• Sonuç bulunamadı

Mimari Çevre, Sosyal – Kamusal Çevre, Kıyı Tanımları

3 MARİNA ÇEVRE İLİŞKİSİ

3.1 Mimari Çevre, Sosyal – Kamusal Çevre, Kıyı Tanımları

Günümüzde çevre tanımı geniş olarak kullanılmaktadır. Yaşam dünyası olarak çevre; insanlar, hayvanlar, bitkiler, taş, toprak v.b. somut olgulardan ve güneş, ay, yıldızlar, bulutların hareketi, gece-gündüz ve mevsimlerin değişimi gibi varolan gerçeklerden oluşur. Aynı zamanda duygular gibi varlığımız ile ilgili soyut olguları da içine alır ve somut bir terim olarak mekân - yer - alan anlamına gelir. Somut nesneler mekânın - yerin öz varlığı olan “çevresel karakteri” belirler ve genel olarak bir yer, bir karakter veya “atmosfer” verilen niteliksel bir bütün olgudur (Norberg-Schulz, 1979). Bir canlı varlığın bağıntı kurduğu olaylarla varlığın tümü olarak çevre (Hançerlioğlu, 1988), göreceli bir şekilde tanımlanmakla birlikte genel olarak “her şey”dir. Rapoport (1977), çevrenin olası potansiyel işaretlerini; fiziksel unsurlar (görüş, ses ve kokular), ve sosyal unsurlar (insanlar, eylemler/kullanımlar ve nesneler) olarak sıralar. Morval ise (1881), çevre eylem içinde veya eylem aracılığıyla yaşanan sembolik, estetik ve bütün duyuları ilgilendiren bir değere sahiptir demektedir. Birey gelişiminde rol alan uyarımların kaynağı olan çevre, aktif uyarım ve optimal uyarım olarak iki önemli fonksiyona hizmet etmektedir (Magnusson & Allen, 1983).

Genel çevre tanımlarının ardından, kamu yararının gelişim sürecine ve kamusal-sosyal çevre tanımlarına kısaca değinecek olursak; ortak iyilik ya da kamu yararı kavramı sanayi-ticaret öncesi Avrupa toplumunun siyasi tarihinde önemli bir yere sahiptir. Kamu hukukçularının temel tartışma konusu birey ve kamu çıkarı arasındaki uzlaşma modelinin mutlak anlamda toplum iktidarından yana olması gerekliliği yönündedir; bu kavram Yunan sitelerinden Roma’ya oradan da Ortaçağa ve 1789 Fransız ihtilaliyle birlikte değişim ve anlam içeriği zenginliği de kazanarak yirmi birinci yüzyıl insanlığının sosyal hayatında önemli bir yere sahip olmuştur (Akkaya ve diğ., 1998). Kentlerin varoluşunun doğasındaki değiş-tokuş eyleminin gerçekleştiği yerler olarak kamusal alanlar tanımlanabilir. Lefebvre’nin tanımıyla kamusal alan, “kentte yaşayanlarca özgürce kullanılan, sahip çıkılan ve dönüştürülen” bir ortamdır (Otaner, 2003). Kamusal alana-mekâna, dönüşüm aracı olabilme yeteneğini yükleyen özelliği,

sosyal ve ekonomik bir araya gelme alanları olması ve kamu (toplum) tarafından denetlenebilirliğidir (Otaner, 2003).

Kamusal mekânlar kentin ortak mekânları olarak, her dönemde, toplumun yoğun kullanımıyla önem kazanmışlar ve sundukları kültürel, ticarî ve idarî olanaklarla kentlerin prestij alanları olmuşlardır. Kamu bir bütün olarak, insanlara ait olandır. Toplumu veya halkı etkiler ve ilgilendirir. Tüm insanlara açıktır ve onlar tarafından kullanılır. Ayrıca kamu, yerel ve merkezi yönetimi ilgilendirir ve onlar tarafından öngörülür. “Kamu” teriminin bir çok anlamda “özel”in karşıtı olduğu söylenebilir (Perinçek, 2003).

“Kamu’nun, birbiriyle ilişkili ama özdeş olmayan fenomen iki anlamı vardır: ilk olarak kamuda olan her şey herkes tarafından görülebilir ve duyulabilir ve olabildiğince açıklığa sahiptir, ikinci olarak, “kamu” kelimesi, şimdiye kadar hepimiz için ortak olan ve özel mülkiyetimizin içindeki yerden ayırt edilmiş bir dünya anlamına gelir” (Arendt, 1987).

Dijkstra (2000) kamusal alanın üç kriterini herkes tarafından erişilebilir olması, herkes tarafından kullanılabilmesi ve bir nesilden daha uzun dayanması şeklinde değerlendirmektedir. Çubuk da (1991) aynı konuda; “kamu mekânı toplu yaşamın süre gelen tüm etkinliklerinin her yaş ve meslek grubunun yararlanmasına açık, kent strüktürü içinde yer alan mekânlardır. Bu mekânda tüm insanî eylemler (sosyal-kültürel-ticarî-dinî-eğitim-spor gibi) yer alır” demektedir.

Kamusal mekânlar, kültürümüzü, inançlarımızı, kamusal değerlerimizi ve bizi yansıtırlar. Kamusal mekân bizim “kamusallık” dediğimiz niteliğin oluştuğu ve ifade edildiği ortak zemindir. Kamusal çevre kişisel davranışları, sosyal etkinlikleri ve bizim çoğu zaman çakışan kamusal değerlerimizi yansıtan bir ayna görevi görür (Francis, 1989). Bu tezde de sosyal-kamusal mekânlar toplumun bir araya geldiği, meraklarını giderebileceği, bilgi edinebileceği, bilgisini paylaşabileceği, açık veya kapalı alanlar olarak toplumu bir araya getirmeyi amaçlayan mekânlar olarak düşünülmektedir.

Sosyal – kamusal çevre kavramlarının ardından, kıyı kavramının tanımı ele alınırsa; 4/4/1990 tarih ve 3621 sayılı Kıyı Kanunu’nun uygulanmasına dair yönetmelikte “kıyı kenar çizgisi”nin; “Deniz, tabiî ve sunî göl ve akarsularda, kıyı çizgisinden sonraki kara yönünde su hareketlerinin oluşturduğu kumluk, çakıllık, kayalık, taşlık, sazlık,

bataklık ve benzeri alanların doğal sınırıdır” şeklinde tanımı yapılmaktadır. Aynı yönetmelikte “kıyı” tanımında; kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi arasında kalan alan tarif edilip, kıyının herkesin serbest bir şekilde yararlanmasına açık olduğu ve bu alanda buna engel olabilecek hiç bir yapının olamayacağı, ayrıca kıyı bölgelerinde planlama ve uygulama yapılabilmesi için onaylı kıyı kenar çizgisinin bulunması zorunlu kılınmıştır (T.Ç.S.V, 1992).

Kıyı çizgisi, iki değişik yapıda uzay kuruluşunu ayıran bir çizgidir. Deniz ve kara üzerinde dört yönde gelişen uzay kuruluşları kıyı üzerinde çakışırlar. Aslında bir görsel mekân olarak ele alındığında kıyı, denizde ufuk çizgisine, karşı olarak karada siluet çizgisine dayanan ve üçüncü boyutta havaya ve su altına doğru devam eden bir bütündür. Kıyı, bu yapısı yüzünden bir çizgi ya da yüzey değil, derinlikli, üç boyutlu bir geometrik mekândır. Doğal yapılarının değişik olması yüzünden her kıyı parçası kendi özelliklerini taşıyan bir sit, kıyı mekânı ise bir sitler dizisidir. Alan olarak ufak bile olsa, bu sitler bazen, akarsu ağızları, kıyı yamaçları, koylar, adalar, boğazlar gibi nitel değerler kazanırlar (Karabey, 1978).

Denizlerin dünyanın su dengesinin, iklim yapısının ana öğesi olduğu bilinen bir gerçekliktir. Dünya kabuğunun yüklü olduğu enerji ile şekil değiştirmesi sürecinde karalarla denizleri ayıran çizgi olarak ilk ağızda tanımlayabileceğimiz kıyı oluşumu, değişik etkenlerle yoğrularak şekil almıştır. Denizin doğal uzantısı olarak nitelenebilecek dar anlamda kıyı şeridi ise karaların %0.03’ü kadar bir alanı, 150.000 km²’yi kaplamaktadır (İnandık, 1971). Doğanın devingen bir değiş tokuş ortamı olan kıyılar, değişik ölçekte ve sürekli olarak bitki ve hayvan dokusu (flora ve fauna), toprak, hava, su ve insanın birbirine bağlandığı bir çevre yapısına sahiptir. Tüm canlı öğelerin birbirine kenetlendiği bu ortam özellikleriyle çevresel bir bütün oluştururken öte yandan, neden-sonuç ilişkilerinin birbirine karıştığı tarih süreci ve veri zenginlikleri yüzünden, insanın bu alışverişe katılmasıyla sürekli çiğnenen, yaşayan, ürün alınan ve tüm insan eylemlerini (yerleşme, çalışma, dinlenme…) de barındıran bir çevre bütünüdür. Bireysel açıdan, insanın biyolojik ve psikolojik (dirimsel ve ruhsal) yenilenme, sağlıklanma, uyarılma gereksinmelerine cevap bulabileceği olumlu bir ortamdır. Kıyı bölgeleri diğer kaynaklarla yarışarak üzerinde oluşan bu ilgi yüzünden bir yandan kıyı kültürleri, kıyı uygarlıkları oluştururken diğer üst yapı kurumlarında da karşılıksız kalmamış, birçok yer ve dönemde özel yasal tanımlar bulmuştur (Akurgal, 1976). Kıyılar kendi üzerinde çektikleri bu olağanüstü ilgi

nedeniyle bir yandan çağlar boyu insan elinin değmesiyle özellik kazanırken, yakın dönemde nüfus ve eylem patlamasına koşut olarak hızla artan kaynak ve mekân gereksinmesi sonucunda, şekil değiştirmeye, özelleşmeye, kirlenmeye ve bir bakıma tükenmeye sahne olmaktadır (Karabey, 1978).

Kıyı alanı, yönetilmesi için emek vermeye değer insan etkinliklerine sahip deniz ve deniz alanını etkileyen kara parçasının tamamını kapsayan, kıyı çizgisinin her iki tarafındaki bölümlerdir ki tezdeki marinalarda bu kıyı alanlarında yer almak durumundadırlar.