah sevgisi azalır. Bardağa tamamen sirke doldurmak için suyu bütünüyle boşaltmak gerektiği gibi, kalbi

594 Mustafa Öztürk, “Kur’an’ın Değer Sisteminde Dünya ve Dünyevî Hayatın Anlamı”, Tasavvuf

Dergisi, 16, 2006, s.67.

595 Kur’an, 3:14.

596 Mekkî, a.g.e., c.1, s.498-499; Gazalî, İhyâ, c.3, s.210. 597 Kur’an, 57:20.

598 Ömer Yılmaz, “Tasavvuf Kültüründe İnsan-Dünya İlişkisi”, Tasavvuf Dergisi, 18, 2007, s.18. 599 Gazalî, İhyâ, c.3, s.210.

600 Mekkî, a.g.e., c.1, s.542; Gazalî, İhya, c.4, s.190. 601 Gazalî, İhya, c.4, s.204.

602 Mekki, a.g.e., c.1, s.539; Gazalî, İhyâ, c.4, s.203. 603 Kur’an, 33:4.

107

de tamamen Allah sevgisiyle doldurmak için başka her şeyden temizlemek gerekir.604 Aile, evlat, akraba, mal, akar, hayvan, bağ, bahçe sevgilerinin hepsi, Allah sevgisini azaltır. Kişi dünya ile ünsiyet ettiği nispette onun Allah sevgisi azalır. Mekkî’nin ifadesiyle, Allah Teala kıskançtır, başka kişi ve varlıkların kendi sevgisine ortak edilmesini istemez.605

O halde, mal, mevki gibi dünyalık şeylerden nefret mi etmek gerekir? Gazalî’ye göre nefsinin sevdiği ile kalbi meşgul olan Allah’tan perdelendiği gibi nefsinin hoşlanmadığı şeyle kalbi meşgul olan da Allah’tan uzaklaşır. Allah’tan başka her şey, seven ile sevilen arasına giren ve hazır bekleyen bir gözcü gibidir. Sevenin kalbi ister sevgiden, ister kızgınlıktan olsun, bu gözcü ile meşgul olursa, sevdiğinden uzaklaşmış demektir. Seven kişi eğer gönlünü tamamen sevgilisine bağlasaydı, araya girmek isteyenlerin hiç birinin farkında olmazdı. Sevgilisinden başka birini sevdiği için ona bakmak, sevgide şirk olduğu gibi, kızdığı için başkasına bakmak da aynı şekilde sevgiliye karşı bir eksikliktir. Sadece ikincisi, birincisinden daha ehvendir. Neticede gerçek sevgi, sevgiliden başkasına ne sevdiği ne de kızdığı için iltifat etmemektir. Çünkü dünyaya buğz ile kalbi meşgul olan, dünya sevgisiyle kalbi meşgul olan gibi Allah’tan gafildir. Fakat dünyaya nefret ile Allah’tan gafil olan, dünyayı sevene nispetle Allah’a yakınlık yoluna girmiştir. Olur ki gün gelir bu gafleti ortadan kalkıp müşahade ile meşgul olur ve kemale erer. Dünyadan nefret insanı Allah’a ulaştıracak bir vasıtadır. Yani dünyadan nefret etmek bizatihi istenen bir şey değildir. Gaye Allah’a vuslattır. Gazalî dünyayı seven ile dünyadan nefret eden kimselerin durumunu, hac yolunda bir konak yerinde karşılaşan ve bineklerinin bakımı ile meşgul olan, birisi Kâbe’ye giden diğeri aksi istikamete giden iki adama benzetir. İkisi de bineklerinin bakımını yapıyorlardır ve Kâbe’den başka şeyle meşguldürler. Bunlardan birinin geleceği, diğerine nispetle makbuldür. Fakat Kâbe’de bulunana göre her ikisinin seviyesi düşüktür.606

Görüldüğü gibi dünya sevgisinin alternatifi, ondan nefret etmek değildir. Çünkü sevginin zıttı nefret değil, ilgisizliktir. Nitekim muhabbetin zıttı olan buğz kelimesinin ilgisizlik anlamı da mevcuttur. Bu ayrıntının farkında olan Rabiatü’l-Adeviyye yanında

604 Gazalî, İhyâ, c.4, s.292. 605 Mekkî, a.g.e., c.2, s.110. 606 Gazalî, İhyâ, c.4, s.180.

108

dünyayı kötüleyen kimseleri susturmuş, “Dünyayı kötüleyerek dahi olsa anmanız, ona olan düşkünlüğünüzü göstermektedir” demiştir.607 Yani zühdde asıl olan kalbin Allah’tan başka bir şeyle meşgul olmamasıdır. Meseleyi maddi varlık yönünden ele alacak olursak asıl zühd; varlığa sevinmemek, yokluğa üzülmemektir. Hiçbirine kıymet vermeyip, hiçbiriyle ilgilenmemektir.608 Hem Mekkî hem de Gazalî bu kimselere “müstağni” adını verir. Müstağni olan için servetin ele geçmesi ya da elinden çıkması gibi hallerinin hepsi eşittir. O malın esaretinden kurtulmuş, hürriyete kavuşmuştur. Müstağni, kimseye ihtiyacı olmayan zengindir. Servetten dolayı üzülmez ki onu elinden çıkarmaya ihtiyacı olsun, servete sevinmez ki onu elinde tutmaya ihtiyaç hissetsin, onu kaybetmiş değildir ki eline geçmesine ihtiyaç duysun.609 Ayette geçen, “Elden çıkana tasalanmamak, ele geçen ile sevinip şımarmamak”610 ifadeleri bu durumun düsturu niteliğindedir. Mekkî söz konusu ruh haline sahip zahidin durumunu şöyle tanımlar: “Böyle kişiler mal sahibi olsalar da mal sanki kendinin değil de ailesinden ya da kardeşlerinden birinin ya da Allah Teala’nın gösterdiği yollardan birinin malıymışçasına yanında duranlardır.”611 Mekkî ve Gazalî Hz. Aişe’yi müstağni makamında görmüşlerdir. Nitekim bir defasında Hz. Aişe’nin eline yüz bin dirhem geçmiş, hemen hepsini dağıttıktan sonra hizmetçisine, “Git biraz ekmek al da iftar edelim” demiştir. Hizmetçi, “İsteseydin o paradan bir miktar et parası ayırırdın da şimdi et yemeği yerdik” diye söyleyince, Hz. Aişe “Bana hatırlatsaydın olurdu” demiştir. Hz. Aişe’nin, “hatırlatsaydın” sözü, para ile ilgili zihninde olumlu veya olumsuz hiçbir yargı taşımadığını göstermektedir.612 Görüldüğü üzere, Mekkî ve Gazalî’nin müstağni olarak adlandırdıkları zühd şekli, muhabbet ehlinin zühd anlayışına oldukça yakındır. Çünkü mal, mülk sahibi olmak bu şekil zahidlik gösterenleri Allah’ı anmaktan alıkoymaz. Dolayısıyla bu kimseler için maddi varlık sahibi olmak Allah sevgisini azaltan tehlikeli bir durum değildir.

Buraya kadar olan ifadelerimizden bir kişinin; çoluk-çocuğunu, eşini, bağları- bahçeleri, ağaçları, denizleri kısaca diğer mahlukatı, hiçbir şekilde sevmemesi gerektiği sonucunu

607 Gazalî İhyâ, c.3, s.197.

608 Mekkî, a.g.e., c.1, s.505; Gazalî, İhyâ, c.4, ss.212-213. 609 Gazalî, İhyâ, c.4, s.180.

610 Kur’an, 57:23.

611 Mekkî, a.g.e., c.1, s.506.

109

çıkarmak hatalı olur. Burada dikkat edilmesi gereken, Allah dışında mahlukatı kişinin ne şekilde sevmesi gerektiğidir. Esas olarak kaynağını kutsaldan almayan her sevgi, sevgi değil tutkudur. Sevgi insanın özünü kuvvetlendirdiği için onu özgürleştirir. Tutku ise onu köleleştirir.613 O halde öncelikle var olanın yalnız Allah olduğunu, diğer bütün varlıkların onun kudretinin eseri olup, ona bağlı olduğunu bilmek gerekir. Basireti kuvvetli olan, her şeyde Allah’ı görür. Bu tıpkı, şiir kitabını görenin, o eserdeki kağıdı, mürekkebi değil de şairi görmesi gibidir. Kainat olduğu gibi Allah’ın eseridir. Bunun farkında olan, kainatı sevmekle Allah’ı sevmiş olur. Hatta kendine bile, kendisi olduğu için değil, Allah’ın kulu olduğu için bakar.614 Şayet bir kimse bu şekilde düşünmeden, sırf zatı nedeniyle diğer mahlukatı severse Allah’ın sevgisine ortak koşmuş olur. Oysa ki her şeyi Allah’ın eseri olarak görüp, bu nedenden dolayı sevmek, Allah sevgisine ortak koşmak anlamına gelmez. Hatta bu Allah sevgisinin bir gereğidir de diyebiliriz. Nitekim muhabbet kuvvetlendikçe sevgilisinin etrafında bulunan her şeye sirayet eder.615 Birini ifrat derecesinde seven kimse onu seveni de, onun sevdiğini de sever. Onun komşularını, evini, mahallesini hatta köpeğini bile sever. Allah sevgisi de böyledir. Kuvvetlenip kalbi kapladığı zaman bu sevgi, Allah’tan başka bütün varlıklara da sirayet eder. Çünkü bütün mevcudat onun kudretinin eseridir. Resulü Ekrem meyvelerin turfandası takdim edildiği zaman onu sever, yüzüne gözüne sürer ve “Rabbimin yeni bir yaratığıdır” derdi.616 Kişi her baktığında Allah’ı görürse malı ailesi onu Allah’tan uzaklaştırmaz, aksine yaklaştırır. Dolayısıyla kulun Rabbine sevgisi onun, diğer şeylere karşı sevgisini terk etmesini gerektirmez. Nitekim Rasulullah hanımlarını, arkadaşları Hz.Ebu Bekir’i, Hz. Ömer’i ve diğer sahabileri severdi. Bunlara sevgisi derece dereceydi. Bununla birlikte sevgisi tümüyle, Allah’a idi. Engin kalbe sahip olanlar, yaratıklarla Allah’a yürüyen, onlardan kaçmayan, dağlara çöllere ve uzlet yerlerine çekilmeyen, aksine onları da yanına alıp birlikte Allah’a yürüyen kimselerdir.617. “Kur’an’da Muhabbet” bölümünde değindiğimiz gibi Allah’la beraber sevmekle, Allah için sevmek arasında fark vardır. Bir şeyi Allah için sevmek Allah sevgisini azaltmadığı gibi Allah sevgisinin de tabi bir neticesidir.

613 Celal Türer, “Sevgi ve Aşkın Profan Alana İndirgenmesi”, İnsan Sevgisi 2007 Yılı Kutlu Doğum

Sempozyumu Tebliğ ve Müzakereleri, Ankara:TDV Yayınları, 2008, s.165.

614 Gazalî, İhyâ, c.4, s.297-298. 615 Gazalî, İhyâ, c.4, s.307. 616 Gazalî, İhyâ, c.2, s.152.

110

Hemen burada bir parantez açmakta yarar vardır. İlk zahidlerle, İbn Arabî ve vahdeti vücud anlayışı sonrası sûfîlerin, Allah dışında mahlukata bakışında farklar mevcuttur. İlk zahidler Allah Teâla’yı daha ziyade tenzihî bir bakış açısıyla değerlendirdiklerinden mahlukata karşı daha olumsuz bir tutum sergilemişlerdir. Özellikle İbn Arabi ve sonrasında ise Mevlana örneğinde olduğu üzere sûfîler, yaratılmışları, Hakka götüren bir köprü olarak görmüş,618 mecazî, beşerî aşk olarak nitelendirdikleri sevgiyi bir temrin gibi değerlendirmişler, ilahi sevgiye yol alırken, beşeri sevgi tecrübesinin yaşanılması gerektiğini ifade etmişlerdir.619

Aslında kişinin mahlukata bakışının iki farklı evresi vardır. Birinci evrede, kişi ilahî sevgiye erişememiştir ve bu noktada mahlukat sevgisi, onun sevgiyi öğrenmesine yardımcı olur. Kişi ilahî sevgiye ulaştıktan sonra, bulunduğu noktadan mahlukata bakışı tamamen değişir. Artık her baktığında eserin sahibini görür ve onları bu yüzden sever. Muhammed Kutub bu durumu şu veciz ifadelerle özetlemiştir: “İnsandaki sevgi bağı en yakın çevreden, başlayarak genişleyip; tabiata, güzelliklere, hayata, bütün canlılara ulaşır. Sonra da en üstün tepeye, zirveye çıkar ve Allah’a ulaşır. Allah’a ulaşmış olan sevgi bağı ışıklarını bütün sevgi çeşitleri üzerine serper.”620 Neticede kamil manada Allah sevgisine ulaşamamış bir kul için mahlukatın sevgisi onun sevgiyi öğrenmede yararlanacağı bir alıştırmadır. Burada mühim olan kulun bu merhalede kalmayıp bir sonraki adımı atabilmesidir. Aksi halde gerçek sevgiyi hiçbir zaman tatmamış olur.

Tekrar zühd makamının özelliklerine dönecek olursak, diğer makamlarda olduğu gibi zühd makamının da dereceleri vardır ve kulun zühdün en üst noktasına ulaşması gerçekten zordur. Kulun vazgeçebilme başarısı, onun için varlıkla yokluğun eşit olduğunun yani zahitliğinin en önemli ölçüsüdür. Bu konuda kulunu deneyen Allah ilk olarak ondan en sevdiği şeyden, canından vazgeçmesini ister. Kul eğer samimiyse tereddüt etmeden Allah yolunda canını seve seve feda edebilmelidir. Bu yüzden İslam tarihinde mücahidler, cihadı zühd olarak görmüşlerdir.621 Nitekim Hz. Peygamber, “Her

618 Nicholson, İslam Sûfîleri, s.87. 619 Afifi, a.g.e., s.209

620 Kutub, a.g.e., s.120-121. 621 Afifi, a.g.e., s.77.

111

ümmetin bir ruhbanlığı vardır. Benim ümmetiminki ise cihaddır” buyurmuştur.622 Kur’an’da, “Şüphesiz Allah müminlerin; canlarını, mallarını (kendilerine cennet vermek karşılığında) satın almıştır” buyurulur.623 Yani bunlar dünyalarını ahiret için satmışlardır. Elbette satıcı sattığından hevesini kesmiş, onun sevgisini kalbinden çıkarmıştır.624 Aslında dünyayı sevmekten kastedilen dünya yaşamını sevmektir. Şöyleki, Allah Teala, dünyayı, hayat için sıfat olarak kullanmıştır. Dünya, hayatın kendisidir. Zira dünya, hayatı nitelediği için müennestir, müzekkeri ise “edna” kelimesidir. Daha aşağı, değersiz anlamına gelir. Yani burada asıl kelime “hayat” kelimesi olduğuna göre, gerçekte sevilen hayattır. Bu noktada içine düşülen çelişki ise kişinin hayatın sürmesini bu kadar isterken, bu dünya hayatı içinde geçici şeylere gönlünü bağlamasıdır.625 Nefsinin arzularına esir olan, onlara ulaşmak için dünya hayatının sonsuza kadar sürmesini ister. Keza ancak, hayatta kalabilirse arzularını gerçekleştirebilir. Hevasının sürmesi için yaşaması gerekir. Bu durumda bir kimse için ölüm, yaşadığı veya yaşayacağı birçok hazzın sonu demektir. Allah’ı seven kul için ise ölüm Allah’a kavuşmak anlamına gelmektedir. Bu nedenle zühdün en yüksek seviyedeki tezahürü olan cihad, ancak, Allah’ı gerçekten seven bir kula zor gelmez.

Zühdde asıl olanın maddi şeylerin elden değil de gönülden çıkması olduğu halde, bu konuda sufilerin genel tavrı, maddeden uzak durmak şeklinde tezahür etmiştir. Onları böylesi bir tercihe iten, dünyanın kendilerini meşgul edeceği, kandıracağı yönündeki endişeleridir. Ayrıca sahip oldukları şeyler hususunda Allah’a verecekleri hesap da onları endişeye sevk eden bir başka nedendir. Zühdün hem kalbî hem de fiilî yönünün olması ondan bahseden sûfîlerin zühd hakkındaki yorumlarına da yansımıştır. Bazı sûfiler fiilî boyutunu öne çıkarırken, bazıları da kalbî boyutu üzerinde durmuştur. Sözkonusu ifadeler zaman zaman kafa karışıklığına neden olabilmektedir. Bu konuda Gazalî, “Eşyanın hakikatini insanların sözlerinden anlamak isteyen, birbirine uymayan sözlerle karşılaşır ve şaşırıp kalır” der.626 Gerçekten de sûfîlerin zühd tariflerinde birbiriyle çelişen ifadelere rastlamak mümkündür. Benzer çelişkiyi bizzat Gazalî’nin ifadeleriyle, yaşamı arasında da gözlemlemek mümkündür. Zira Gazalî gerçek manada 622 İbn Hanbel, Müsned, c.3, ss. 82, 266. 623 Kur’an, 9:111. 624 Gazalî, İhyâ, c.4, s.169. 625 Mekkî, a.g.e., c.1, s.501. 626 Gazalî, İhyâ, c.4, s.214.

112

zühdün, Allah dışında kişiyi meşgul eden her şeyin kalpten çıkarılması olduğunu, cemiyet hayatı içinde de zühdün yaşana bileceğini ifade etse de bizzat kendi yaşamında işini, makamını, ailesini terk edip inzivaya çekilmiştir. Talebelerini okuturken veya çocuğuna sevgi gösterirken Allah’tan gafil kalmayacak seviyede ilmi birikime ve iradeye sahip bir kimsenin neden böyle bir tercihte bulunduğunu anlamak gerçekten zordur. Şu da var ki onun yüksek bir makamdan, güvenli aile ortamından vazgeçecek kudrette olması ve bunu gerçekleştirmesi onun zahitliği hususunda hiçbir şüpheye yer bırakmamıştır. Onun bu katıksız zahitliği, Gazalî’yi İslam tarihinin en önemli aktörlerinden biri yapan başlıca etkenler arasındadır diyebiliriz.

Zühd kavramı, derinlemesine düşünüldüğünde onun; muhabbet yanında sabır, kanaat, tevekkül, şükür gibi diğer makamlarla ortak duygulardan kaynaklandığı görülür. Dolayısıyla onlarla birlikte değerlendirilmesi gerekir. Şüphesiz bunlar içinde muhabbet makamı, suyun bulunduğu kabın şekline girmesi gibi zühd düşüncesini şekillendiren ana makamdır. Sonuç olarak Mekkî ve Gazalî diğer makamlarda olduğu gibi zühd makamını da büyük oranda muhabbet makamıyla ilişkilendirerek ele almışlardır. Onlara göre insan farklı nedenlerden dolayı zühde yönelse de onun en üst derecesi Allah’a muhabbetten kaynaklanan zühddür. Keza muhabbetten ışığını alan her makam ulaşa bileceği en parlak görünüme kavuşmaktadır.