• Sonuç bulunamadı

1.6. DÜNYADA TRAFİK KAZALARININ BOYUTLARI

2.1.3. Kalkınma Kuramlarının Gelişimi

2.1.3.3. Modern Kuramlar

Fiziki üretim faktörlerini esas alan ve teknolojinin dışsal bir etken olarak varsayıldığı neo-klasik kalkınma kuramları yerine, kalkınma kuramlarının gelişmesinde, ekonomik büyümeyi belirleyen etkenler üzerindeki tartışmaların etkisiyle, beşeri sermayenin belirleyici etkisinin olduğu ve teknolojinin içsel etken kabul edildiği büyüme yaklaşımları geliştirilmiştir. Bu büyüme modellerinin etkisiyle kalkınma bakış açısında değişik görüşlerin ortaya atılması sağlanmıştır. Modern kalkınma kuramları başlığı altında değerlendirilebilecek bu yaklaşımlar içinde, Arrow, Lucas ve Romer’in geliştirdiği modeller, beşeri sermaye, bilgi birikimi, Ar-Ge ve teknoloji gibi parametreleri büyümenin içsel değişkenleri şeklinde izah ederek ülke yönetimlerinin bu ve benzeri konularda aktif rol üstlenmesi gereğine vurgu yapmışlardır (Çiftçi ve Aykaç, 2011: 161).

Belirtilen modeller ile birlikte kalkınma üzerinde yapılan çalışmaların, eğitim ve sağlık, ekoloji, insan hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği, coğrafik yapı, kurumlar gibi pek çok alanı kapsadığı görülmektedir. 1970’ten sonra ekonomik kalkınma üzerine çalışmalarda iktisatçılar en çok çevre ve insani boyutlar üzerinde durmuş ve bu konulara odaklanmışlardır. Böylece ekonomik kalkınmada insani ve çevresel boyutları esasa alan birçok yeni kavram ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunlara, ekolojik kalkınma, sürdürülebilir kalkınma, öz güvene dayalı kalkınma, kültürel kalkınma kavramları örnek verilebilir. Bu kavramların yanında yoksulluk gibi konularda da bu dönemde tartışmalar yapılmıştır (Kaynak, 2007: 41). Bunlar içinde insana ve çevre sorunlarına birlikte büyük önem veren sündürülebilir kalkınma kavramı öne çıkmıştır.

60

Sürdürülebilir kalkınma yaklaşımı, 1962 yılında Rachel Louise Carson’ nun Silent Spring adlı çalışmasında ortaya atılmıştır. Çalışmada, sanayileşme süreçleri izlenirken ve tarımsal uygulamaların yürütülürken çevreye ve insan sağlığına verilen zarar üzerinde durulmuştur. 1968 yılında Paul Ehrilich’in “Nüfus Patlaması” adlı eseri ise kaynak tüketimi, çevre sorunları ve nüfus artışına yoğunlaşmıştır. Aynı yıl UNESCO tarafından yapılan uluslararası konferansta, çevresel ve sürdürülebilir kalkınma ile ilgili ilk tartışmalara imza atılmıştır (Zafir, 2014: 245).

Kalkınma ile çevre ilişkilerinin bugünkü popülerliğine kavuşmasında önemli adımlardan biri de 1970’li yılların başında kurulan Roma kulübü tarafından Massachusetts Institute of Technology’den Dennis ve Donella Meadows’a hazırlattırılan ve 1972 yılında yayımlanan ‘büyümenin sınırları’ başlıklı raporudur. Neo-Malthusgil görüşlerin yer aldığı bu raporda, doğal kaynakların, nüfusun hızla artışı karşısında yeterli olmayacağı ve böylece yaşadığımız çevrenin, 150 yıl geçmeden yaşanabilirlik özelliklerini yitireceği ifade edilmektedir. Eğer, çevrenin korunması ve geliştirilmesi amaçlanıyorsa, gelişme yavaşlatılmalı, hatta durdurulmalıdır. Çünkü gelişme ve uygarlaşma, insanlığı acı bir sonla karşı karşıya bırakmaya doğru gitmektedir (Kaynak, 2007: 42).

Sürdürülebilirlik kavramıyla ilgili ilk çalışmalar da bulunan diğer bir iktisatçı 1972 Nobel iktisat ödülüne layık görülen John Richard Hicks’tir. Hicks geliri kişinin gelecek senelerde aynı düzeyde üretip tüketebilmesi için ihtiyaç duyduğu kapasitenin, bir önceki senede tüketimde bulunabileceği en yüksek düzeyle sınırlı olduğunu ileri sürerek tanımlamaktadır. Hicks’e göre gelirin bir bakıma sürdürülebilir tüketim özelliği bulunmaktadır. Şayet kazanılan gelirden daha fazla tüketim gerçekleşirse, bu tüketim uzun dönemde sürdürülebilir olma vasfını yitirecektir (Bayraktutan ve Uçak, 2011: 21).

Yukarıda işaret ettiğimiz gibi ekonomi büyüme, sermaye birikimi merkezli gelişme anlayışından insani merkezli gelişme anlayışına geçilmiştir. Bununla birlikte, kalkınmanın sosyal ve çevre bedelleri de ortaya çıkmaya başlamıştır. Örneğin gelir

61

artışları toplumun tüm kesimlerine yayılmamış, gelir dağılımındaki adaletsizlik ile beraber görece ve mutlak yoksulluk arıtmıştır. Azgelişmiş ülkeler kalkınma sürecinde çevre ve doğal kaynaklara zarar veren bir maliyet unsuru haline gelmeye başlamışlardır (Zafir, 2014: 244).

Sürdürülebilir kalkınma yaklaşımları içinde, insani boyutu üzerinde çalışan ve modern kalkınma yaklaşımlarının en güçlülerinden Amartya Sen tarafından ortaya konulmuştur. Amartya Sen “kapasite yaklaşımı” olarak adlandırılan bu yaklaşımda, insanların sosyal, kültürel ve ekonomik yapılara aktif biçimde katılarak özgürleşeceğini ve bu türde bir özgürlüğün insanların temel nitelikleri anlamında çeşitlilik sağlayarak kalkınmaya doğrudan katkı sağlayacağını ifade etmektedir (Küçükşen, 2013: 19).

Modern kalkınma kuramları kapsamında son yıllarda yeni kurumsal iktisat okulunda gündeme gelen gelişmekte olan ülkelerdeki kurumsal yapı ile kalkınma arasındaki ilişkiye vurgu yapan yaklaşımdır. Bu ilişkiyi tarihsel süreç içinde inceleyenlerin başında Douglass North’dur4. North ve Lance Davis tarafından 1971

yılında yazılan “Institutional Change and American Economic Growth’’ adlı kitapta ekonomik büyümede teknolojinin öncelikli açıklayıcı rolünü ikinci plana alarak “kurumsal değişim teorisini” ortaya atmışlardır. North ve Davis ekonomik faaliyetleri teşvik etmeye yönelik kurumsal düzenlemeler içeren etkin ekonomik organizasyonun, büyümenin anahtarı olduğunu belirtmişlerdir. Yazarlara göre etkin organizasyonel yapı ve kurumsal düzenlemeler Avrupa’nın ekonomik gelişiminde önemli bir paya sahiptir (Dumludağ, 2014: 22-23).

Özetle modern kalkınma yaklaşımları, insan ve çevre üzerinde odaklanırken, bununla birlikte sosyal, siyasal, kültürel, ekolojik ve kurumsal süreçler içeren bir çok boyutu da kapsar duruma ulaşmıştır. Benzer şekilde başlangıçta kalkınma kavramı

4 Doglass North’un araştırmaları bu dönemde pek çok iktisatçıyı sermaye birikimi ve teknolojiye

dayalı büyüme anlayışından dinamik bir kurumsal değişim sürecine doğru yöneltmiştir. North, ekonomik ve kurumsal değişimi iktisat tarihine uyarlayan yeni görüşleri nedeniyle Nobel iktisat komitesi tarafından, 1993 Nobel ödülüne layık görülmüştür (Dumludağ, 2014: 22).

62

çevre ve insan boyutlu bir yaklaşım olarak kabul edilirken, artık toplumdaki tüm kesimlerin üstlenmeleri gereken ve ekonomi, çevre bilimi, hukuk, işletme yönetimi, siyaset gibi pek çok alanı ilgilendiren bir kavram haline gelmiştir. Modern kalkınma yaklaşımları, 2012 yılından sonra sürdürülebilir kalkınmanın kuramsal çerçevesini oluşturmuş ve hedefi yoksulluğun azaltması ile sosyal, ekonomik ve çevresel sorunlara odaklanmıştır. Sürdürülebilir kalkınma kavramı da, yoksulluğun azaltılması, gıda güvenliği ve sürdürülebilir tarım, eğitim ve okur-yazarlık, cinsiyet ayrımcılığının azaltılması ve kadın statüsünün güçlendirilmesi gibi somut göstergeleri bulunan bir kavrama dönüşmüştür (Zafir, 2007: 271).

2.2. TRAFİK KAZALARI İLE İLGİLİ SOSYAL VE EKONOMİK

Benzer Belgeler