• Sonuç bulunamadı

C. İNSAN HAKLARININ YASA OLARAK KURGULANIŞI

1. ABD’nin Kuruluşu ve İnsan Haklarının Ortaya Çıkışı

a. Kalıtsal Haklardan İnsan Haklarına

İnsanların, kendilerinin ve içinde yaşadıkları toplumun varoluşunu Tanrı’ya ya da başka bir dışsal odağa borçlu olmadığı, varoluşun tam da insanın öz-değerinden kaynaklandığı düşüncesi 16. yüzyıldan itibaren Avrupa siyasetinde etkili olmuştur.

Ancak bu düşüncenin eski rejimi tam olarak alt edebilmesi ve geleneksel yurttaşlık

127 Örnek için bkz. Louis Dumont, “Bireycilik Üzerine Denemeler: Doğuş. XIII. Yüzyıldan Başlayarak Siyaset

Kategorisi ve Devlet”, Çev. Hülya Tufan, s. 141-177, Devlet Kuramı, (der.) Cemal Bâli Akal, 4. Baskı, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, Kasım 2013, s. 167.

37

haklarından öte bir insan hakkından bahsedilebilmesi ilk kez Amerika kıtasında gerçekleşmiştir. İngiltere’de 1642’de başlayan iç savaşın hemen öncesinde yayınlanan 1628 tarihli Petition of Rights ve iç savaş sırasında inanç özgürlüğü, yaşam hakkı ve mülkiyet hakkı gibi hakların talep edilmiş olması, nihayetinde de 1689’da Bill of Rights’ın kraliyet onayını alması insan haklarının ilk zaferleri olarak kabul görmekte,

Amerikan kolonilerinin de bunlardan etkilendiği düşünülmektedir.128 Gerçekten de bu talepler İngiltere’nin Kuzey Amerika’daki kolonilerine ilham olmuş ve 1774’te İngiltere’ye karşı başlatılan bağımsızlık savaşı 13 koloninin özgürleşmesi kadar insan haklarının da yükselişiyle sonuçlanmıştır. 1776’dan itibaren Virginia’dan başlayarak kolonilerde hak bildirgeleri yayımlanmış ve insan hakları, her bir koloninin anayasasının odağında yerini almıştır. 4 Temmuz 1776’da ilan edilen federal devletin Bağımsızlık Bildirgesi’nde de tüm insanların eşit yaratıldığı, herkesin yaşam, özgürlük ve mutluluğun peşinden gitme hakkı gibi vazgeçilmez haklarla donatılmış olduğu129 ve bu hakları korumak için de iktidarının meşruiyetini yönetilenlerin onayından alan hükümetlerin kurulduğu ifade edilmiştir.130 Böylece kendi varlık nedenini insan

128 Örnek için bkz. Micheline R. Ishay, The History of Human Rights: From Ancient Times to the

Globalization Era, 2. Baskı, University of California Press, 2008, s. 73.

129 1776 Bağımsızlık Bildirgesi insanların “Yaratıcıları tarafından vazgeçilmez haklarla donatıldığı” ifadesi

ile doğal hukuk vurgusuna aynı anda yer vermektedir. 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde de (madde 1) insanlara bu hakların kim tarafından verildiği konusunda uzun tartışmalar yaşanmış, bir yüce varlığa referans yapılmak istenmediğinden ifade, “Her insan özgür; onur ve haklar bakımından eşit doğar. Akıl ve vicdanla donatılmış olup birbirine karşı kardeşlik anlayışıyla davranır.” şeklinde yazılarak öznesiz bırakılmıştır. Her iki bildirgede de aynı edilgen fiil (be endowed) kullanılmış olmasına rağmen 1948 Beyannamesi’nde insanın öz-değerindense bir dışsal odağa vurgu yapmaktan daha kararlı biçimde

uzak durulmuştur.

130 Bağımsızlık Bildirgesi’nin 2. paragrafı, bkz. National Archives, “Declaration of Independence: A

Transcription”, https://www.archives.gov/founding-docs/declaration-transcript, (21.04.2019).

38

haklarında bulan yeni bir toplumsal örgütlenme biçimi ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte bu yenilik ABD’nin Kurucu Babaları tarafından gelenekle temellendirilmeye çalışılmıştır. 1215’te İngiltere Kralı John tarafından çıkarılan ve dönemin baronlarına Kraliyet aleyhine belirli imtiyazlar tanıyan Magna Carta, İngiliz Tacını sınırlandırması bakımından, bağımsızlık isteyen kolonilerin elinde bu temellendirme için elverişli bir araç olmuştur.

Magna Carta’nın, ilanından yüzlerce yıl sonra yeniden hatırlanması, İngiltere İç

Savaşı’nın hemen öncesinde gerçekleşmiştir. 1628’de İngiliz hukukçu Edward Coke, İngiliz Parlamentosu’nda, yasaların krallar için de geçerli olması gerektiğini anlatmak amacıyla Magna Carta’yı gündeme getirmiştir. Bu tarihten sonra belge, İngiltere’nin Amerikan kolonilerinde de ilgi görmeye başlamış ve metnin dili güncellenerek yeni baskıları yapılmıştır. Magna Carta’nın, akademik çalışmalara konu olmaya başlaması da, hak bildirgelerinin ilanının hemen öncesinde, 1759’da William Blackstone tarafından yayımlanan The Great Charter and Charter of the Forest kitabıyla gerçekleşmiştir. İngiltere’ye karşı verilen savaş devam ederken 1775’te Massachusetts’in kendine seçtiği armayla Magna Carta, insan hakları mücadelesi içindeki sembolik değerini de kazanmıştır. Nitekim armada, bir elinde kılıç, diğerindeyse Magna Carta’yı taşıyan bir asker resmedilmiştir.131 Böylece insan hakları, Magna Carta görünümü altında toplumun Yasa’sı olarak düşünülmeye başlamıştır.

Bu belge, günümüze dek insan haklarının başlangıç noktası olarak görülmeye devam etmiş, 1948’de ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin hazırlık

131 Bkz. National Archives, “Magna Carta Translation”,

https://www.archives.gov/exhibits/featured-documents/magna-carta/legacy.html, (22.04.2019) ve Matthew Shaw, “Early America and Magna Carta”, British Library, 13 Mart 2015, https://www.bl.uk/magna-carta/articles/early-america-and-magna-carta (22.04.2019).

39

aşamasında da Magna Carta’ya göndermeler yapılmıştır.132 Bununla beraber tüm bu atıflara rağmen, 1215 tarihli belge insan haklarına dair herhangi bir öngörü içermemektedir. Zira Magna Carta tüm insanların doğal haklarıyla değil, soyluların miras haklarıyla ilgili bir düzenlemedir. Georg Jellinek İngiliz yasalarının (Magna Carta, 1628 Petition of Rights, 1679 Habeas Corpus Act, 1689 The Bill of Rights),

1776’dan sonraki Amerikan haklar bildirgelerine etkisi olduğunu kabul etmekle birlikte, Amerikan hak bildirgeleriyle İngiliz yasaları arasında önemli bir fark olduğunu ifade etmektedir. Jellinek’e göre İngiliz yasaları geçmişe dönüktür ve özel durumların veya var olan hukukun yorumlanmasından ortaya çıkan tasdiklerden ibarettir. Bu açıdan Magna Carta ve diğer yasalar yeni bir hak içermez, insanın genel haklarını tanıma

amacı taşımaz. Bunların, yasama erkini sınırlama veya gelecekteki yasalar için ilkeler kurma yönünde bir gücü ve niyeti olmamıştır. Buna karşılık Amerikalılar açısından Amerikan hak bildirgeleri, insanoğlunun ebedi hukuku adına tüm tiranlığa karşı bir protestodur. Doğrudan doğanın kalbinden çıkmıştır ve gelecek zamandaki tüm insanlar için yönetim ilkelerini bildirmektedir.133 Amerikan hak bildirgeleri, tüm insanların özgür ve eşit doğduğu ifadesi ile başlamaktadır ve bu bildirgeler hakları “her bireye”,

“tüm insanlığa” veya “toplumun her üyesine” şeklinde bahşetmektedir.134 Bildirgelere göre birey haklara, devlet aracılığıyla sahip olmamıştır; bilakis doğası gereği devredilemez ve vazgeçilemez haklara sahiptir. İngiliz yasaları ise atalardan miras kalan

132 Beyanname’yi hazırlamakla görevli komisyonun başkanı olan Eleanor Roosevelt’e göre İnsan Hakları

Evrensel Beyannamesi, tüm dünyada herkes için uluslararası bir Magna Carta olacaktır. Bkz. Eleanor Roosevelt’in 9 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma, http://www.kentlaw.edu/faculty/bbrown/classes/HumanRightsSP10/CourseDocs/2EleanorRoosevelt .pdf, (22.04.2019).

133 Georg Jellinek, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi Üzerine: Modern Anayasa Tarihine Bir Katkı, Çev.

Rezzan İtişgen Dülger ve Muzaffer Dülger, İstanbul, Pinhan Yayıncılık, Mart 2017, s. 77.

134 Ibid., s. 84.

40

“İngiliz halkının kadim ve kuşku götürmez hakları” dışındaki ebedi ve doğal hakkı tanımayı arzu etmemektedir. İngiliz yasaları açısından bireyin hakları değil, hükümetin görevleri söz konusudur.135

Benzer biçimde Ellen Wood da Magna Carta’yı, İngiliz baronların Kral’dan örfi hukuktaki haklarını, yani merkezi hükümetin kendilerine vermiş olduğu hakları geri istedikleri bir belge olarak yorumlamaktadır. Ona göre baronlarla Kral arasındaki çatışma, bir egemenlik sahası çatışması değil, birlikte kurdukları ortaklıktaki dengesizlikleri düzeltme mücadelesidir. Yani baronlar devleti ve kralı zaten bir veri olarak kabul etmektedir.136 Magna Carta, ortağı oldukları düzeni sürdürmek üzere, kutsal kana sahip olanlar arasında varılan bir anlaşmadır. 18. yüzyılda İngiliz Tacına başkaldıran Amerikan devrimcileri ise bu düzenden kopmak arzusuyla harekete geçmiştir ve ellerinde kutsal kan değil, ekonomik kaynakları vardır. Kendi egemenlik sahalarından defetmek istedikleri İngiltere’ye karşı, bu devlet tarafından tanınan geleneksel kalıtsal hakları savunamadıkları için insan olmaktan kaynaklanan doğal haklarını savunmuşlardır.

Bunun yanı sıra Magna Carta’nın yeniden gündeme getirildiği dönemde İngiliz Parlamentosu tarafından hazırlanan Petition of Rights ve bundan 60 yıl sonra yine Parlamento’nun kraliyet onayına sunduğu Bill of Rights da krallıkla parlamentodaki egemen sınıflar arasındaki gerilimi ortaya koymaktadır.137 Petition of Rigths’ta parlamento, kendi halk egemenliğini ileri sürmekten ziyade kralla parlamentonun

135 Ibid., s. 79.

136 Ellen Meiksins Wood, Yurttaşlardan Lordlara: Eskiçağlardan Ortaçağlara Batı Siyasi Düşüncesinin

Toplumsal Tarihi, Çev. Oya Köymen, İstanbul, Yordam Kitap, Nisan 2009, s. 185.

137 Bkz. Ellen Meiksins Wood, Özgürlük ve Mülkiyet: Rönesans’tan Aydınlanma’ya Batı Siyasi

Düşüncesinin Toplumsal Tarihi, Çev. Oya Köymen, 2. Basım, İstanbul, Yordam Kitap, Nisan 2016, s. 253.

41

birleşik egemenliğini hatırlatmakta ve kralı bunu bozmakla suçlamaktadır.138 Monarşiyle çekişme içindeki egemen sınıflar, kralla olan anlaşmazlıklarında halkı seferber etmenin, sokak gösterileri ve popüler çalkalanmaların siyasi avantajlarının giderek daha çok farkına varmış ve iç savaş sırasında radikal grupların oy hakkının genişletilmesi gibi taleplerini belirli ölçüde desteklemişlerdir.139 Ancak bu grupların, örneğin Düzleyicilerin (Levellers) savundukları haklar insan hakları ya da doğal haklar bir yana, “özgür doğan İngilizlerin” haklarına, yani geleneğe dayanmaktadır. Genel insanlık haklarından değil, vatandaşlık haklarından söz edilmektedir.140 1688’de kabul edilip 1689’da kraliyet onayını alan Bill of Rights ise krallık karşısında, ulusun temsilcisi olan parlamentonun kadim haklarını ortaya koymaktadır.141 Bunlara karşılık Amerikan bildirgelerinde üzerinde durulan, insanoğlunun/tüm insanların haklarıdır.

Amerikalıların, kraldan ve soydan kaynaklanan kalıtsal hakları insan haklarına dönüştürmesinin Avrupa’daki karşılığı, devlet içinde burjuvazinin, ruhban ve soyluların sahip olduğu iktidara ortak olabilmesi ve zamanla bunları yerinden etmesi olmuştur.

Fransız Devrimi’nin ardından, 26 Ağustos 1789’da ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin ilk maddesinde tüm insanların özgür ve eşit haklara sahip olduğu, toplumsal ayrıcalıklarınsa ancak kamu yararı temelinde oluşturulabileceği ifade edilmektedir. Bildirge’nin 6. maddesinde de yasa yapımına tüm yurttaşların bireysel

138 Ibid.

139 Ibid., s. 243, 249 ve 250.

140 Ibid., s. 263-264. Ayrıca bkz. Michael Kent Curtis, “In Pursuit of Liberty: The Levellers and the A

merican Bill of Rights”, Constitutional Commentary, Volume 8, Number 2 (Summer 1991), s. 360, https://conservancy.umn.edu/bitstream/handle/11299/166045/08_02_Curtis.pdf?sequence=1&isAll

owed=y, (01.08.2019).

141 Legislation.gov.uk, “Bill of Rights [1688]”, s. 3,

https://www.legislation.gov.uk/aep/WillandMarSess2/1/2/data.pdf, (01.08.2019).

42

olarak ya da temsilcileri aracılığıyla katılma hakkına sahip olduğu belirtilmekte;

yurttaşların kamu görevi, rütbe ve makamlarına ise kapasiteleri doğrultusunda, eşit biçimde ve erdemleri ve yetenekleri dışında hiçbir ayrım gözetmeden kabul edilecekleri öngörülmektedir. Bu da kalıtsal ayrıcalıklarla elde edilen iktidarın, yerini meritokrasiye bırakması anlamına gelmektedir.

Louis Dumont, Amerika’daki Püritenlerin, insan haklarının çekirdeğini oluşturacak olan din ve vicdan özgürlüğünü kabul ederek bireyi devletten üstün tutan bir sav ortaya atmış olduklarını ve bu savın Fransızlar tarafından da benimsendiğini ifade etmektedir.142 Bu çerçevede İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi bireyin zaferini işaret etmektedir.143Böylelikle insan hakları, devlet karşısında bireysel haklara ihtiyaç duyan burjuvazi için bir dayanak noktası oluşturmuştur.

b. İnsan Haklarından Emperyal Barışa

Amerikan ve Fransız bildirgelerinin de etkisiyle 18. yüzyıl tarihe özgürlükler dönemi olarak geçmiştir. 19. yüzyılsa barış yüzyılı olacaktır. Polanyi, 1914’te I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla sona eren bu yüzyıllık barış döneminin, dört önemli kurum sayesinde oluşturulduğunu ifade etmektedir. Bu dört kurum güç dengesi sistemi, uluslararası altın standardı, kendi kurallarına göre işleyen piyasa ve liberal devlettir.144 Güç dengesi, 1648’te Westphalia Antlaşması’yla kurulmuş ve 1713 Utrecht Barışı’yla sistematik hâle getirilmiştir. Arrighi, 1776-1848 arasında meydana gelen isyan dalgasının Westphalia ile kurulan devletlerarası sistemin revize edilmesini gerektirdiğini belirtmektedir. Zira bu dönemde hanedana dayalı ve oligarşik devletler grubuna, ulusal

142 Dumont, op.cit., s. 167-168.

143 Ibid., s. 166.

144 Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, Çev. A. Buğra, 7. Baskı,

İstanbul, İletişim Yayınları, 2008, s. 35.

43

topluluklar tarafından kontrol edilen yeni bir devletler grubu katılmıştır. Bu eski ve yeni güçler arasında uzlaşma sağlanması işini ise İngiltere üstlenmiş ve serbest ticaret emperyalizmini başlatmıştır. Bu yenilenmiş güç dengesi sistemi içinde de her devlet, kendi kurallarına göre işleyen piyasaya bağımlıdır. Daha doğrusu İngiltere, hegemonyasını arttırmanın yalnız ulusal çıkarlarına değil evrensel çıkarlara da hizmet ettiğine ilişkin iddiasını bu ilke yardımıyla açıklamaktadır.145 İngiltere’nin bu sistem içinde kullandığı araçlardan diğeri de altın standardıdır ve ABD’nin 1933’teki çekilişine dek uluslararası piyasaya hâkim olmuştur. Polanyi’nin dikkat çektiği dört kurumdan sonuncusu ise liberal devlettir. Wallerstein liberal devletin, 19. yüzyılın ilk yarısında İngiltere ve Fransa gibi sanayileşmiş ülkelerde, ezilen sınıfların sonsuz sermaye birikimini destekleyen devlet sistemini yıkma tehlikesi karşısında, bu sınıfları yatıştırmak üzere kendilerine oy hakkı bahşedilmesi ve refah devleti sunulmasıyla yaratıldığını ifade etmektedir.146 Burjuvazi, asil kanlara karşı insan hakları sayesinde bir kez iktidarı eline geçirdikten sonra, bu kez kendisi için bir tehdit oluşturan ezilenlere karşı insan hakları söylemini değil, refah devleti söylemini kullanmıştır. Sömürge topraklarında ise bu araca da başvurma gereği duyulmamış, ezilenlerin talepleri doğrudan şiddetle bastırılmıştır. Nitekim Haiti Devrimi’nin (1791-1804) mottosu Fransız Devrimi’yle aynıdır ama Fransa’da iktidarı ele geçiren devrimci güçler aynı hak ve özürlükleri Haiti’deki sömürgelerine tanımamıştır.

18. yüzyılda burjuvaziye özgürlüğünü veren insan haklarına 19. yüzyılın barış ortamında yeniden ihtiyaç duyulmamıştır. İnsan haklarına, güvenli uluslararası ticaret için büyük devletler arasında yıkıcı bir savaş çıkmaması anlamında, barışı sağlamak üzere yeniden başvurulması 20. yüzyıl başından itibaren gerçekleşmiştir. Ancak

145 Arrighi, op.cit., s. 90-96.

146 Wallerstein, op.cit., 2009, s. 42.

44

özgürlük için değil, barış için savunulması, insan haklarının evrenselleşmesini gerektirecektir.

Benzer Belgeler