• Sonuç bulunamadı

A. MODERN İKTİDAR VE TOPLUMUN KURUCU İLKESİ

1. Modern İktidar: Devlet

İnsan hakları devlete karşı savunulan haklar olarak tanımlanmaktadır. Bu nedenle insan haklarının, evrensel ve her koşulda (her zaman ve her yerde) geçerli olduğunu varsaymak, modern devleti de öyle kabul etmeyi gerektirir. Oysa siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatüründeki genel kanıya göre, içinde yaşadığımız modern dünya sistemi ve bu sistem içinde var olan modern devletler ana hatlarıyla 16.

yüzyılda ve Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Bu çerçeveyi belirlemenin önemi, hep var olduğundan ve hep var olacağından emin olduğumuz düşünüş biçimlerinin, kendilerinden yola çıkarak günlük yaşam pratiklerimize yön verdiğimiz ön kabullerin tarihsel bir bağlama oturtulmasını ve bu tarihsellik içinde modern dünya sistemiyle ilişkisinin kurulmasını sağlamasındadır.

Bu kapsamda öncelikle çalışmada “modern” kavramının tarihsel bir dönemi ve günümüz toplumlarının meydana gelmesinde etkili olan bir düşünceyi nitelemek amacıyla kullanıldığını belirtmek gerekmektedir. Modernlik, Wallerstein’den yardımla,

“siyasi arenada özgül olarak değişimin ‘anormalliğine’ ve geçici niteliğine karşı,

‘normalliğinin’ kabul edilmesi”dir, “yeninin iyi ve arzu edilir olduğu hissi”dir.11 Modern toplum ise Akal’ın tanımıyla, “egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi olan” ulusun

“dünyevi yasa yaratıcı” olarak düşünüldüğü toplumdur.12 Böylece modernite, Tanrı’nın ya da doğanın değişmezliğinin karşısına, insan eylemleriyle toplumun değiştirilebileceği fikrini çıkarmaktadır.

11 Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, Çev. Erol Öz, 3. Basım, İstanbul, Metis Yayınları, 2009, s.

220.

12 Cemal Bâli Akal, (der.), Devlet Kuramı, 4. Baskı, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, Kasım 2013, s. 18.

8

Modern dünya sisteminin ortaya çıktığı 16. yüzyıl Avrupası’nda bu değişim ekonomi alanında merkezileşme, siyasi alanda dünyevileşme ve hukuki alanda uluslararasılaşma şeklinde meydana gelmiştir. Bu alanlar aşağıda sırasıyla ele alınacaktır.

a. Ekonominin Merkezileşmesi

Ekonomi alanında yaşanan köklü değişim, dünya sisteminin kapitalist bir sistem olarak belirmesi olmuştur. Fernand Braudel, “Büyük Keşiflerden” sonra, 15. yüzyıl sonunda Avrupa’nın bir “ekonomi dünyası/kendi için dünya” olmaya başladığını ifade etmektedir. Braudel bununla, sınırları olan, bir merkez tarafından temsil edilen ve bir iş bölümü içinde merkez-çevre bölünmesinin görüldüğü bir yapıyı anlatmaktadır.13

Wallerstein de 15. yüzyıl ortalarından 18. yüzyıl sonuna kadar geçen dönemde, Avrupa ve Amerika başta olmak üzere dünyanın belirli bir kısmının yeni bir tarihsel sistem yarattığını söylemekte ve bu sistemi kapitalist dünya ekonomisi diye adlandırmaktadır. Ona göre bu yeni sistemi niteleyen üç temel özellik vardır. İlki, sistem içinde merkez ve çevreye özgü ekonomik faaliyetler bulunması ve bunların da tek bir eksenel işbölümüne14 dayanmasıdır. İkinci özellik, başlıca siyasi yapılar olan devletlerin, sınırları eksenel işbölümünün sınırlarıyla örtüşen bir devletlerarası sistem içinde birbirine bağlanmış ve aynı zamanda sistem tarafından sınırlandırılmış olmasıdır.

13 Fernand Braudel, Kapitalizmin Kısa Tarihi, Çev. İsmail Yerguz, 2. Baskı, İstanbul, Say Yayınları, 2014, s.

76-78.

14 “Eksenel işbölümü” ile Wallerstein, merkeze özgü süreçlerle çevresel süreçleri birbirine bağlayan

görünmez bir eksen olduğu ve bu eksenin de sistemi bir arada tutan şey olduğu argümanını ifade etmektedir. Bkz. Immanuel Wallerstein, Dünya Sistemleri Analizi Bir Giriş, Çev. Ender Abadoğlu ve Nuri Ersoy, 2. Baskı, İstanbul, Aram Yayıncılık, Nisan 2005, s. 139.

9

Üçüncüsü ise sistem içinde avantajlı durumda olanların, kesintisiz sermaye birikimini amaçlayanlar olduğudur.15

Wallerstein’in kavramsallaştırmasında yeni sistemin bir dünya-ekonomi olması, sistem içinde sermaye ve emek gücü akışlarının olduğu ve sistemin pek çok politik birimden oluştuğu anlamına gelmektedir. Bu açıdan sistem dâhilinde politik ve kültürel bir homojenlik yoktur; yapıyı bir arada tutan şey işbölümüdür.16 Bu dünya-ekonominin kapitalist olması ise sistemin önceliğinin sonsuz sermaye birikimi olduğuna işaret etmektedir. Bu anlamda yalnızca modern dünya sisteminin kapitalist olduğunu söylemek mümkündür. Modern sistemin yapısal mekanizmaları vardır ve sonsuz sermaye birikiminden başka gerekçelerle hareket edenler bir şekilde bu mekanizmalar tarafından cezalandırılmakta, nihayetinde toplumsal sahneden silinmektedir.17

Giovanni Arrighi ise modern devletlerarası sistemi 15. yüzyıldan günümüze dek sırasıyla Ceneviz (15. yy – 17. yy başı), Hollanda (16. yy sonu – 18. yy sonu), İngiltere (18. yy’ın ikinci yarısı – 20. yy başı) ve ABD’nin (19. yy sonundan günümüze) başı çektiği dört sistemik birikim dairesiyle açıklamaktadır.18 Buna göre modern devletlerarası sistemin kökenleri “Orta Çağ sistemine dahil Kuzey İtalya’da bölgesel bir kapitalist kent-devletleri alt-sisteminin” oluşumuna dayanmaktadır ve sistemin “dört ana özelliği, Kuzey İtalyan kent-devletleri alt-sisteminde önceden gerçekleşmiştir”.

Arrighi kent-devletlerindeki bu dört özelliği şöyle sıralamaktadır19:

15 Wallerstein, op.cit., 2009, s. 125.

16 Wallerstein, op.cit., 2005, s. 45-46.

17 Ibid., s. 46.

18 Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl: Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri, Çev. Recep Boztemur,

Ankara, İmge Kitabevi, Mayıs 2000, s. 23.

19 Bkz. ibid., s.67-70.

10

i. Devlet gücünü elinde tutan kapitalist bir ticaret oligarşisi bulunmaktadır ve toprak kazanımları sadece bu grubun kârlarının arttırılmasına yönelik bir araç olarak görülmektedir.

ii. Üç düzeyde (papa ve imparator arasında, Kuzey İtalyan kent-devletlerinin kendi arasında ve Batı Avrupa’nın yeni hanedan devletleri arasında) kurulan güç dengesi, teritoryal genişleme mantığını engelleyerek kapitalist bir mantığın gelişmesine olanak sağlamıştır.

iii. Savaşın sanayileşmesi (“korunma-üreten sanayi”) ve ücret-işgücü ilişkilerinin gelişmesiyle korunma maliyetleri azaltılmıştır.

iv. Diplomasi ağı güçlendirilmiş ve bu da yine korunma maliyetlerinin azaltılmasında etkili olmuştu.

Kapitalizmin (sistemi etkilemeyecek düzeyde) modern sistemden önce de var olmasına rağmen dünyanın diğer bölgelerinden farklı olarak Avrupa’da, bu dönemde gerçekleşen en büyük değişim “kapitalizmin devletle özdeşleşmesi, kapitalizmin devlet hâline gelmesi”20 olmuştur. Bu değişim sonucunda da modern dünya sisteminin merkezî ekonomik yapısı meydana gelmiştir.

b. Siyasetin Dünyevileşmesi

16. yüzyıl Avrupası’nda siyasal alanda yaşanan köklü değişimse Jean Bodin’in 1576’da oluşturduğu egemenlik kuramına dayandırılmaktadır. Örneğin Gérard Mairet,

“laik modern devletin XVI ve XVII. yüzyıllarda, teoride ve pratikte, Batı’da oluştuğu savının, onun, özellikle egemenlik kavramını içeren ayırdedici niteliklerine dayandığını” ifade etmektedir. Mairet egemenlik kuramıyla devlette, Orta Çağ’ın hep ayrı tuttuğu ilke (Yasa) ve kullanımının (uygulama) birleştirildiğini ve artık siyasi

20 Braudel, op.cit., s. 62.

11

gücün, uygulamanın Yasa’ya bağlanması anlamına gelen meşruiyetini tanrısallıkdışı bir odağa yönelttiğini hatırlatmaktadır.21

Aslında bundan önce, 16. yüzyılın daha başında Machiavelli, siyaseti dinsel dogmalara ve ahlaki değer yargılarına bağımlı olmaktan kurtarmış, din ve ahlakı siyasal iktidarın belirleyiciliği altına sokmuştur.22 Nitekim Marcel Gauchet de Machiavelli’yi işaret ederek modernliğin, 16. yüzyılda siyasi olana ilişkin gerçekçi bir bakışın ortaya çıkmasıyla başladığını ifade etmektedir.23 Ancak Machiavelli’nin dünyevileştirip bölünmez kıldığı siyasi iktidara meşruiyet kaynağını veren, yani iktidarı Prens’in somut bedeninin ötesinde, soyut ve sürekli hâle getiren Bodin olmuştur.24

Mairet gibi Gauchet de 16. yüzyılın başında gerçekleşen din devriminin/Reform’un 16. yüzyıl sonunda “siyasallığın dinî bir devrimi”ne doğru genişlediğini ve bu devrimden de “devlet” başta olmak üzere modernliğe özgü siyasi kavramların doğduğunu ifade etmektedir. Gauchet’ye göre “devlet bir kavram olarak, devlet aklının devleti olarak, yani dini egemenliği altına alma hakkı olan devlet olarak ortaya çıkar” ve “bu role sahip olması bakımından kendini egemenlikle tanımlar.”25

Siyasal iktidarın böylece bölünmez/dünyevi ve sürekli hâle gelmesiyle 1648 Westphalia Barışı’na giden yol da açılmıştır. Westphalia’nın önemi “belirli kurallara göre hareket eden ve aralarında düzenli ilişkiler bulunan parçaların (devletlerin)

21 Gérard Mairet’den aktaran Akal, op.cit., 2009, s. 70-71.

22 Ağaoğulları, (ed.), op.cit., İstanbul, s. 325.

23 Marcel Gauchet, Yurttaşını Arayan Demokrasi, Der. ve Çev. Zeynep Savaşçın, İstanbul, İletişim

Yayınları, 2013, s. 26.

24 Bkz. Akal, op.cit., 2009, s. 64-66 ve Ağaoğulları, (ed.), op.cit., s. 408-409.

25 Gauchet, op.cit., s. 33.

12

oluşturduğu bütünü, uluslararası sistemi”26 doğurmuş olmasındadır. Westphalia Barışı ile “artık egemen devletler üzerinde bir örgütün veya bir yetkinin varlığı düşüncesi ortadan kalkmıştır. Bunun yerini, bütün devletlerin dünya ölçeğinde bir siyasal sistem kurduğu veya Batı Avrupa devletlerinin her ne şekilde olursa olsun tek bir siyasal sistem oluşturduğu düşüncesi almıştır. Bu yeni sistem devletlerin üzerinde değil devletler arasında işleyen bir uluslararası hukuka ve devletler üstü değil devletler arası bir güçle belirlenen güçler dengesine dayanmaktadır.”27 Gerçekten de Westphalia konferansları sırasında Papalık temsilcisine söz verilmemiş ve Barış Antlaşması Papa’ya imzalattırılmamıştır.28 Kilise’ye karşı alınan bu tedbir devletlerin birbirine karşı da geçerlidir, nitekim Westphalia Barışı’yla, Avrupa devletlerinden birinin (örneğin Habsburglar’ın) evrensel bir güç olmaya çalışmasına karşı diğerlerinin izlediği güç dengesi politikasının başarısı sağlamlaştırılmıştır. Bunun yanı sıra Westphalia ile getirilen yeni düzen içinde, ticaretin önündeki engellemelerin kaldırılması ve ticaret özgürlüğünün sağlanması amacıyla da anlaşmalar yapılmış29, böylece devletlerin gücünün sınırlandırılarak dengede tutulması konusunda sermayedarlar da etkin hâle gelmiştir.

Ekonomik ve siyasal alan birlikte değerlendirildiğinde kapitalizmin ortaya çıkması ve yayılması için modern devlete30, modern devletin ortaya çıkması için de siyasal iktidarın dünyevileşmesine ihtiyaç duyulduğunu söylemek mümkündür. 16.

yüzyıl Avrupası’nda bu iki alandaki dönüşüm birbiriyle uyum içinde ilerlemiş ve

“güçleri birbirine yakın ve ortak bir Hıristiyanlık kültürü içinde yer alan ilk egemen

26 Oral Sander, Siyasi Tarih: İlk Çağlardan 1918’e, 19. Baskı, Ankara, İmge Kitabevi, Aralık 2009, s. 101.

27 Gross’tan aktaran Arrighi, op.cit., s. 77.

28 Sander, op.cit., s. 100.

29 Arrighi, op.cit., s. 77.

30 Braudel’den aktaran Wallerstein, Wallerstein’den aktaran Arrighi, op.cit., s. 28.

13

monarklar arasındaki jeopolitik rekabetin, kapitalizmin doğuşunu desteklemesi ile”

modern devletlerin yükselişi mümkün olmuştur.31

c. Hukukun Uluslararasılaşması

Ekonomik ve siyasal alanlarda yaşanan bu değişimin gerektirdiği yeni düzenlemeler modern/uluslararası hukukun doğmasına yol açmıştır. Braudel’in Avrupa’nın “kendi için dünya”ya dönüşmesinin başlangıcı saydığı “Büyük Keşifler”

aynı zamanda, Papa’nın hukukuna tâbi olmayan insanlarla tanışan Avrupalıların, bu yeni dünyayı da kapsayacak yeni bir hukuki düzenleme oluşturmaya başladığı andır.

Avrupalıların, 1492’de “keşfedilen” fakat “sahipsiz olmayan” bu topraklardaki varlığını açıklayamayan ve bu toprakların beşeri ve doğal kaynaklarının Avrupalılar arasında nasıl bölüşüleceği sorusuna yanıt veremeyen dinsel hukukun32 yerini 16. yüzyıldan itibaren laik doğal hukuk düşüncesi almaya başlamıştır.

16. yüzyılın başında Francisco de Vitoria “siyasal toplumun ancak doğal hukuk kuramı içinde anlaşılabileceğini” savunmuştur. Vitoria’ya göre “kamusal yaşamın şöyle ya da böyle var olmadığı bir toplum öncesi doğallıktan söz etmek mümkün değildir” ve devlet de “insanın bu doğal toplumsallığından kaynaklanır”. Yani Vitoria için siyasal iktidarın kaynağı hâlâ Tanrı olsa da, krala bu iktidarı kullandıran toplumdur. Vitoria devleti bu şekilde temellendirerek onu “sömürgecilik çağında başka siyasal bütünlerle, yani uluslararası ilişkiler içinde” düşünebilmiştir. “Her toplumun kendi kaderini özgürce belirleme hakkı olduğunu” söylemiş ve Hıristiyan olmayan toplumların da

31 Hall ve Ikenberry’den aktaran Özlem Kaygusuz, “Egemenlik ve Vestfalyan Düzen”, s. 25-51, Küresel

Siyasete Giriş Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, (ed). Evren Balta, İstanbul, İletişim Yayınları, 2014, s. 29.

32 Erdem Denk, “Uluslararası İlişkilerin Hukuku: Vestfalyan Sistemden Küreselleşmeye”, s. 51-75, Küresel

Siyasete Giriş Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, (ed). Evren Balta, İstanbul, İletişim Yayınları, 2014, s. 56.

14

“uluslararası düzende eşit hukuksal kişiliklere sahip olduğunu” ifade etmiştir.

Böylelikle Vitoria, “papanın sınırlarının Hıristiyan dünyanın sınırlarında bitmekte olduğunu” vurgulamakta ve “İspanya’nın Katolik Dünya İmparatorluğu hayalleriyle”

çatışmaya düşmektedir.33

Vitoria tarafından “Papanın temsil ettiği dinsel hukukun üstünde” kurgulanan laik doğal hukuk sayesinde “dünyanın farklı yerlerinde farklı idari-siyasi örgütlenmeler biçiminde hüküm süren tüm beşeri yapılar/birimler (devlet)” düzenleme kapsamına dâhil edilebilmiştir.34 Bu sayede de “hiyerarşiyi, üstünlüğü ve dolayısıyla da eşitsizliği esas alan imparatorlukların “dış ilişkiler” döneminden eşitlik varsayımını esas alan mutlak krallıkların (sonra devletlerin) yatay “uluslararası ilişkiler” dönemine geçişin maddi temelleri” olgunlaşmıştır.35

Vitoria’nın bahsettiği şekliyle “insanın doğal toplumsallığı” fikri 17. yüzyıl başında Grotius tarafından da benimsenmiştir. Üstelik doğal hukukun “şeylerin özünden kaynaklandığını ve Tanrı’nın bile onu değiştiremeyeceğini”36 söyleyerek siyasal iktidarı Tanrısal dayanaktan tamamen kurtaran da Grotius olmuştur. Böylece, Marcel Gauchet’nin ifade ettiği biçimde, “dinlerin üstünde yeni bir dinsellik”ten öte “yeni bir hukuki kuruluş” sağlanabilmiştir ve bu aşamadan sonra hukukun sahip olduğu kaynak ve ilkeyi meydana getiren unsur bireylerin öznel hakları olacaktır.37

33 Ağaoğulları, (ed.), op.cit., s. 422-423.

34 Denk, op.cit., s. 56.

35 Ibid., s. 55.

36 Ağaoğulları, (ed.), op.cit., s. 419.

37 Gauchet, op.cit., s. 34.

15 2. Toplumun Kurucu İlkesi

Cemal Bâli Akal modern devleti anlamak için ”dünyaya devletin penceresinden değil, siyasi iktidarın penceresinden bakma”yı önerir.38 Böylelikle “devleti başka siyasi iktidar tipleri arasında bir tip olarak sınırlamak” mümkün olacaktır.39 Bunun yanı sıra kapsayıcı bir siyasal iktidar tanımı yapabilmek için de siyasal iktidar ilişkisinin merkezine yöneten/yönetilen ilişkisindense, Yasa/uygulama ilişkisini koymak gerektiğini ifade etmektedir.40 Bu sayede yöneten ve yönetilen diye bölünmeksizin iktidarı bir bütün olarak elinde tutan ya da devletteki gibi kurumsallaşmış bir yönetici sınıfa sahip olmayan toplumların, siyasi olmadıkları yolundaki hatalı yorumlardan kaçınmak mümkün olacaktır. Bu nedenle Yasa ve uygulama ilişkisi üzerinde detaylı biçimde durmak gerekmektedir.

a. Yasa ve Uygulama

Marcel Gauchet’ye göre toplumlar kendi varlık nedenlerini her zaman kendileri dışındaki bir olguya bağlamış, yani insanoğlu kendi varlığını kendinden başka bir olguya borçlu olduğunu düşünmüştür. Gauchet’nin Anlam Borcu ifadesiyle nitelediği bu durumda alacaklı, yani topluma anlamını veren şey Tanrı, bilinmezden gelen emirler ya da başkalarının eylemleri olabilir.41 Kim ya da ne olursa olsun her durumda toplumun dışında konumlandırılmış bu üstün odaktan gelen emirler toplumun kurucu ilkesini (auctoritas), yani Yasa’sını oluşturmaktadır. İktidar sahiplerinin meşruiyet

38 Akal, (der.), op.cit., 2013, s. 14.

39 Akal, op.cit., 2009, s. 324.

40 Akal (der.), op.cit., 2013, s. 14-16.

41 Marcel Gauchet, “Anlam Borcu ve Devletin Kökenleri. İlkellerde Din ve Siyaset”, Çev. Ozan Erözden, s.

71, Devlet Kuramı, (der.) Cemal Bâli Akal, 4. Baskı, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, Kasım 2013, s. 33-35.

16

kazanabilmesi, yani iktidarlarının “adil, haklı ve doğru”42 olduğuna toplumu inandırabilmesi de söz ve eylemlerini toplumun Yasa’sına dayandırabilmesine bağlıdır.

Başka bir deyişle uygulama, Yasa’ya dayandığına inanıldığı ölçüde meşrudur.

Yöneten/yönetilen ayrımına uğramamış olsa bile bir Yasa’ya göre düzenlenmemiş ve Yasa/uygulama ilişkisi anlamında bir siyasal iktidar ilişkisi kurmamış toplum yoktur.43 Yani her toplum sosyalliğin bir gereği olarak uygulamayı, Yasa’ya bağlamaktadır ve dolayısıyla siyasaldır. Böylece siyasal iktidar ilişkisinin merkezine yöneten/yönetilen değil, Yasa/uygulama ilişkisini koymak öncelikle, yöneten/yönetilen ayrımının kurumsallaştığı ve kemikleştiği modern toplumun siyasallık anlamında diğer iktidar tipleri karşısında herhangi bir üstünlüğünün olmadığının anlaşılmasına imkân sağlamaktadır. Bunun yanı sıra modern toplum açısından da iktidarı elinde tutanların gücünün kaynağı sorunsallaştırıldığı için modern iktidarın tüm yönleriyle incelenebilmesine kapı aralanmaktadır.

Thomas Hobbes, hatta ondan da önce Francisco Suárez, egemenliğin/uygulama gücünün kaynağı olarak “halk”a işaret etmekteydi. Machiavelli ise, Floransa hükümdarı II. Giuliano Medici’ye düzeni sağlamakta kendisinden üstün bir güç tanımamasını çoktan tavsiye etmişti. Bu, henüz halkın Yasa’sı tüm yönleriyle ortaya çıkmadan, Tanrı’nın Yasa’sını uygulayan Kilise’ye boyun eğmemek anlamına geliyordu. Üstelik Fransa’da IV. Philippe’in Machiavelli’yi bile beklemesine gerek kalmamış, Kral 1300’lerin başında Papa’yla yaşadığı iktidar mücadelesinin sonunda Papa’yı

42 Pınar Ecevitoğlu, Namus Töre ve İktidar: Kadının Çıplak Hayat Olarak Kuruluşu, Ankara, Dipnot

Yayınları, 2012, s. 41.

43 Akal, (der.), op.cit., 2013, s. 14-16.

17

tutuklatabilmişti.44 Yani modern topluma Yasa’nın kaynağından önce, Kılıç’ı tutan (Yasa’yı uygulayan) gösterilmiştir ve bu rastlantı değildir.

IV. Philippe’e Kılıç’ı verenler, Papa’nın tutuklanmasından hemen önce Kral tarafından toplanan États Généraux’ya, rahipler ve soyluların yanında ilk kez katılan burjuvalardı. Zira burjuvazi açısından “kapitalizmin gelişip, ticaretin yayılması sürecine tam uyum gösteren siyasal birimler”45 Kilise değil krallıklardı. Gerçekten de kapitalizmin ilk büyük evresinde, İtalya’nın büyük kent-devletlerinde iktidarı elinde bulunduranlar para eliti oldu, 17. yüzyılda Hollanda’da Naipler aristokrasisi devleti iş adamlarının, büyük tüccarların ya da tefecilerin direktifleriyle yönetti ve 1688 devrimiyle de İngiltere’de Hollanda’dakine benzer bir yapı oluşturulabildi.46 Bir yüzyıl sonra Fransa’da ise Fransız Devrimi’ni tetikleyen ve böylece “halk”ı Yasa’nın kaynağı olarak tescil eden, 1789’da toplanan ve 578 üyesini burjuvazinin oluşturduğu 1139 üyeli son États Généraux oldu. 1139 üyeli États Généraux’da burjuvazi, 578 üyeyle temsil edilmekteydi.

IV. Philippe’te simgeleştirmek doğru olursa, ondan önce “krallar Kilise’ye, krallığın savunulması için dua etmeleri karşılığında vergi verirken”, ondan sonra “Kral Kilise’den, krallığın gerekleri için vergi almaya”47 başlamıştır. Çünkü Orta Çağ Avrupası’nda, toplum kendi anlamını Tanrı’ya borçluyken, Tanrı’nın Yasa’sını söyleme yetkisine sahip olan Kilise’nin duaları, kralların uygulamalarına meşruiyet sağlamaktaydı. Orta Çağ’ın sonundan itibarense artık ne Yasa’nın kaynağında Tanrı

44 Bkz. Ağaoğulları, (ed.), op.cit., s. 264-265.

45 Kaygusuz, op.cit., s. 31.

46 Braudel, op.cit., s. 62.

47 Bkz. Ernst Kantorowicz, “Orta Çağ Siyasi Düşüncesinde “Vatan için Ölmek – Pro Patria Mori”” , Çev.

Erol Öz, s. 109-129, Devlet Kuramı, (der.) Cemal Bâli Akal, 4. Baskı, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, Kasım 2013, s. 114-115.

18

vardır, ne de Yasa’yı söyleme yetkisi Kilise’dedir. Yasa artık “halk”ın Yasa’sıdır ve modern iktidar da gücünü ondan almaktadır.

b. Modern İktidarın Yasa’sı

Machiavelli modern iktidara gücünün bölünmez48 olduğunu, Bodin ise egemenlik sayesinde bu gücün sürekliliğini49 gösterdikten sonra nihayet dünyevileşmiş olan siyasal iktidarın temellendirilmesi, sözleşme kuramcılarıyla gerçekleşmiştir.

Sözleşme kuramı sayesinde, “insanların içinde yaşadıkları sosyal ve siyasi sistemin yaratıcısı oldukları düşüncesi”50 varlık kazanmıştır. Siyasal iktidarın modern biçimi olan devlet de “sözleşme kuramı çerçevesinde rasyonel bir varlık olarak kabul edilen insanın kurucu edimine”51 dayandırılmış ve “doğal toplumun anti-tezi olarak”52 tasarlanmıştır.

İki büyük sözleşme kuramcısı olan Suárez ve Hobbes toplumu iki farklı biçimde ele almaktadır. Suárez için insanın doğal toplumsallığı söz konusuyken, Hobbes doğa durumunda toplumsallığın olamayacağını düşünmektedir. Buna rağmen her iki düşünür de siyasal toplumun yapaylığı, dolayısıyla egemenliğin kaynağı konusunda hemfikirdir.

Suárez’e göre “siyasal topluluk, bir zorunluluk olsa da insanların bağımsızca kendi aralarında aldığı bir kararla oluşturulmuş”tur ve “egemen güç yalnızca toplumdan kaynaklanabilir”53. Aynı şekilde Hobbes için de egemenin gücünü, herkesin herkesle yaptığı ve rızaya dayalı bir sözleşme yoluyla, bireysel güçlerini kendisine devreden

48 Akal, op.cit., 2009, s. 72.

49 Ibid.

50 Ibid., s. 331.

51 Ecevitoğlu, op.cit., s. 33.

52 Ibid.

53 Ağaoğulları, (ed.), op.cit., s. 425.

19

insanlar oluşturmaktadır.54 Bununla birlikte egemen bu gücü, tek tek bireylerin değil, bir bütün olarak halkın rızasına borçludur.55

Egemenliğin doğrudan kullanımı “tehlikesini” barındırması dolayısıyla Hobbes’un üzerinde durduğu bu meseleyi, 18. yüzyılda Jean-Jacques Rousseau hem bireye hem de halka aynı anda iki farklı anlam atfederek kesin biçimde çözmüştür.

Rousseau’ya göre yurttaş aynı anda hem hâkim varlık, hem de tebaadır.56 Tebaa olarak yurttaş, her bir özel kişiden, tek tek bireylerden oluşmaktadır. Buna karşılık hâkim varlık olarak yurttaş ancak kolektif biçimde, bütün bir vücut hâlinde tasavvur edilmektedir.57 Aynı şekilde Rousseau için bir yanda “yurttaşların oluşturduğu, yani egemen olan, soyut halk”, diğer yanda da “uyruklardan, yani aslında canlı kanlı

Rousseau’ya göre yurttaş aynı anda hem hâkim varlık, hem de tebaadır.56 Tebaa olarak yurttaş, her bir özel kişiden, tek tek bireylerden oluşmaktadır. Buna karşılık hâkim varlık olarak yurttaş ancak kolektif biçimde, bütün bir vücut hâlinde tasavvur edilmektedir.57 Aynı şekilde Rousseau için bir yanda “yurttaşların oluşturduğu, yani egemen olan, soyut halk”, diğer yanda da “uyruklardan, yani aslında canlı kanlı

Benzer Belgeler