• Sonuç bulunamadı

1.6. DÜNYADA TRAFİK KAZALARININ BOYUTLARI

2.1.1. Ekonomik Kalkınma Kavramı

Türkçe’de kalkınma sözcüğü, ilerleme ve gelişimle eş anlamlı kullanılmaktadır. Günümüzde birçok yabancı sözlükte kalkınmaya; kademeli olarak yayılma, büyüme, kesintisiz çalışma, gelişim ve geliştirme, evrim, ilerleme safhası, daha fazla ayrıntıları ile çözümlemek gibi birçok anlam atfedilmiştir (Yavilioğlu, 2002a: 60). Kalkınma, sadece üretimin ve kişi başına gelirin artırılması anlamına gelmeyip, azgelişmiş bir toplumda ekonomik ve sosyo-kültürel yapının da değiştirilmesi, yenilenmesidir. Kişi başına düşen milli gelirin artmasının yanında, genel olarak üretim faktörlerinin etkinlik ve miktarlarının değişmesi, sanayi kesiminin milli gelir ve ihracat içindeki payının artması gibi yapısal değişiklikler, kalkınmanın temel öğeleridir (Han ve Kaya, 2004: 1).

Literatürde kalkınma kavramına böylesine çok anlam yüklenmesinin yanı sıra, toplumsal değişimlerin tek bir kelime ile sınırlandırılarak ifade edilmesi çabasıyla birlikte kalkınma ile ilgili farklı tanımların yapıldığı da görülmektedir. Örneğin ünlü iktisatçı Karl Marx kalkınmayı, tarihsel şartlardaki bir değişim olarak ifade ederken Milner ise, uygulanan hükümet faaliyetleri olarak tanımlamıştır (Yavilioğlu, 2002a: 60). Ekonomik kalkınma kapsamında modernleşme, endüstrileşme, büyüme ve yapısal değişmeye yüklenen anlamlar genellikle birbirine karıştırılmaktadır. Özellikle

44

ekonomik kalkınma ile ekonomik büyümenin birbirlerinin yerine geçecek şekilde sık sık kullanıldığı görülmektedir (Erkan, 1986: 92-93).

Ekonomik büyüme ve kalkınma kavramları II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ekonomi ve siyaset alanında en çok kullanılan kavramlar arasındadır. II. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan teknolojideki hızlı gelişme ile ülkeler arasındaki gelir ve sosyo-ekonomik yapı farklılıklarında görülen belirgin ayrışmaların yaşanması, gelişmiş ekonomilerle birlikte kalkınma sorununu doğurmuştur (Erkan, 1998: 12). Savaş yıllarının ardından Birleşmiş Milletler’in 1947 yılında ülkelerin ekonomik kalkınmada esas amacının bir ülkede yaşayan tüm nüfusun refah düzeyini artırmak olduğunu duyurmasıyla birlikte artık kalkınma olgusu özerk bir çerçeve içinde değerlendirilmeye başlandı. Bu gelişme sonrasında kalkınma kavramı ağırlıklı olarak kalkınma sorunlarını daha yakından yaşayan Üçüncü Dünya Ülkeleri için kullanılmaya başlandı. Kalkınma kavramı çerçevesinde değerlendirilen geri kalmışlık olgusu kapsamında yetersiz beslenme, açlık, sağlık problemleri, eğitim yetersizliği (yoksunluğu) gibi olgular kalkınma kavramının büyüme kavramından ayrı düşünülmesi gerektiğini ortaya koydu (Erbay ve Özden, 2013: 6). Böylelikle kalkınma kavramının büyümeden farklı bir anlamda kullanılması gerektiği anlaşıldı.

Günümüzde artık kalkınma, büyümeden farklı olarak çok daha geniş bir kapsamda ele alınan bir kavram haline gelmiştir. Birçok boyutu olan kalkınma kavramında, nüfus, teknoloji, dış ticaret, tarım, finansal ilerleme ve beşeri sermaye gibi çok çeşitli unsurlar önemli rol oynamaktadır. Özellikle son yıllarda bilimsel alanda yapılan teorik ve deneysel çalışmalarda kalkınma sürecinde insan kaynağının oynadığı rolü üzerinde durulmakta ve ülkelerin bu alana yatırım yapmaları tavsiye edilmektedir (Özyakışır, 2011: 46).

Kalkınma, var olan bir olgu değil her zaman ulaşılabilinmesi için çaba sarf edilen bir süreçtir ve eğer böyle algılanmazsa anlaşılamaz bir kavram haline gelebilir (Dulupçu, 2002: 37). Kalkınma süreci ekonomi ile olduğu gibi bir ülkenin içinde

45

olduğu sosyal ve politik yapıyı etkilediği taktirde ve bunlarda önemli değişimler meydana getirdiği durumda tam anlamıyla bir kalkınmadan bahsedilebilir.

Teknik ilerlemeye daha çok dikkat çeken ve sermaye birikimine Marx’tan daha az önem veren Schumpeter ekonomik kalkınmayı, yeni üretim tekniklerinin, yeni ürünlerin veya üretim faktörlerinin yeni yollardan faydanılmasına yol açan teknik yenilikler sonucunda ortaya çıkan bir olgu olarak değerlendirmiştir (Kaynak, 2007: 38). Schumpeter’in kalkınma ile ilgili düşünceleri etkisini uzun bir süre devam ettirmiş ve girişimcilik kavramının gelişmesinde temel alınmıştır (Erbay ve Özden, 2013: 5).

Ekonomik kalkınma dar anlamda, insanoğlunun ekonomik şartları zaman içinde nasıl değiştirebildiğinin ve bu değişimin sağlanabilmesi için neler yapabileceğinin bir göstergesidir. İnsaoğlunun tüm tarih boyunca daha iyi ve daha mutlu bir yaşama olan isteği yalnızca ekonomik bir bakış açısından daha geniş bir tanım yapmayı gerekli kılmaktadır. Bu nedenle de ekonomik kalkınma kavramı içinde yalnızca ekonomik koşulların belirleyici olduğu değil insanı ilgilendiren tüm sorunların, acıların, açlığın ve hastalıkların, eğitimin, hak ve özgürlüklerin, kültürel açıdan yeterliliklerin ve yetersizliklerin de değerlendirilmesi gerekmektedir (Erbay ve Özden, 2013: 4).

Ekonomik kalkınma kavramı, azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yalnızca ekonomi değil sosyal, kültürel ve siyasete dair olguları da içine alan bir kapsamda kişi başına üretim artışını ifade etmektedir. Bu açıdan bakıldığında özellikle gelişmekte olan ülkelerin gelişme aşamalarında yerine getirecekleri yapısal değişimi temel almaktadır (Gürkan, 1999: 214).

Fizyokratlardan Adam Smith’e, David Ricardo’ya, Karl Marx’a ve Schumpeter’e kadar pek çok iktisatçı, önce kalkınmayı sonra da ekonomik büyümeyi etkileyen faktörleri aramaya çalışmışlardır.

Bu genel yaklaşım altında, Adelman ve Yeldan (2000: 143) ekonomik kalkınmanın oluşabilmesi için aşağıdaki beş olguya dikkat çekmektedir:

46 1. Sürdürülebilir büyüme

2. Üretim ve tüketim biçimlerinin köklü değişime uğraması 3. Teknolojik gelişme

4. Sosyal, siyasal ve kurumsal modernleşme 5. Yaşam standartlarında geniş düzeyde iyileşme.

Ekonomik kalkınma kavramı özetle, nitelikle ilgili olan değişimlere ağırlık vermekte ve üretkenlikte artışla birlikte teknik ve kurumsal yapıdaki değişimleri de içinde almaktadır. Diğer bir deyişle ekonomik kalkınma daha fazla ve farklı olanın yer aldığı yapısal değişim sürecini ifade etmektedir (Karataş ve Çankaya, 2010: 33).

Ekonomik kalkınma kavramını açıklarken, bu kavramın ana kaynağı olan azgelişmişlik olgusuna değinmekte yarar vardır. Azgelişmişlik, bağımlılık kuramı ile birlikte değerlendirilen ve birçok üçüncü dünya ülkesinin başlıca özelliği arasında yer alan yoksulluk ve ekonomik durgunluğun ifade edilmesinde kullanılan bir olgudur. Azgelişmişlik bu ülkelerin gelişemedikleri için yaşadıkları sorunların dışında, emperyalist devletler tarafından sömürülmemiş olmasalardı ulaşabilecekleri gelişme düzeyini elde edememelerini de ifade etmektedir. Günümüzde, azgelişmişliğin gerek çerçevesinin çizilmesi ve gerekse ölçülebilir hale getirilmesi için kişi başına reel gelir ölçütü kullanılmaktadır (Erbay ve Özden, 2013: 2). Dünya Bankası tarafından 2017 yılında yapılan hesaplamalara göre ülkeler; kişi başına gayrisafi milli geliri 995 $ ve daha az olan ülkeler düşük gelirli, 996-3.895 $ arasında olan ülkeler düşük-orta gelirli, 3.896-12.055 $ arasında olan ülkeler üst-orta gelirli, 12.056 $ ve üstü olan ülkeler yüksek gelirli olarak sınıflandırılmaktadır (Dünya Bankası, 2019).

Benzer Belgeler