• Sonuç bulunamadı

C. İNSAN HAKLARININ YASA OLARAK KURGULANIŞI

2. ABD Hegemonyası ve İnsan Haklarının Evrenselleşmesi

a. Uluslararası Barış için İnsan Hakları

Uluslararası barış ve güvenliğin temini için insan haklarının yaygınlaştırılması gerektiği konusunda devletlerin uzlaştığı ilk belge Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kuruluş belgesi olmuştur. ABD Başkanı Woodrow Wilson, Fransa Başbakanı Georges Clemenceau ve İngiltere Başbakanı Lloyd George öncülüğünde hazırlanan ve 28 Haziran 1919’da Almanya ile imzalanan 440 maddelik Versailles Antlaşması’nın XIII. Bölümü (m. 387-427), Çalışma/İşgücü başlığını taşımakta ve ILO’nun kuruluşunu öngörmektedir.147 I. Dünya Savaşı sonunda yenik devletlerle yapılan beş antlaşmadan biri olan Versailles Antlaşması’nda Almanya’nın sınırları, ordusu ve ödeyeceği savaş tazminatıyla ilgili düzenlemeler yer almaktadır. Savaşa ilişkin yüzlerce maddenin arasına Milletler Cemiyeti’ne bağlı, çalışma hakkını ve çalışanların haklarını düzenleyen bir uluslararası örgütün kuruluşunun eklenmesi ise savaş sırasında, ulusal hükümetlerine verdikleri destekle siyasi pozisyonu güçlenen Avrupa işçi sınıfının ve Bolşevik Devrimi’nin etkisiyle gerçekleşmiştir.

147 ILO’nun resmi söyleminde örgütün kurucu belgesi Versailles Antlaşması’dır. Bkz. International Labour

Organization, “History of the ILO”, https://www.ilo.org/global/about-the-ilo/history/lang--en/index.htm, (14.09.2019). Bu nedenle çalışmada Versailles Antlaşması incelenmektedir. Bununla birlikte Versailles Antlaşma’sında yer alan 41 maddelik kurucu metne, Paris Barış Konferansı sonunda yenik devletlerle imzalanan diğer antlaşmalarda da aynı şekilde yer verilmiştir: Avusturya’yla imzalanan Saint-Germain, Bulgaristan’la imzalanan Neuilly, Osmanlı Devleti’yle imzalanan Sevres [ve Macaristan’la imzalanan Trianon] Antlaşmaları. Bkz. Erdem Denk, Uluslararası Örgütler Hukuku: Birleşmiş Milletler Sistemi, Ankara, Siyasal Kitabevi, Şubat 2015, s. 362.

45

I. Dünya Savaşı öncesinde Avrupalı işçiler arasında savaş karşıtı bir tutum hâkim olmuştur. İkinci Enternasyonal’in 1900’den itibaren 1914 başlarına kadar düzenlenen kongrelerinde sosyalist hareketin savaşı önlemekle yükümlü olduğu, ancak savaş yine de çıkarsa, bu bunalımın kapitalist düzeni bertaraf etmek için kullanılacağı kabul edilmiştir.148 Bununla birlikte savaş patlak verdiği andan itibaren savaş karşıtlığı üzerindeki uzlaşı ortadan kalkmış ve sosyalist hareket içinde ayrışmalar yaşanmıştır.

Carr’a göre Büyük Britanya ve Almanya gibi gelişmiş ülkelerde 20. yüzyılın ilk on yılı boyunca, işçiler nispeten yüksek yaşam standartlarına ve ulusal hükümette tanınmış bir yere ulaştıkları için ulusal bağlılıklar, sınıf bağlılıklarına ağır basmıştır.149 Nitekim savaş başladıktan sonra da parlamentodaki işçi partilerinin çoğu, ulusal savaş bütçeleri lehine oy kullanarak hükümetlerine destek vermiştir. Bunun yanı sıra İngiltere, Fransa ve Almanya’da savaşın, endüstrileşmeyi hızlandırması ve işgücüne duyulan ihtiyacın katlanması neticesinde hükümet organları ve bakanlıklarda işçi partileriyle sosyalist partilerin rolü artmış, reform yanlısı işçi önderleriyse, elde edilen bu pozisyonu, savaşa destek sağlayarak güçlendirmek yoluna gitmiştir.150 Bu nedenle ILO’nun oluşturulmasını, revizyonist işçi örgütlerine verilen sözlerin bir karşılığı olarak okumak yanlış olmayacaktır.

Öte yandan gelişmiş ülkelerdekiler de dâhil olmak üzere, sosyalist hareket içindeki ayrışmada savaş karşıtlığını sürdüren devrimci gruplar açısından Bolşevik Devrimi’nin hızlandırıcı bir etkisi olmuştur. 1917’yle birlikte Almanya’daki işçilerin de

148 Edward Hallett Carr, 1917: Öncesi ve Sonrası, Çev. Begüm Adalet, 3. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları,

2017, s. 65-66.

149 Ibid., s. 67.

150 Steven E. Rowe, “Labor”, International Encyclopedia of the First World War, (ed.) Ute Daniel, Peter

Gatrell, Oliver Janz, Heather Jones, Jennifer Keene, Alan Kramer ve Bill Nasson, Freie Universität Berlin, 8 Ekim 2014, https://encyclopedia.1914-1918-online.net/article/labor, (20.09.2019).

46

savaşma isteği sönmüş, savaş malzemesi üreten fabrikalarda işçiler greve gitmiş, işçi önderleri bir ceza olarak cepheye gönderilmiş, ancak burada savaş karşıtı kampanyalar yürütmüşlerdir.151 Savaşın sonuna gelindiğinde Almanya devrim havasına girmiş, Rus devrimiyle işbirliği yapmak amacıyla bir Alman Komünist Partisi’nin yaratılması üzerinde durulmaya başlanmıştır.152 Bu nedenle ILO aynı zamanda Rusya’dan çıkıp büyüyen bu “tehdide”, Bolşevik Devrimi’nin, Almanya’dakiler başta olmak üzere Avrupa işçileri üzerindeki etkisine ve “Avrupa’da yayılmaya başlayan devrimci harekete bir cevap”153 olmuştur.

ILO, işçi hareketleri ve işçilerin çalışma koşullarıyla ilgili verdiği mücadele sonunda oluşturulmuş bir sendika ya da işçi örgütü değildir. Üyelerine, barış ve huzur için ülkelerinde işçi örgütlenmelerine müsamaha göstermesini telkin eden (XIII.

Bölüm’ün başlangıç kısmı ve m. 427) devletlerarası bir örgüttür. Nitekim Versailles Antlaşması’nın 387. maddesinde Milletler Cemiyeti üyelerinin, ILO’ya da üye olacağı ifade edilmektedir. Bunun yanı sıra XIII. Bölüm’ün başlangıç kısmında Milletler Cemiyeti’nin amacının evrensel barışın tesis edilmesi olduğu, evrensel barışınsa sosyal adaletin sağlanmasına bağlı olduğu ifade edilmektedir. Bununla birlikte metne göre işgücünün içinde bulunduğu adaletsizlik, zorluk ve yoksunluk hâli çok sayıda insanın huzursuzluğuna sebep olmakta, bu da dünya barışını ve uyumunu tehlikeye sokmaktadır. İşte bu tehlikeyi bertaraf edebilmek için Antlaşma’da, çalışanların maruz kaldığı koşulların iyileştirilmesi gerektiği ilan edilmiştir. Bu kapsamda Antlaşma çalışma saatlerinin düzenlenmesi, işsizliğin önlenmesi, ücretlerin geçinmeye yetecek miktarda olmasının sağlanması, çalışanların işten doğan hastalık ve yaralanmalara karşı

151 Sander, op.cit., s. 392.

152 Carr, op.cit., s. 69.

153 Sadrine Kott, “Cold War Internationalism”, Internationalisms: A Twentieth-Century History, (ed.)

Glenda Sluga ve Patricia Clavin, Cambridge University Press, Ocak 2017, s. 344.

47

korunması, çocukların, gençlerin ve kadınların korunması, yaşlılık ve sakatlık ödeneğinin temini, yabancı ülkede çalışan işçinin çıkarlarının korunması, örgütlenme özgürlüğünün tanınması gibi tedbirler üzerinde durmuştur.154

Öngörülen bütün bu tedbirlere rağmen ILO’nun temel amacı sosyal adaletin sağlanması ya da çalışma koşullarının iyileştirilmesi değil, uluslararası barışın tehlikeye girmesinin önlenmesidir. Nitekim Örgüt’te, çalışanlar ve çalışma koşullarıyla ilgili karar alma yetkisi asıl olarak hükümet ve işveren temsilcilerine verilmiştir. Kuruluş aşamasında, Örgüt çalışmalarının iki ana yapı üzerinden ilerlemesi planlanmıştır (m.

388). Bunlardan biri Uluslararası Çalışma Ofisi’dir ve ofisi idare eden 24 kişilik Yönetim Kurulu’nun 12’si hükümet, 6’sı işveren, 6’sı da çalışan temsilcilerinden oluşmaktadır (m. 393). Diğeriyse en az yılda bir kez toplanması gereken Genel Konferans’tır. Genel Konferans’a her bir üye devletten dört temsilci katılacak ve bunların ikisi hükümet temsilcisi, biri işveren temsilcisi, biri de işçi temsilcisi olacaktır (m. 389). Bugün bile ILO’nun sosyal diyaloğun gerçekleşmesine yaptığı çok önemli bir katkı olarak sunulan ve hükümet, işveren ve işçi temsilcilerini bir araya getiren bu “üçlü yapı” içinde her temsilci eşit oya sahip olmasına rağmen, hükümet ve işveren bloğu karşısında işçilerin etkisi oldukça sınırlı kalmaktadır. Bu nedenle ILO sayesinde çalışma koşullarının kontrollü biçimde iyileştirilmesinin, uluslararası ticaretin sağlıklı biçimde yürümesi için gereken asgari barış ortamının sağlanması yolunda başvurulan araçlardan birine dönüştürülmüş olduğunu söylemek mümkündür. Polanyi, “uluslararası rekabet koşullarında eşitlik sağlamak ve böylece yaşam düzeyinde düşüşlere yol açmadan ticareti serbestleştirmek amacıyla, Milletler Cemiyeti’nin Uluslararası Çalışma

154 Versailles Antlaşması’nın ilgili maddeleri için bkz. Library of Congress, “Treaty of Peace with Germany

(Treaty of Versailles)”, https://www.loc.gov/law/help/us-treaties/bevans/m-ust000002-0043.pdf, (07.04.2019).

48

Örgütü’nün kuruluşuyla desteklendiğini” ifade etmektedir.155 Nitekim ABD de Milletler Cemiyeti üyesi olmamasına rağmen 1934’te ILO’ya üye olmuş ve örgütü, Büyük Bunalımın etkilerine karşı 1933’te ülke içinde başlattığı New Deal programının uluslararasılaştırılmasının bir yolu olarak görmüştür.156

Polanyi II. Dünya Savaşı’nın birinciden farklı olduğuna dikkat çekmektedir.

Buna göre, I. Dünya Savaşı hâlâ 19. yüzyıl tarzına uygun ve güç dengesi sisteminin çöküşüyle ortaya çıkan bir devletler çatışmasıyken, II. Dünya Savaşı tam da bu 19.

yüzyıl düzenin çöküşüne işaret etmektedir.157 Nitekim ikinci savaşın çıkmasıyla, İngiltere’nin denetimi altındaki Milletler Cemiyeti ve ILO’nun ne uluslararası finans sisteminin ne de barışın devamını sağlayabileceği ve yeni dünya düzeninin ancak ABD’nin desteğiyle kurulabileceği anlaşılmıştır. 1933-1945 arasında dört dönem ABD başkanlığı yapmış olan Franklin Roosevelt’in 1941’de, Amerikan Kongresi’nde yaptığı konuşmayla da bu yeni sistemin üzerine kurulacağı ilkeler ortaya konmuştur. Bu konuşma esasta, ABD’nin savaşa girmesi için Amerikan kamuoyunun ikna edilmesi amacını taşımaktadır. Roosevelt konuşmasında, Amerikalılardan daha fazla silah üretimi ve bu silahların, ödemesi savaş sonuna ertelenmek üzere demokrasi savunucusu ülkelere verilebilmesi için gereken vergi yükünü omuzlamalarını istemiştir. Zira bu, demokratik yaşam tarzının ve ticaretin serbestçe gelişeceği kalıcı barış ve özgürlük ortamının temini için elzemdir. Savaşa girmek, ülke güvenliği kadar dünya barışı için de gereklidir. Dört Özgürlük Konuşması olarak ünlenen bu konuşmada Roosevelt, savaş sonunda insanın dört temel özgürlüğü üzerine kurulmuş bir dünya beklentisi içinde olduğunu ve kendi kamuoyunun da bu özgürlüklerin tüm dünyaya yayılması için sorumluluk üstlenmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu özgürlüklerden ilki dünyanın her

155 Polanyi, op.cit., s. 65.

156 Bkz. Kott, op.cit., s. 344.

157 Polanyi, op.cit., s. 68.

49

yerinde konuşma ve ifade özgürlüğü; ikincisi ise yine her yerde herkesin, kendi inandığı biçimde Tanrı’ya ibadet etmesidir. Üçüncü özgürlük, tüm insanların yoksulluktan azade olmasıdır. Roosevelt’e göre bu, her ulusun kendi nüfusuna barış döneminde sağlıklı bir yaşam güvencesi vermesini sağlayacak bir ekonomi anlayışına işaret etmektedir.

Dördüncü özgürlükse korkudan azade olunmasıdır ki bu da hiçbir ulusun, komşularına karşı fiziksel saldırı eyleminde bulunmayacağı bir noktaya gelene dek silahların dünya çapında azaltılması anlamına gelmektedir. Franklin Roosevelt “Bizim aradığımız dünya düzeni özgür ülkelerin, dostane biçimde, uygar bir toplumda birlikte çalıştığı bir işbirliğidir” demiş ve özgürlüğü de “her yerde insan haklarının üstünlüğü” olarak tanımlamıştır.158 Roosevelt’in, savaşa girmenin gerekliliğine ilişkin olarak sunduğu bu dayanaklar hem 1942’de ilan edilen Birleşmiş Milletler Bildirgesi’nin, hem de 1948’de ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin temel prensiplerini oluşturmuştur.

26 Haziran 1945’te imzalanan Birleşmiş Milletler Antlaşması, egemen devletler arasındaki savaş durumunu sonlandıran bir tür toplum sözleşmesi işlevi görmüştür.

Antlaşmayla imzacı devletler, bir bakıma doğal özgürlüklerinin bir bölümünü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne devrederek barış durumuna geçmişlerdir.159 II. Dünya Savaşı aynı zamanda ABD’ye de, onsuz bir dünya barışının mümkün olamayacağını gösterme imkânı vermiş ve Birleşmiş Milletler’in kuruluşuyla ABD’nin, İngiliz hegemonyasının yerini almış olduğu resmiyet kazanmıştır. Böylece ABD, Birleşmiş

158 Dört Özgürlük Konuşması için bkz. Franklin D. Roosevelt Presidential Library and Museum, “FDR and

the Four Freedoms Speech”,

https://fdrlibrary.org/documents/356632/390886/readingcopy.pdf/42234a77-8127-4015-95af-bcf831db311d, (09.04.2019).

159 BM Antlaşması madde 2/7’de devletlerin ulusal yetkisi tanınsa da bu ilkenin ““VII. Bölüm’de

öngörülen zorlama tedbirlerinin uygulanmasını hiçbir biçimde engelleyemeyeceği” kayıt altına alınmaktadır”. Bkz. Denk, (2015), loc.cit., s. 253.

50

Milletler sayesinde, dört özgürlükten biri olan korkudan kurtulma hakkının da garantörü konumuna gelmiştir. Dört Özgürlük Konuşması’nda Franklin Roosevelt barış kavramını, barışçıl ticaret ve dünyada iş huzurunun sağlanmasıyla bağlantılı olarak kullanmıştır. Bunun yolununsa özgürlük ve insan haklarından geçtiğini vurgulamıştır.

Bu anlayış, BM Antlaşması’nda da korunmuş ve BM çerçevesinde insan hakları, barışın (yani “evrensel iş huzurunun”160) sağlanmasında hep bir araç olarak kalmıştır. Nitekim Antlaşma’nın 1. maddesine göre BM’nin amacı uluslararası barış ve güvenliği korumaktır ve insan haklarına ve temel özgürlüklere saygının geliştirilip güçlendirilmesinde uluslararası işbirliği sağlamak da bu amaçla yapılacaklardan biridir.

Nihayetinde dünyayı korkudan kurtaracak korkunç bir Leviathan’a161 dönüşmüş olan ABD, 18. yüzyılda İngiltere tahakkümüne karşı bir başkaldırı beyanı olarak ortaya attığı insan hakları kurgusunu, 20. yüzyılda bu kez dünyayı hâkimiyet altına almanın bir aracı hâline getirmiştir. 19. yüzyıl İngiliz emperyalizmi, sömürge devletlerin ekonomik ve siyasal kurumlarının doğrudan denetimini gerektirirken; 20. yüzyılda ABD’nin ihtiyacı olan, bu kurumların ABD politikalarıyla uyumlu biçimde yapılanmasıdır.

Dolayısıyla 19. yüzyıl emperyalizmine göre daha az zor gücüne ama daha fazla rızaya gereksinimi olmuştur. Hegemon olarak sahip olduğu zor gücü elbette benzersizdir ama rıza elde edebilmesi de bu gücü kullanmamasına, emperyalizmin çıplak şiddetinden uzak durmasına ya da duruyor görünmesine bağlıdır. İnsan hakları bu noktada yardıma koşmuştur.

160 Polanyi, op.cit., s. 40.

161 Bu ifadeyi Robert Castel, geleneksel güvencelerinden yoksun kalan insanların devletin güvencelerine

sığınmak zorunda olmasına işaret ederken, “korkunç Leviathan sayesinde korkudan kurtarılmış bireyler”

olarak kullanmaktadır. Bkz. Castel, op.cit., s. 18.

51 b. İnsan Haklarının Evrenselleştirilmesi

Dört Özgürlük Konuşması’ndan yedi yıl sonra ilan edilen Evrensel Beyanname de, tıpkı 1776 ve 1789 bildirgeleri gibi tüm insanların özgür ve eşit doğduğunu, yaşam hakkı, mülkiyet hakkı ve baskıya karşı direnme hakkı gibi haklarla donatılmış olduğunu kabul etmektedir. Üstelik Evrensel Beyanname bu hakları, Amerikan bildirgelerinde olduğu gibi “Doğa’nın Tanrısı” (Nature’s God) olsa bile herhangi bir yaratıcıya ya da Fransız bildirgesindeki gibi “Yüce Varlık”a (l'Être suprême) atıfta bulunmadan, kesin biçimde insan onuru ve değeriyle (dignity and worth of the human person) desteklemiştir. İnsan haklarının yasa yoluyla kurulması düşüncesinin temelinde “hiçbir dünyevi güç tarafından bahşedilen bir hak olmadığı için hiçbir dünyevi güç tarafından sınırlanamayacağı” öne sürülen din özgürlüğünün yattığı kabul edilirse162, Evrensel Beyanname insan haklarını bu dini bağdan kurtarmıştır. Bu da Beyanname’nin evrenselliğine katkı sunmuştur.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, üç yüzden fazla dile çevrilmiş olması, dünyada en bilinen ve en fazla referans gösterilen insan hakları belgesi oluşu ve temel hakların ilk kez evrensel düzeyde savunulmasını sağladığı için insanlık tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir.163 İnsan Hakları Komisyonu’nun farklı siyasi,

162 Bu bağlantı Jellinek tarafından öne sürülmüştür. Bkz. Jellinek, op.cit., s. 87-88. Ayrıca Micheline R.

Ishay de Protestanlığın yükselişiyle, inanç özgürlüğüne bakışın yeniden şekillendiğini ve bunun da sonuçta Aydınlanma’nın insan hakları mücadelesini başlattığını ifade etmektedir. Bkz. Ishay, op.cit., s.

75-76.

163 Buradaki ifadeler, Global Citizenship Commission tarafından hazırlanan rapordan alınmıştır ama bu

görüş hem Birleşmiş Milletler, hem insan hakları savunucuları, hem de akademisyenler tarafından yaygın biçimde benimsenmektedir. Rapor için bkz. Global Citizenship Commission, The Universal Declaration Of Human Rights in the 21st Century: A Living Document in a Changing World, (ed.) Gordon Brown, Cambridge, Open Book Publishers, 2016, s. 29-38, https://books.openedition.org/obp/3058, (10.04.2019).

52

kültürel ve dini temelleri olan 18 üyesi tarafından hazırlandığı ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda sadece sekiz çekimser oyla ama hiç karşı oy olmaksızın kabul edilmiş olduğu için de büyük bir küresel uzlaşının yansıması olarak görülmektedir164. Bununla birlikte Komisyon içinde Beyanname metnini hazırlayan çekirdek komiteye ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in eşi Eleanor Roosevelt başkanlık etmiştir. Fransa’dan René Cassin, Kanada’dan John Humphrey, Lübnan’dan Charles Malik ve Çin’den Peng Chung Chang da komitede üye olarak yer almıştır. Batı kökenli olmayan her iki üye de ABD kurumlarında eğitim almıştır. Ayrıca metne katkı sunan sivil toplum örgütlerinin büyük çoğunluğu da ABD menşelidir.165 Bu nedenle kültürel farklılıkların Beyanname’ye yansıtılmış olduğunu söylemek çok zordur.

Beyanname’nin kapsayıcılığı, toplumsal cinsiyet eşitliği bakımından da ileri sürülmekte ve hazırlık komitesine bir kadının başkanlık etmiş olması takdirle karşılanmaktadır. Ancak UNESCO tarafından hazırlanan bir yayında bile Roosevelt’in, metne hukuki ve felsefi bir katkı sunmadığı, ancak görevine titizlikle ve coşkuyla bağlı bir uygulayıcı [karar alıcı değil], teşvik edici, kolaylaştırıcı ve uzlaştırıcı olduğu ifade

164 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Ukrayna Sovyet

Sosyalist Cumhuriyeti, Çekoslovakya, Polonya, Yugoslavya, Suudi Arabistan ve Güney Afrika Birliği oylamada çekimser kalmış, Yemen ve Honduras ise oylamaya katılmamıştır. Bkz. United Nations Digital Library, “International Bill of Human Rights: Universal Declaration of Human Rights: resolution / adopted

by the General Assembly”,

https://digitallibrary.un.org/record/670964?ln=en&p=Resolution+217%28III%29+A, (03.09.2019).

165 UNESCO tarafından Evrensel Beyanname’nin 50 yılında yayınlanan ve Beyanname’nin hazırlık sürecini

konu alan kitapta bu STK’lar “The American Law Institute, The American Bar Association, American Federation of Labor, The Women’s Trade Union League, The Commission to Study the Organization of Peace of the American Association for the United Nations, The American Jewish Committee, The Federal Council of Churches, etc.” olarak sayılmıştır. Bkz. M. Glen Johnson, “A Magna Carta For Mankind: Writing The Universal Declaration Of Human Rights”, Johnson ve Symonides, op.cit., s. 25.

53

edilmektedir.166 Eleanor Roosevelt’le birlikte çalışan BM yetkililerinin tanıklıklarına dayandırılan bu yorumu desteklemek içinse Roosevelt’in kendi sözlerine başvurulmuştur. Roosevelt’in ifadesiyle, bir hak bildirgesinin taslağını kaleme almak, komitedeki diğer üyelerin aksine kendisi için korkutucu bir iştir, çünkü bunun için yeterli donanıma sahip değildir. Bu nedenle komiteye, yazılanları ortalama bir insanın anlayabileceği şekle getirmek konusunda yardım edebileceğini düşünmüştür. Bu bağlamda da eskiden kocasına “Bir konuyu benim anlayacağım şekle getirebilirsen bu, ülkedeki tüm insanlar için de anlaşılır hâle gelmiş olacaktır” dediğini aktarmaktadır.167 UNESCO’nun yayınında bu anı ve tanıklıklara Roosevelt’i takdir etmek amacıyla başvurulmuş olsa da Eleanor Roosevelt’in, komitedeki görevi sırasında, eğitimli erkekler karşısında, ortalama insanı temsil eden bilgisiz ama ılımlı ve uzlaştırıcı kadın rolüne büründüğü; bu toplumsal kadınlık rolünün de önde gelen insan hakları uzmanları olan meslektaşları tarafından pekiştirildiği anlaşılmaktadır.

Beyanname’nin Genel Kurul’da hiç karşı oy olmadan kabul edilmesine dayanarak onun büyük bir küresel uzlaşıyla oluşturulmuş olduğunu söylemeden önce de Genel Kurul’un 1948’deki yapısını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Zira bugün 193 olan BM üye sayısı, 1948’de 58’dir168 ve bunlar arasında sömürge geçmişi olan devletlerin büyük bir kısmı bulunmamaktadır. Bunun yanı sıra Almanya, İtalya ve Japonya başta olmak üzere II. Dünya Savaşı’nın yenik devletleri de o dönem BM üyesi değildir ve Genel Kurul’da temsil edilmemektedir. Dolayısıyla Genel Kurul’da oylanan Beyanname taslağı, neredeyse bütün bir Afrika kıtasını da içerek biçimde pek çok

166 Ibid., s. 21.

167 Eleanor Roosevelt’ten aktaran Johnson, ibid.

168 Bkz. United Nations, “Growth in United Nations Membership, 1945-present”,

https://www.un.org/en/sections/member-states/growth-united-nations-membership-1945-present/index.html, (02.09.2019).

54

toplumun kültürel, siyasi ve hukuki niteliklerini yansıtmaktan uzaktır. Bu toplumlar bağımsız birer devlet ve BM üyesi hâline geldiklerinde ise çoktan “yeni düzenin”

ekonomik ve siyasal ilişkiler ağına girmiş bulunduklarından, kurucu anayasalarında Evrensel Beyanname’de sayılan haklara yer vermeleri bir uzlaşı göstergesi olarak değerlendirilmemelidir. Buna ek olarak 58 üyeden ikisi oylamaya hiç katılmamış, sekiz üye ise çekimser kalmıştır ve çekimser kalanların, hazırlık aşamasında taslak metne ilişkin ciddi eleştirileri ve değişiklik talepleri olmuştur. Örneğin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Beyanname’nin hazırlık toplantıları sırasında hazırlık komitesinin, temel insan haklarını genel bir tartışmaya açmadan ve temel ilkeler konusunda bir uzlaşı sağlamadan, acele biçimde maddelerin incelenmesine geçmesine itiraz etmiştir. Sovyet temsilcisi komitenin, sağlam bir temel atmaksızın bir ev inşa etmeye çalıştığını belirtmiştir.169 Delegasyonun talepleri arasında, Beyanname’de

ekonomik ve siyasal ilişkiler ağına girmiş bulunduklarından, kurucu anayasalarında Evrensel Beyanname’de sayılan haklara yer vermeleri bir uzlaşı göstergesi olarak değerlendirilmemelidir. Buna ek olarak 58 üyeden ikisi oylamaya hiç katılmamış, sekiz üye ise çekimser kalmıştır ve çekimser kalanların, hazırlık aşamasında taslak metne ilişkin ciddi eleştirileri ve değişiklik talepleri olmuştur. Örneğin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Beyanname’nin hazırlık toplantıları sırasında hazırlık komitesinin, temel insan haklarını genel bir tartışmaya açmadan ve temel ilkeler konusunda bir uzlaşı sağlamadan, acele biçimde maddelerin incelenmesine geçmesine itiraz etmiştir. Sovyet temsilcisi komitenin, sağlam bir temel atmaksızın bir ev inşa etmeye çalıştığını belirtmiştir.169 Delegasyonun talepleri arasında, Beyanname’de

Benzer Belgeler