• Sonuç bulunamadı

TÜRKLERİN KUTSALI veya TÜRK MONOTEİZMİ

2.1. KÜLTÜR KAVRAM

Kültür, her toplumun kendi milli ve daha çok manevi, aynı zamanda, onu diğer milletlerden ayıran değerler toplamıdır. Türkçe’de eskiden bu kavramı “Hars” sözcüğü karşılamaktaydı. Yalnız, ne hars kelimesi, ne de Cemil Meriç’in “irfan” kelimesi kültür karşısında dayanabildi. Bugün gerek sosyolojik gerekse de medenileşme anlamında hep “kültür” sözcüğünü kullanmaktayız.

Kültür sözcüğü, Latince “Cultura” sözünden türemiş Fransızca bir kavramdır. Sözlük anlamı, “Ekin yetiştirmek için toprağı hazırlamak”tır. Sosyologlar, kültür sözcüğünü buradan alarak insan zihninin, düşüncesinin ve onlara dayalı davranışların yetişmesi, incelemesi ve yücelmesi anlamında kullanmaya başlamışlardır. Bugün, yaygın olmasa da kültür sözcüğüne karşılık olarak “Ekin” sözcüğünü kullanılmaya devam etmektedir. Aynı zamanda, bu kavramla örtüşmese de bilgi birikimi yüksek olan insanlar içim, halk arasında “kültürlü insan” gibi bir kavram da kullanılmaktadır. Buradaki “kültür” anlayışı, bir toplumun sosyolojik değerlerini belirleyen “kültür”den çok farklı olduğu aşikardır.

Kültürü, sosyologların bugün bu sözcükten dem vurdukları anlam ile ilk kullananlar antropologlar olmuştur. Bu bilim dalı, bir canlı varlık olarak insanı; onun diğer insanlar, canlılar ve doğal çevre ile ilişkilerini inceleme konusu olarak alır. Antropologlar, kültürün milyonlarca yıllık insan yaşamının ne tür kültürel süreçler geçirdiğini incelerken, daha çok insan neslinin davranış kalıpları ve değişiklikleri üzerinde durmuşlardır. Bu süreci antropologların büyük çoğunluğu evrimsel bir süreçte değerlendirirken kimileri sosyal olguları da göz ardı etmemişlerdir. Nitekim, “Kültürel Antropoloji” adlı kitabında William A. Haviland, kültür şöyle tanımlamaktadır: “Kültür; insan davranışının ve bu davranışın yansımalarının arkasında yatan dünyanın soyut değerleri, inançları ve algılarından ibaretti. Bunlar toplum üyeleri tarafından paylaşılan ve toplumda kabul edilen davranışlar üretirler. Kültür, biyolojik kalıtımdan çok, dil aracılığıyla öğrenilir ve bu kültürün parçaları tamamlanmış bütünler olarak işlev görür.”237

Cemil Meriç, “Kültür” mefhumuna farklı yaklaşıyor. Öncelikle, “Kültür ( Calture )” sözcüğünün dilimize olduğu gibi yerleşmesine karşı çıkıyor. Bu sözcüğün karşılığı olarak Ziya Gökalp’in “Hars” lafzını da uygun bulmuyor. Raif Necdet Bey’in ortaya attığı “İrfan” sözcüğünü daha makul buluyor: “İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan kelime. Tecessüsü madde dünyasına çivilemeyen, zekayı zirvelere kanatlandıran, beceriyi ilahi ile kutsileştiren, uzun ve çileli bir nefis terbiyesi.

İslam, insanı parçalamaz. İrfan, kemale açılan kapı; amelle taçlanan ilim. Batı’nın “Kültür”ünde bu zenginlik, bu ihtişam, bu hayata istikamet veriş yok. İrfan, bir mevhibedir, cehitle gelişen bir mevhibe. Kültür, katı, fakir ve tek bulutlu bir lafız. İrfan, beşeri beşer yapan vasıfların bütünüdür. Kültür, homo ekonomikus’un kanlı fetihlerini gizlemeye yarayan bir şal. İrfan, dini ve dünyevi diye ikiye ayrılmaz. Yani her bütün gibi, tecezzi kabul etmez.”238

Görüldüğü gibi, Cemil Meriç, “Kültür”ü Batılı bir kavram olarak maddi aleme ait bir unsur olarak görüyor ve bunun için yadsıyor. Meriç’e göre kültür, fakir ve tek bulutlu bir lafız. Batı’nın karanlık geçmişini örtmeye yarayan bir perde. Oysa irfan, daha insani, daha manevi, daha “Bize göre” bir kavram. Meriç, bu durumu şöyle açıklıyor:

“Kültür, kaypaklığı, müphemiyeti ve seyyaliyetiyle Avrupa’dır. Tarif edilmeyen ve edilemeyen bir kelime... Kâh suda, kâh karada yaşayan bir hilkat garibesi. Alman için başkadır, Fransız için başka... Bazen, içtimai hayatın kendisidir, bazen bir alışkanlıklar, bir kazanılmış hünerler mecmuası.

Demek ki kültür, Avrupa’nın uydurduğu bir mefhumdur. Tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mana. Kelime değil, bukalemun. Kroeber ile Klukhahn, kültürün şimdilik yüz altmış bir tarifini tespit etmişler. Bu uğursuz kelime, dilimize iki ayrı kaynaktan girmiş: Fransızca’dan, Amerikanca’dan... Fransızca kültürün Türkçe – aşağı yukarı – karşılığı, irfan; Amerikanca kültürün, medeniyet.

Fransız aydınları bu sahte, bu kalıplaşmış kültürden şikayetçi. Pierre Emmanuel, “Kültür hepimizin.” diyor, “Bir sevgi, bir insana inanış, kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur.” Neden bu tutku bütün bir topluluğa mal edilmesin? Soyumuz, yaşayan ve yaşamış bir kültür sayesinde acılarını yenebilir, hayatını yüceltebilir. Kültür, insanın kendi kendini fethi; bugünü dünle zenginleştirmek, dünle ve yarınla...

Demek ki, Fransızca’da kültür, Almanca’nın ve Amerikanca’nın taarruzlarına rağmen ideal manasını korumaktadır. İrfan, insanoğlunun has bahçesi. Ayırmaz, birleştirir. Bu bahçede kinler susar, duvarlar yıkılır, anlaşmazlıklar sona erer. İrfan, kendini tanımak, önyargıların köleliğinden kurtulmaktır; önyargıların ve yalanların...

Tylor’un Almanca’dan aktardığı “Kültür”, Amerikan ve İngiliz antropoloji mektebini fethettikten sonra, bizim sosyal ilimcilerimizi de büyülemiş. Bu bukalemun lafız, aşağı yukarı, medeniyet demek. Medeniyet ne? Cuvillier, Sosyolojinin El Kitabı’nda, kelimenin yirmi tarifini vermiş. İslam, bu keşmekeşten asırlarca evvel kurtulmuş. Medeniyet ve kültür, aynı bütünün iki cephesi. Bütün, tek kelimeyle ifade edilmiş: Umran...”239 Cemil Meriç’in kültür üzerine yazdığı bu uzun makalesinin en dikkati çeken tarafı, son söyledikleridir. Meriç, “medeniyet” ve “kültür”ü ayrılmaz siyamlı ikizler olarak görüyor. İrfandan yola çıkarak “umran”a ulaşıyor. İrfanla yerel olandan evrensel olana açılıyor. “Kültür”ün işte asıl buna cevap veremediğine inanıyor.

“Umran ile irfan İslamiyet kadar eski ve galiba günahları da köklü oluşlarından geliyor. Medeniyet kelimesi can çekişiyor. Hars, zaten ölü doğmuştu. Onların yerini, “Uygarlık”la “Ekin” aldı.”240

Cemil Meriç, “Demek, gerçek medeniyet, zengin bir kültüre dayanan medeniyettir. Zengin bir kültür, yani geniş bir fikir ve sanat hayatı...” diyor. Kültür, bir medenileşme eğilimidir. İnsanlığın millet olmaya başlamasıyla ortaya çıkar. Pagan topluluklarının kültüründen söz edilemez.

Bugünün küreselleşen dünyasına kültürü tanımlamak, giderek güç hale gelmektedir. Küreselleşmenin, ekonomik ve siyasal ve sosyal olmak üzere üç boyutunu ele alacaksak, sosyal boyutunu kültür savaşımının oluşturduğunu göreceğiz. Aslında, kültür dediğimiz birikime, dünya hiç bu kadar ihtiyaç hissetmemiştir. Bu ihtiyaç sadece giderek kültürsüzlüğü ya da yapay kültürün esiri olan Batı toplumlarının değil, aynı zamanda, III. Dünya Ülkeleri ve Cemil Meriç’in, Batı’dan ayrı olarak “İrfan” cevherine sahip olduğunu söylediği Müslüman Doğu toplumlarının da bir sorunsalı. Burada da, “Milli Kültür” ve “Kültür Değişmeleri” gibi iki büyük mesele ortaya çıkıyor. Bilişim ve enformasyondaki gelişmeler, medya dünyasındaki büyüme ve kontrolsüzlük, hayatın her alanındaki maddeselleşme, aslında, yerel kültürleri ortadan kaldırmaktadır. Toplumlar hızlı bir kültür değişmesi, daha doğrusu, kültürsüzleşme

239 Cemil Meriç, a. g. m., s. 7-9 240 Cemil Meriç, a. g. m., s. 7-9

eğilimi içerisindedirler. Cemil Meriç’in, “Kültür”ü, Batı’ya özgü maddi bir olgu olarak görmesi, tespitinin bizce doğru olduğunu göstermekle beraber, bugün bu olgunun sadece Batı’nın problemi olduğunu söylemek de yanlış olacaktır. Dolayısıyla, tezimizin esasını oluşturan eskatoloji mitlerini de bu kültürel yıkım sürecinin yarattığı bir bunalıma da bağlamak mümkündür. Tabi burada geçmiş yüzyıllardaki eskatolojilerden söz etmiyoruz; sözünü ettiğimiz, modern eskatolojik kuramlardır. Dikkatli incelendiğinde, modern eskatoloji kuramları, çağın yol açtığı bunalımlardan kurtulma çabasını ifade etmektedir. Hızlı teknolojik gelişmeler, bilimin kontrol edilemeyişi, insanların yaşamını kolaylaştırdığı gibi, insanlığın medeniyet serüveninde tedavisi olanaksız yaralar da açmakta. Dolayısıyla, modern eskatoloji kuramları tam da bu noktada devreye girmektedir. Modernitenin kendi yaşamlarından çok şey götürdüğü insanlar, eskatolojik bir kurtuluşa özlem duymaktadırlar. Ve aslında, bütün eskatolojik beklentiler, geçmişe duyulan bir özlemdir. Çünkü gelecek, geçmişte insanı insan yapan bütün değerleri bugün acımasızca yok etmektedir.

Kültürel sistemin öğrettikleri yalnız zaman boyutunda sürekli değil, fakat, aynı zamanda, toplumsaldır. Yani, bu öğretiler, örgütlenmiş birliklerde, kümelerde ya da toplumlarda yaşayan insanlarca yaratılır ve ortaklaşa paylaşılır. Bu grubun üyeleri tarafından paylaşılan alışkanlıklar, kabul edilen davranış, tutum ve değerler o grubun kültürüdür. Sosyal bir grubun ortaklaştığı veya paylaştığı alışkanlıklar, ister aile, ister bir köy veya sınıf, ister bir oymak veya ulus düzeyinde olsun, bir kültür ya da “alt- kültür”dür. Eğer kültür toplumsal ise, onun varlığı topluma bağlı olması gerekir. Bütün kültürler, kendi yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar ve bu çabalarında birbirlerine benzerler. Bu benzerlikler arasında, grup birliğini ve dayanışmasını sağlayan duygular ve hizmetler, sosyal denetim mekanizmaları, düşmanlara karşı savunma kuruluşları ve nüfusun devamını sağlayan çoğalma önlemleri yer alır. Bütün toplumlar “Kamu yararı” adı verilen üstün bir değer kavramı yaratırlar ve ona saygı gösterirler.241

W. Haviland, söz konusu eserinde, “kültür niçin vardır?” sorusuna, insanların karşılaştıkları problemlere çözüm bulmak ve hayatta kalabilmek için ihtiyaç duydukları kurllar olduğuna dikkat çekmektedir: “Bir kültür hayatta kalabilmek için, kurallarını uygulayanların ana ihtiyaçlarını tamin etmeli, kendi devamlılığını sağlamalı ve toıplum üyelerinin düzenli varlığını temin etmelidir. Böylece bir kültür, bireylerin kişisel çıkarları ve bütünsel olarak toplumun ihtiyaçları arasında bir denge kurmalıdır.” Haviland’a göre,

nihjayet, bir kültür değişen yeni koşullar ve algılamalar karşısında varlığını korumak istiyorsa, kendisi de değişime açık olacaktır.242

“Ulusal kültür” kavramı, Küreselleşme öncesi toplumlara özgü bir toplumsal yapı değildir. Kaldı ki, dünyanın küreselleşmesi doksanlı yılların siyasal, sosyal ve ekonomik getirisi değildir. Örneğin, Büyük Britanya tarih boyunca küresel bir devletti. Bugün dünyanın büyük bir çoğunluğu İngilizce konuştuğu gibi, Avustralya’dan Kanada’ya kadar devasa bir coğrafyada Anglo – Sakson kültürü hakimdir. Bu açıdan bakıldığında, Osmanlı’nın bir küresel devlet olduğu söylenemez. Bugün ne Balkanlar’da, ne de Kuzey Afrika’da bir Osmanlı kültüründen pek fazla söz edemeyiz. Yine, şu bir gerçek ki, “Küreselleşen dünyada ulusal kültürden söz edilemez” gibi bir yaklaşımın su götürür olduğu açıktır. Kaldı ki, Avrupa’nın üç büyükleri Almanya, Fransa ve İngiltere küreselleşmenin önderleri olarak bugün hala tarihten getirdikleri kültürel misyonlarına sahip çıkmaktadırlar. Almanya’da siyasi birliğin sağlanmasıyla ilk başbakan Bismark’a verilen “Şansölye” unvanının halihazırdaki Alman başbakanlar için kullanılması, tarihten gelen bir siyasal kültürün korunmasını ifade eder. Fransa Cumhuriyeti de kendisini Fransız Devrimi’nin bir ürünü olarak görür ve Devrim’in getirdiği toplumsal ve siyasal değerlere bağlıdır. AB, 25 üyeli bir birlik olmasına karşın hala, bayrağında 12 yıldız taşımaktadır ve kendileri bunu açıkça söylemeseler de bir Hıristiyan birliği oldukları açıktır. Bunun için, kültür, önce ulusal, sonra evrenseldir. Evrenselliği de daha çok, değişkenliğiyle ilintilidir.