• Sonuç bulunamadı

2.3. EKONOMĐK BÜYÜME TEORĐLERĐ

2.3.3. Modern Büyüme Teorileri

Ekonomik büyüme Teorileri, dışsal ekonomik büyüme teorileri ve içsel ekonomik büyüme teorileri olarak iki temel gruba ayrılmaktadır. Neokilasik modelde

teknolojik gelişmenin, üretimdeki artışın sadece üretim faktörleri tarafından açıklanamayan payı ile ölçüldüğü varsayılmaktadır. Bu bağlamda teknolojik gelişme dışsal bir etken olarak kabul edilmektedir. Bu durumun nedeni GSYH üzerinde önemli etkisi olmasına rağmen teknolojik gelişmenin ekonomik faktörlerden etkilenmediğinin varsayılmasıdır. Yapılan çalışmalar ise teknolojik gelişmenin ekonomideki fiyat, kar gibi ekonomik sinyallere bir tepki sonucunda ortaya çıktığına yöneliktir. Diğer bir ifadeyle, teknolojik gelişme ekonomik sistem açısından içsel bir süreçtir (Seyidoğlu,2006:844-845). Modern büyüme teorileri ikiye ayrılmaktadır. Bunlar;

2.3.3.1. Dışsal Büyüme Teorileri

20. yüzyıl başlarına kadar büyüme konusuna olan ilgi azalmış, 1936 yılında Roy Forbes Harrod’ın An Essay in Dynamic Theory (Dinamik Teori Üzerine Bir Deneme) adlı makalesi ile birlikte tekrar önem kazanmıştır. Harrod, post-Keynesyen görüşlerin temelini atmış ve geliştirdiği model ile iktisadi büyüme teorisine önemli katkıda bulunmuştur. Harrod, uzun dönem istikrarlı büyüme şartlarını açıklayan dinamik bir model geliştirmiştir. Evsey Domar’ın da benzer çalışmasının bulunması nedeniyle yaklaşım, Harrod-Domar modeli olarak bilinmektedir. Yatırımların tamamen uyarılmış olduğu varsayıldığından, Keynesyen yaklaşımdaki otonom yatırımlar, modelde yer almamaktadır. Harrod-Domar yaklaşımında hedeflenen büyüme hızına ulaşmada, maliye politikaları aracılığı ile devlet müdahalesinin gerekliliğine inanılmaktadır. Modelin esas olarak cevaplamaya çalıştığı soru, ekonomik büyüme sürecinde yatırım-tasarruf dengesinin nasıl sağlanacak olduğudur. Bunun için, ulaşılmak istenen ve ülkenin olanakları açısından makul olan bir büyüme hızının seçiminden sonra, yaklaşık olarak hesaplanan ve modelin özünü oluşturan sermaye-hasıla katsayısı yardımıyla gerekli yatırım ve tasarruf hedefleri saptanmalı ve toplam yatırım ve tasarrufları bu hedeflere ulaştıracağı umulan ekonomik politikalar belirlenmelidir. Böylece Harrod-Domar yaklaşımı Türkiye’de de beş yıllık kalkınma planlarında kullanılan, yol gösterici bir model olmuştur (DPT, 2003).

Harrod-Domar’ın ardından büyüme üzerine asıl artan ilgi Đkinci Dünya Savaşından sonra gerçekleşmiştir. Bunun başlıca nedenleri şunlardır

(http://www.ekodialog.com/konular/harrod_domar_modeli.html);

• Đkinci Dünya Savaşından sonra yıkıma uğrayan ülkeler hızla kalkınarak, diğer kalkınmış ülkeleri yakalamak istemişlerdir.

• Sosyalist sistemi benimsemiş olan ülkeler, refah seviyelerini kapitalist ülkelerin seviyelerine çıkarmayı hedeflemişlerdir.

• Bağımsızlıklarını kazanmış eski sömürge devletleri, ekonomilerini güçlendirmek konusuna büyük önem vermişlerdir.

1950 ve 1973 yılları arasında dünya ekonomileri genelinde gelir ve büyüme artışı oranlarında benzeri görülmemiş bir hızlanma yaşanmış ve bu dönem daha sonradan refahın altın çağı olarak adlandırılmıştır. Bu canlanma sırasında Swan ve Solow, üretim sürecindeki emek ve sermayenin birbirini ikame edebilecekleri varsayımından hareketle Neo-klasik olarak nitelenen büyüme modelleri geliştirmişlerdir. Yaklaşımlarında genel olarak teknoloji ve nüfusdaki gelişimi dışsal olarak kabul edildiğinden, modelleri dışsal büyüme teorisi olarak kabul edilmektedir. Ayrıca tam rekabet ve istihdam koşullarının geçerliliği, üretim faktörlerine marjinal verimlilikleri doğrultusunda ödeme yapılması ve değişken sermaye çıktı oranının kabul edilmesi, dışsal büyüme teorilerinin neo-klasik olarak değerlendirilmesine neden olmuştur (Demir, 2004: 49).

Neo-klasik büyüme modellerinde, ülkeler arasındaki büyüme farklılığı sorunu, durağan durum yaklaşımı ile açıklanmaya çalışılmıştır. Durağan durum, teknolojik gelişmenin olmadığı varsayımı altında, kişi başına gelirin ve sermaye yoğunluğunun sabit olduğu bir durumu ifade etmektedir. Nüfus sabit bir oranda artarken, kişi başına gelir ve sermayenin sabit olması için, her ikisinin de nüfus artış oranı kadar artması gerekmektedir. Durağan durum analizi yapılırken geçiş süreci

dinamiği ilkesi geliştirilmiş ve bu yaklaşım büyüme kuramlarına önemli katkıda bulunmuştur. Geçiş süreci dinamiği ilkesi şu şekilde özetlenebilir: Her ülkenin kendine ait bir durağan durum değeri vardır ve mevcut sermaye birikimi bu değerin ne kadar altındaysa, o ülke o kadar hızlı büyüyecek, tam tersi kendi durağan durum değerinin ne kadar üzerinde sermayeye sahipse, o derece daha yavaş büyüyecektir.

Neo-klasik modellerinden üç önemli sonuç ortaya çıkarılmaktadır (Güran ve Cingi, 2002: 61);

• Daha fazla sermaye insanları daha üretken yapacağından, işgücüne nispetle sermayede yapılan artış iktisadi büyümeyi teşvik edecektir,

• Sermayenin ve işgücünün marjinal verimliliği pozitiftir. Böylece yeterli sermaye düzeyine sahip kalkınmış ülkelere kıyasla, daha az kişi başına sermayeye sahip gelişmekte olan ülkeler daha hızlı büyümektedir. Çünkü sermayeye yapılan her yatırım, yeterli sermayeye sahip ülkelere göre daha yüksek getiri sağlanmasına neden olmaktadır.

• Sermaye ve işgücü azalan verimliliğe tabidir. Ekonomiler eninde sonunda, sermayede hiçbir artışın olmadığı, durağan durum ile karşılaşacaklardır.

Ülkelerin ulaştıkları farklı büyüme modellerine bakıldığında, çeşitli ülkelerin büyüme oranlarının birbirine yaklaşacağı tezini savunan neo-klasik yaklaşımın haklı çıkmadığı görülmektedir. Çeşitli yılları kapsayan analizlerde, GSMH’sı düşük olan ülkelerde anlamlı bir büyüme oranının bulunmadığı, GSMH’sı yüksek olan ülkelerde ise büyüme hızlarında önemli azalmaların yaşandığı durumlara rastlanmıştır. Sonuçta iktisadi büyüme oranları sabit değildir ve her ülkenin farklı zamanlarda farklı büyüme oranlarına sahip olabileceği ortaya çıkmıştır. Neo-klasik büyüme teorileri içerisinde en önemli model Robert Solow’a ait olanıdır. Yapılan eleştirilere ve eksik yönlerine rağmen model, iktisadi büyüme hızları arasındaki farkların anlaşılmasına önemli katkıda bulunmuştur. Modelde kullanılan varsayımlar şunlardır (Parasız, 2003: 189):

• Đşçiler ve tüketiciler gelirlerinin bir kısmını tasarrufa ayırmaktadır, • Sermaye ve işgücü azalan verimler kanununa tabiidir,

• Denge durumunda tasarruflar yatırımlara eşitlenir,

2.3.3.2 Đçsel Büyüme Teorileri

1973-1992 yılları arasında hemen hemen tüm ekonomilerde, bazı Asya ülkeleri dışında, gelirler ve büyüme hızında keskin düşüşler yaşanmış ve bu yıllar ise küresel ekonomik aktivitelerde birçok dalgalanmaların yaşandığı bir zaman dilimi olarak kabul edilmiştir. Böylece mevcut büyüme modellerinin yeniden ele alınma gereği ortaya çıkmıştır. Dışsal büyüme teorilerinde teknolojinin dışsal olarak kabul edilmesi eleştirilerin başlıca konusu olmuş ve oluşan tepkiler sonucu 80’li yıllarda teknolojik gelişimleri modelin içerisine alan “içsel büyüme modelleri” geliştirilmiştir. Đçsel büyüme teorisinin en önemli temsilcileri P. Romer, R.Lucas, R.Barro, J.Greenwood ve B.Jovanovic’dir. Genel olarak içsel büyüme teorisinde iktisadi büyümenin kaynağı olarak; bilgi birikimi, kamusal alt yapı harcamaları, beşeri sermaye ve Araştırma-Geliştirme (AR-GE) harcamaları gösterilmiştir (Atamtürk, 2004: 104).

Đçsel büyüme yaklaşımlarında emeğin etkinliğine önem verilmiştir. Buradan yola çıkarak emeğin etkinliğini arttıran unsurlar incelendiğinde, bilgi en önemli faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Đçsel büyüme modellerini, dışsal büyüme modellerinden ayıran en önemli özellik; üretimde artan verimliliğin kabul edilmesidir. Nitekim eğitim ile kazanılmış bilgiler beşeri sermayeye beceri kazandırır, böylece üretimde verimlilik giderek artmaktadır. Buna göre eğitime yapılan yatırım oldukça önemlidir ve eğitim seviyesi ile şekillenen beşeri sermaye, büyümeyi belirleyen en önemli faktör haline gelmektedir (Özer, 2006: 26).

Artan verimler sayesinde sermaye stoku yükseldikçe, gelirlerin düşmemesi nedeniyle yatırımlar devam etmekte ve sürdürülebilir büyüme artışı mümkün hale gelmektedir. Đçsel büyüme teorilerinin diğer bir farkı, sermayenin yalnızca fiziksel sermaye ile sınırlandırılmaması, beşeri sermayenin ve bilgi, teknoloji gibi elle tutulamayan unsurların da sermayenin tanımına girmesidir. Yeni büyüme teorilerinde finansal piyasalara da özel önem verilmiştir. Finansal kuruluşların aşağıda sayılan üç yolla iktisadi büyümeye katkıda bulunacağını belirtmişlerdir. Bunlar şu şekilde sıralanabilir (Esen, 1998: 26):

• Girişimcilerin kullanabileceği toplam finansal sermaye miktarını arttırarak, • Yatırımların kalitesinin artışına yardımcı olarak,

• Kaynakların ve fon kullanıcıları arasındaki aracılık maliyetlerini düşürüp etkinliğini arttırarak finansal piyasalar büyümeye katkıda bulunmaktadır.