• Sonuç bulunamadı

MİLLİ KÜLTÜR & KÜLTÜR DEĞİŞMELERİ

TÜRKLERİN KUTSALI veya TÜRK MONOTEİZMİ

2.2. MİLLİ KÜLTÜR & KÜLTÜR DEĞİŞMELERİ

Kültür, varlığımızın yapısını (dokusunu ) tayin eden sosyal bir süreçte öğrendiğimiz uygulama ve inançların, maddi ve manevi unsurların bütünüdür.

Kültür ( veya medeniyet ), toplumun bir üyesi olarak insanoğlunun kazandığı bilgi, gelenek – görenek v.b. kabiliyetleri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür.

DPT’nin hazırladığı II. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (1967) kültürle ilgili; “Bir toplumun yaşam düzenini geliştirmek ve yaratıcı gücünü artırmakla, kültür faaliyetleri son derece mühimdir. Kültür faaliyetlerinde kullanılan vasıtalar, topluluğa bir fayda sağlayacak yönde geliştirerek, geniş halk kitlelerine yöneltilecektir.” ifadesi kullanılmaktadır.243

Milli kültür, tarih boyunca gelmiş geçmiş kültür değerleri ile araştırıcılar tarafından ortaya konan bilgiler ve eğitim alanında kurulan temaslarla devamlı olarak tazelenir ve güçlenir. Zamanla, kültür gücü, gerçek güç haline gelir.244

Eğer kültür, öğrenilmiş davranış şekillerinin nesilden nesile aktarılışı veya toplumun bir üyesi olarak bireyin kazandığı duyma, düşünme ve faaliyet tarzlarının sosyal açıdan standartlaştırılması ise, o takdirde, “Geniş Toplum” veya “Hakim Kültür”, bir toplumda bireylerin genelinin katıldığı “Ortalama Kültür” olması gerekir. Alt kültür alanları ile zıt kültür grupları bu ortalama kültürden çıkmış sayılırlar. Başka bir deyişle, toplumun hoşgörü sınırları içinde kalan kültür alanları geniş veya hakim ( baskın ) bir yer teşkil eder. Geniş kültür, nesilden nesile öğrenme yoluyla aktarılan duyma, düşünme ve eylem tarzları sonucu meydana gelir. Eski Türk kültürü ile İslamiyet’in inanç, değerler sistemi, dünya görüşü ve davranış kalıpları Türk kültürünün yapısını teşkil eder.245

Çağdaş sosyoloji açısından değerlendirilirse milli kültür, genellikle şehir halkının orta tabakası ile kasaba ve köyde yaşayan, hukuki bakımdan eşit haklara sahip halk kitlelerinin düşünme, duyma ve eylem biçimlerinin şekillendiği ortalama bir kültürü teşkil eder. 1950’lerden sonra hızla şehirleşen Türk toplum yapısı aynı zamanda, önemli kültür değişmelerine de sahne olmaktadır. Bugün, büyük şehirlerimizi kuşatan gecekondulaşma

243S. Ortaç, “Kültür Hizmetlerinin Tarihi Gelişimi ve Düşündürdükleri” Milli Kültür, C. 1, S.2, 1977, s. 36 – 37

244 S. Ortaç, a.g.m., s. 36-37

sorunu, bu tür değişmelerin bir ürünüdür. Gecekondulaşma veya gecekondu sonucu meydana gelen yoksulluk kültürü, toplum yapımızda Batınınkine paralel olarak birtakım alt kültür kalıplarının oluşmasına da sebep olmuştur. Böylece, bir yandan üst sınıf, öte yandan, alt sınıf olmak üzere yeni alt kültür alanlarının oluşması da kaçınılmaz olacaktır.246

Alt kültürler, bazı kültürel özellikleriyle birbirlerinden ayrılırlar; farklı sentezlere doğru yönelirler. Kalkınma ve modernleşme çabaları, ulusal sınırlar içindeki farklı alt kültürleri ( kültür bölgelerini ) milli bir senteze doğru götürürken; kalkınmanın sebep olduğu nüfus hareketleri, kentleşme, sanayileşme, tabakalaşma ve sınıflaşma eğilimleri kültürel birimlerin sınırlarını sürekli olarak değiştirir, birleştirir ve ayırır. Kültürel benzeşme ve farklılaşma ( Konverjans ve diverjans ) eğilimleri aynı zamanda ve iç içe yer alan süreçlerdir. Kültür sınırlarının karmaşıklığı yalnız Ortadoğu ve diğer az gelişmiş ülkelerde görülen bir olgu değildir. Sanayileşmiş ülkelerde de kültürel bölgeler ve farklar vardır ( İspanya’da Bask bölgesi, ABD’nin çok kültürlü yapısı, Fransa’da Almanya’dan alınan tarihi Alsas – Loren bölgesi ve zamanında oluşturulmuş gettolar ); sanayi hayatının ve kitle iletişim araçlarının bütün etkinliğine karşı, kültürel farklılıklar sürüp gider.247

Dolayısıyla hem üst kültür hem de alt kültür alanları, kendi yaşam biçimlerini oluşturmaktadır. Varoş diye tabir edilen gecekondu semtlerindeki insanların inanç dünyaları, değer algılamaları, önceki yıllara göre giderek kapansa da hala belirgin farkların olduğu da açıktır. Gerçi büyükşehirlerin nüfusunun büyük çoğunluğunu, bugün göçle gelen insanlar oluşturmaktadır ve büyükşehirlerin kültürünü de artık yerli halk değil, göçle gelen halk yığınları belirlemektedir. Dikkatle incelendiğinde, 90’lı yıllardan itibaren İstanbul’un giderek muhafazakârlaşması, bu kentte muhafazakar bir kültür alanı oluşturmuştur. Bu dinselleşme, büyükşehirin modern yaşamıyla yer yer zıtlaşsa da giderek modern yaşamı da etkiler hale gelmiştir. Yani bugün İstanbul’da biri modern, diğeri muhafazakâr modern olmak üzere iki kültür alanı oluşmuştur ve bu iki kültür birbiriyle zıt değil, paralel gitmektedir. Özellikle deprem kuşağı altında olan İstanbul ve Kocaeli çevresi insanları, bir eskatolojik sonun kapılarını her an çalabileceğine inandırılmışlardır ve deprem korkusu bile, moderniteyi, muhafazakâr moderniteye dönüştürmeye yeterli olabilmektedir.

Türkiye’de, “Milli Kültür” kavramını ilk kullanan, Ziya Gökalp’tir. Gökalp, “Kültür” sözcüğüne karşılık “Hars”ı ortaya atarken bu sözcükle aynı zamanda, “Milli Kültür”ü

246Orhan Türkdoğan, ,a. g. m. s. 20-21 247 Bozkurt Güvenç, a.g.e., s., 111

kastetmektedir. O, Fransızca Culture sözcüğünü hars ve tehzib ( Düzeltme, ıslah etme ) olarak anlıyor ve harsı ( Milli Kültür’ü ) demokratik, tehzibi ise aristokratik buluyor. Gökalp’e göre Milli Kültür, “Halkın geleneklerinden, yapageldiği şeylerden, örflerinden, sözlü ve yazılı edebiyatından, dilinden, musikisinden, dininden, ahlakından, estetik ve ekonomik mahsullerinden ibarettir.”. Bu güzel şeylerin hazinesi ve minesi halk olduğu için, milli kültür demokratiktir. Gökalp, milli kültürü, milli olduğu için tercih ederken “Tehzib”i “Milletlerarası” olarak tanımlar. “Bir insan, milli kültürün tesiri ile belki de yalnız kendi milletinin kültürüne kıymet verir. Fakat, tehzib görmüşse, başka milletlerin kültürlerini de sever ve onların lezzetlerini de tatmaya çalışır.”248 Gökalp, “Milli hayatımız, yalnız milli kültürümüzü yaşamaktır.” dedikten sonra, “Milli Kültür”ümüzü yabancı kültürlerden ayırır ve hepsinden üstün tutar. Fakat, başka kültürleri de reddetmez. Avrupa’nın köklü kültürlerini de kabul eder; hatta, kültürler arası alışverişe de sıcak bakar. Ancak, yabancı kültürlere kapılmayı, onlara gönül vermeyi de hoş görmez: “Görülüyor ki, Türkler’in “Milli Kültür” dedikleri şey, ne Fransızlar’ın “Kültür”ü, ne de Almanlar’ın “Kultur”udur. Fransızlar’a göre Fransız kültürü, öteden beri sırf edebi kuvveti ile üniversal bir tehzib mahiyetini almıştır... Biz, milli kültürümüzü yalnız kendi zevkimiz için, kendimiz tadına varmak için yapacağız. Başka milletler de ondan, Loti’lerin, Farrere’lerin yaptığı gibi ara sıra tadarak lezzet alabilirler. Nasıl ki, biz de Fransız, İngiliz, Alman, Rus, İtalyan milletlerinin kültürlerinden ara sıra zevk alıyoruz ve alacağız. Fakat bundan sonra, bu zevk alışımız hiçbir zaman “egzotizm”in sınırlarını aşmayacaktır. Bizce Framsızlar’a, Almanlar’a, İngilizler’e, Ruslar’a, İtalyanlar’a ait güzellikler, ancak egzotik güzellikler olabilir. Bu güzellikleri sevmekle beraber, hiçbir zaman gönlümüzü onlara vermeyeceğiz. Biz gönlümüzü, ezel gününden beri milli kültürümüze vermişizdir. Bizim için dünya güzeli, milli kültürümüzün güzelliğinden ibarettir. Biz medeniyetçe, irfanca, iktisatça ve tehzibçe Avruupa milletlerinden çok geri kalmış olduğumuzu inkar etmeyiz ve medeniyetçe onlara yetişmek için bütün kuvvetimizle çalışacağız. Fakat, kültür itibariyle hiçbir milleti kendimizden üstün görmeyiz. Bize göre, Türk kültürü, dünyaya gelmiş geçmiş olanların en güzelidir...”249

Prof. Dr. Erol Güngör, Türk milletinin derin bir kültür sarsıntısı geçirdiğini, Türkiye’nin daha imparatorluk devrinde başlayan uzun, ıstıraplı bir “Mecburi Kültür Değişmesi” yolundan geçerek bu noktaya gelmiş bulunduğunu söyler. Erol Güngör, Ziya Gökalp’ten farklı olarak, oturmuş, milli bir Türk kültürünün oluşmadığını söyler. Güngör’e

248 Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Esasları”, Haz.: Mehmet Kaplan, İstanbul: MEB Yay., 1990, s.104-105 249 Ziya Gökalp, a.g.e., s. 104-105

göre, Türkler’de milli kültürden ziyade, içinde geleneğe ait birçok unsuru alarak bir harmoni oluşturan bir halk kültüründen söz edilebilir: “Hiç kimse inkar edemez ki, bugün şu veya bu şekilde bir “Türk Kültürü” teşekkül etmiş değildir. Gerçi, Türkiye’de milletin büyük çoğunluğunu saran gelenekli bir kültürümüz vardır. Fakat bu her türlü devlet politikasının dışında kendi hayatını yaşayarak ve belki resmen istenmediği halde buraya kadar gelmiş bulunuyor. Buna, “Gelenekli halk kültürü” adını verebiliriz. Folklor kelimesinin asıl karşılığı da (Halk dansı değil ) budur. Halk kültürünün dışına, yani yazılı kültür sahasına çıktığımız zaman Türkiye’nin hali tam bir yamalı bohça manzarası arz eder. Sanat, edebiyat, din...v.b. konularında birbirinden çok farklı, birbirlerine rakip pek çok temayüller vardır. Bunların tek ortak tarafları ise, hepsinin de ilkel, yarım – yamalak olmasıdır. Batı kültürünü temsil etmek durumunda olanların bu kültürün çok yüzeyinde, hatta kabuğunda kaldıklarını kabul etmeliyiz. Milli kültür taraftarı olanların bu temayüllerinde daha çok duyguların ağır bastığı da muhakkaktır. Milliyetçilikten ayrı bir İslam kültürü taraftarlarının kendi istekleri doğrultusunda belirgin bir zihni kıpırdanma gösterdiklerini de kimse söyleyemez.250

Erol Güngör, Türkiye’de aydınlar seviyesinde bir kültür bütünlüğünün olmadığını söyler. Bu yüzden de bir “Milli Kültür”den söz etmek olanaksızdır: “Türkiye bu haliyle gevşek bir “kabileler federasyonu” manzarası arz etmektedir. Gelenekleri, hayat tarzları, dünya görüşleri ve idealleri ile birbirinden ayrı, yan yana yaşayan kültür kabileleri... aradaki farklar arttıkça bu grupların birbirine son derece yabancı ve nihayet düşman olmalarından daha tabii bir şey beklenemezdi.”251

Erol Güngör’ün, Tanzimat’tan itibaren bozulmaya başladığını söylediği yitik bir milli kültürün, 1980’lere kadarki Türkiye panoraması böyledir. Güngör’ün, “Kabile Federasyonu” diye tanımladığı – Ki, gerçekten ilginç ve yerinde bir tanımlamadır bu – toplum içerisindeki ayrışma ve buna bağlı olarak zoraki oluşan bir “birlikte yaşama zorunluluğu”, o dönemler için önce yabancılaşmayı getirmiş ve nihayet, - 80 öncesinde - birbirine düşman olan gruplar yetiştirmekle sonuçlanmıştır.

Bugünkü yabancılaşmanın ve kültürsüzleşmenin temelinde elbette, ne şiddet vardır, ne de militer ideoloji. Dünya 90’lardan sonra ( Özellikle de, 90’ların ikinci yarısından sonra ) çok büyük değişmeler yaşamıştır. Nasıl ki, insanlık tarihinin en büyük olayları ve değişmeleri 20.yy.’da yaşanmışsa, bu yüzyıl içerisinde de 90’lı yıllar aynı durumu ifade eder. Bu

250 Erol Güngör, “Milli Kültür Politikası”, Türk Edebiyatı, S. 102, 1982, s. 11-12 251 Erol Güngör, a.g.m., s. 11-12

bağlamda düşünürsek, bugün aslında hiçbir toplum için ne Ziya Gökalp’in ifade ettiği bir “Milli Kültür”den, ne de Erol Güngör’ün, var olmadığını iddia ettiği milli kültürün, var olmama sebepleri olarak geliştirdiği argümanların geçerliliğinden söz edebiliriz. Ulusal kültürlerin ölümünü sadece “Globalizasyon”a bağlamak da yanlıştır. Globalizasyon dönemini hazırlayan teknik, sosyal, ekonomik, bilimsel, felsefi ve tarihi süreci de iyi okumak gereklidir.

Erol Güngör, Türkler’in tarih içerisinde elbette bir milli kültürlerinin olduğunu kabul ediyor. Yalnız, yeniden bir “öze dönüş”ün, yeniden bir milli kültür sahibi olmanın yolunu da “Tarih” olarak gösteriyor: “Türkler’in “Milli Kültür”leri hiç yok mudur? Elbette vardır. Fakat, bu kültür işlenmediği, hatta tanınmadığı için tamamen durgun bir hale gelmiş ve neredeyse kütüphane rafları ile müze vitrinleri arasında hapsolur duruma düşmüştür. Kültür, tarifi gereği, geçmiş nesillerin sonrakilere bıraktıkları miras olduklarına göre, bizim yarına bir şeyler bırakabilmemiz için bu mirası alıp işlememiz gerekir. Türkler’in binlerce yıllık tarihinden bahsederken onların binlerce yıllık kültürünü yok saymanın hangi mantıkla uzlaşacağını kestirmek gerçekten zordur.”252

Doç. Dr. Nurettin Topçu, “Her cemiyetin kendi kültürüne has bir ahlak anlayışı vardır.” diyor ve ekliyor: “Din ise, kültürün en önemli asli unsurudur.” Topçu’ya göre, kültür taklit edilmez, nakli yapılamaz, satın alınamaz.

Nurettin Topçuu’ya göre, kültür bakımından, aynı medeniyet dairesine giren milletler bile farklılık gösterir, her birinin kültürü orijinaldir, kendine hastır. Kültür başkalıklarını her toplumun kendisi tayin eder. Bir fert biyolojik bakımdan herhangi bir yaşta bulunabilir; fakat, o ruhi bakımdan mensup olduğu milletin tarihi kadar yaşa sahiptir. Esasen, şahsiyet de yüzlerce yıllık ruh yaşayışının şuurundan ibaret bir sentez olarak anlaşılmalıdır. Mazi olmadan şahsiyet olmaz; bu sebeple, çocukların şahsiyeti yoktur. Mazi ne kadar eski ise, şahsiyet o ölçüde kuvvetli olur... Sosyal şekiller itibaridir ve onlara hayat veren milletin kültürüdür.253

Bizde tarih bilimi ve felsefesinin yeterince gelişmemesi, kendimizi tarihin neresinde ve ne şekilde göreceğimizi belirsiz kılmaktadır. Tarihi, siyasallaşmalardan ve kutuplaşmalardan kurtarmak, arındırmak gerekir. Oturaklı bir tarih bilincimizin ve fikrimizin bulunmaması, bizi, kendimizi tanımaktan yoksun bırakıyor. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye ve Türk ulusu hala kendi tarihini objektif kriterlere göre değerlendirememiştir. Kendi dinsel

252 Erol Güngör, a.g.m., s. 11-12

ve mitolojik tarihini bile bilimsel bir çerçeveyle değil, dünya görüşleri ekseninde algılayan bir geleneğe sahibiz. Biz, tarihimizi tümden kabul ediş ya da parçalayarak reddediş temelinde algılıyoruz. Oysa, çağdaş toplum olmanın ön koşulu, önce kendi tarihiyle meselelerini halletmekten geçmektedir. Belki de, Avrupa’nın en büyük devleti olan İngiltere’nin gücü de buradan, bin yıllık yaşattığı “köklü İngiliz geleneklerinden” geliyor. Prof. Dr. Erol Güngör’ün altını çizdiği ve “Kabile Federasyonu” diye tanımladığı o kültürel ayrışma da aslında Türkiye’nin hala kendi tarihiyle olan sorunlarını çözememesinden kaynaklanmaktadır.

III. BÖLÜM