• Sonuç bulunamadı

Mevlânâ’da İnsan Tasavvuru

Mevlânâ’nın Tanrı–insan ilişkisine dair düşünceleri birçok yönden incelenebilir. Konuyu detaylandırmadan önce tasavvuf ve felsefenin insana bakışına kısaca değinmek, onun insan problemini hangi açıdan ele aldığını ve konuya ilişkin sembolleri nasıl kullandığını anlamak için bize yardımcı olacaktır.

Tasavvufta, ahlaki bir yaşantı ve özel bir takım öğretilerle insanın Allah’a ulaşma çabası esastır. Bu gayeyle insan her tür kötülükten ve eksiklikten kendini arındırmalı ve nihayetinde Allah’ın huzuruna olgun insan olarak dönmelidir. Bunu yapabilen insan da ‘kâmil insan’ olarak tanımlanır. Bu konuyu ilerleyen bölümlerde daha geniş olarak ele almaya çalışacağız.

Felsefeye gelince insan, ruh veya nefs kavramlarından hareketle ele alınır. İnsanın bir akıl ve irade varlığı olarak metafizik ve ahlaki boyutu incelenir. Felsefi anlamda insan sadece düşünen ve bilen değil, aynı zamanda toplumsal bir varlıktır. Âlemdeki varlıklar hiyerarşisinde en üst sırada yerini alan insan, hakikat bilgisinin peşinden koşar ve onu erdemli kılan da bu arayıştır.

Felsefe ve tasavvufun ortak kanaati olarak ortaya çıkan şey, insan, âlemin yaradılış sırası bakımından sonuncusudur. Ancak tasavvufi düşüncede insan manevi yönüyle varlıklar içerisinde Allah’ın birtakım değerler yüklediği üstün bir varlıktır. Hakikatin arayıcısı olması nispetinde de insanın değeri artmaktadır.166

Mevlânâ’nın eserlerinde ise insan yalnızca hakikatin arayıcısı değil, aynı zamanda Hakk’ın muhatabı olan yegâne varlıktır.

Mesnevî’de; ‘Dinle neyden…’167

diye başlayarak, doğrudan insanı muhatap alan Mevlânâ, edebi ya da felsefi bir gayeden ziyade insanı eğitmeye yönelik ‘didaktik’ bir üslupla düşüncelerini söze dökmüştür. Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk’ın ‘Oku’168 hitabına mazhar olan insana, bunun bir açılımı niteliğindeki ‘Dinle’ hitabıyla onun insana verdiği önem, kanaatimizce Mesnevî’nin ilk beytinde dile gelmiştir. Mevlânâ’nın bundan kastı, insanı Allah’ın istediği makama yüceltmek ve hak ettiği değeri yeniden kazandırmaktır. Zira yeryüzünü, gökyüzünü ve içindekileri insan için yaratan Allah insanı muhatap alarak en yüksek değeri vermiştir.

Mevlânâ’ya göre insan varlıklar içinde Allah’ın birçok sıfatına kısmen mazhar olan yegâne varlıktır. Ancak insan bunu zamanla unutmuş, fani âlemin düzeninde, kendi manasına uzak kalmış ve özüne yabancılaşmıştır. Gerçekte âlemin yaratılış maksadı insan iken, zamanla insanın maksadı da bu ‘âlem’ olmuştur. Ayette geçen ‘Ben meleklere, yeryüzünde bir halife yaratacağım’169 ifadesi insanın Allah katındaki yerini apaçık göstermektedir. Allah diğer varlıkları sadece kuvvet ve iktidar sıfatlarıyla tecelli etmeleri için yaratmıştır.

İnsanı tanımak ve varlık âleminin sırlarına vakıf olmak İslam tasavvufunun ana hedeflerindendir. Pozitif ilimlerin de asıl gayesi insan ve kâinat üzerinde yoğunlaşarak, gerçek bilgiyi elde etmektir. Mevlânâ bunun bilinciyle, birçok yerde pozitif ilimlerin verilerinden faydalanmıştır. Ona göre insan denen muammayı çözmek için iki yol vardır. Birincisi akıl ve bilgi, ikincisi ilahi aşk ve cezbe halidir. Mevlânâ insanla ilgili çözümlemelerde insanın fiziki yönünü ele alırken akıl ve pozitif bilimleri kullanır, manevi yönünü ele alırken de ilahi aşkı kendisine mihenk edinir.

Mevlânâ’nın insanı temsilen kullandığı sembollere geçmeden önce, bu terimin içerdiği anlamlara bakmak bize konuyla alakalı bir bakış açısı verecektir. İnsan, Arapça ins kelimesinden türetilmiş olup, ‘beşer, insan topluluğu’ anlamına gelir. ‘İns’, daha ziyade insan türünü ifade etmekte olup bu türün erkek veya dişi her ferdine insi / enesi yahut insan denmektedir. Kelimenin aslının ‘unutmak’ manasındaki nesy’den insiyan olduğu da ileri sürülmüştür.170

Böyle bir yaklaşım insanın Rabbine olan ahdini unutmasına bir gönderme yaparak, insanı ontolojik açıdan yorumlar. Buna göre kelime, insanın evrendeki yeri ve var oluş amacı hakkında ön bilgiyi içinde barındırır. Bizzat Tanrı tarafından donanımlı kılınan, değer atfedilen insan, varlık âleminin deyim yerindeyse, göz bebeği konumundadır.

167Mevlânâ, Mesnevî, 1/1. 168 Alâk, 96/1.

169

Bakara, 2/30.

Mevlânâ’nın insan problemini nasıl ele aldığını görmek için, insanın sahip olduğu özellikleri tespit etmek gerekir. Ona göre insan fizikî âlemle metafizik âlem arasında olan, çok yönlü bir varlıktır. Fiziki boyutu bedeninden ibaret olup, bu dünyanın nimetleriyle tatmin bulur. İnsanın metafizik boyutu ise ruhudur. Tanrı’nın bir tecellisi olan bu ruhun gıdası da ilim, hikmet ve aşktır. İnsan bu iki zıt kuvvenin bir noktada tezahür etmesinden meydana gelmiştir.

Mevlânâ; ‘Ben insana kendi ruhumdan üfledim…’ayetine171

dayanarak, âdemoğlunun aşağının aşağısı bir bedenle yücenin yücesi bir candan meydana geldiğini söyler. O’na göre yüce Hak en üstün kudretiyle bu iki zıddı birleştirmiştir. Beden kara balçığın, can ise kendi ruhunun nefhasıdır. Böylece o nur, o Rabbani nefha bu kara balçığı kurtuluşa, yükselişe, adalet ve emaneti koruyuş hususunda kendisine alet etmiştir.172

Buna göre Mevlânâ’nın düşüncesinde insanı Tanrı’nın bir tecellisi olarak değerlendirmek gerekir. Bunu ifade etmek için kullandığı metaforik anlatımla Mevlânâ, insanın bedeniyle ruhunu, taşla demire benzetir. Fakat bu taşla demir, sıfat ve eser bakımından bir çakmaktır. İnsan da görünüşte cihanın fer’idir. Fakat sıfat bakımından insanı cihanın aslı bilmek gerekir. İnsan, zahiren bir sivrisineğin tesiriyle muzdarip olur, fakat iç yüzü yedi kat göğü bile kaplamıştır.173

Bir başka yerde; ‘Surette sen küçük bir âlemsin ama hakikatte en büyük âlem sensin. Görünüşte dal meyvenin aslıdır. Fakat hakikatte dal meyve için var olmuştur’174 diyen Mevlânâ, insanın âlem’in gözbebeği olduğunu ima ederek insanın âlem için değil, âlemin insan için yaratıldığına dikkati çeker. Burada geçen meyveden kasıt insan, daldan kasıt ise insanın üzerinde hayat bulduğu âlemdir. Daldaki meyvenin özelliği ise cisminin küçük olmasına rağmen, barındırdığı anlamın çok büyük olmasıdır. Bunu mecazi anlamda değerlendirmek gerekirse, insanın ilahi birtakım sıfat ve özellikleri taşıması olarak yorumlayabiliriz. Meyvedeki çekirdeğin önemi ise meyveden daha büyüktür. Zira çekirdekte bir ağacın potansiyeli mevcuttur. Bunu ilahi kudretin zerredeki varlığı olarak değerlendirmek mümkündür.

Yukarıda insanın kâinattaki önem ve değerine, bunun nereden kaynaklandığına değinmeye çalıştık. Bunun akabinde ortaya çıkan problem, insanın bu ilahi emaneti nasıl taşıyacağıdır. Bu noktada insanı diğer canlılardan ayıran başka bir özellik de sorumluluktur. İlahi güç insana belli bir çerçevede irade ve sorumluluk yüklemiş, böylece onu diğer

171 Hicr, 15/29.

172 Mevlânâ, Mektubat, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İnkılâp ve Aka Yay. İstanbul, 1963, s. 143. 173

Mevlânâ, Mesnevî, 4/3760-3766-67.

canlılardan üstün kılmıştır. Sahip olduğu fiziki-metafiziki donanım ve gücü hangi değerler doğrultusunda kullandığı insanın sorumluluğunu ne derece yerine getirdiğini ortaya koyacaktır. İnsanı yaratan Allah olduğuna göre onu en iyi bilen de O’ dur. Uyulması gereken kural ve değerleri en güzel şekliyle belirleyen yine O’dur. İnsanı melekler, cinler ve hayvanlar içinde ‘seçilmiş’ kılan, akıl sayesinde hakikati kavrama gücüdür. İnsan bu bilginin ışığında mevcut benliğini aşarak kemale erebilir. Onun kemal derecesi fiilen olmasa da, kuvve halinde meleklerden üstün kabul edilir.

Meleklerin Hz. Âdem’e secde etmesini konu alan ayete dayanarak Mevlânâ melekleri insanlardan üstün tutar. Fakat insan-ı kâmil’in makamı meleklerden de üstündür. Zira melekler Âdem’e (a.s.) secde ettiler, çünkü onun canı meleklerinkinden üstündür.’175 Hz. Âdem’e secde edilmesinin diğer bir önemi de insanoğlunun dünyaya geliş maksadına işaret etmesidir. Âlemde Allah’ın halifesi ve kulu konumunda olan insan ve şeytan arasındaki çekişme bu noktada başlar. İnsan içindeki muhabbetullah hissi ile üstünlüğünü ortaya çıkarma imkânına sahiptir.176

Başta Allah’ın yeryüzündeki halifesi tayin edilmek ve irade, sorumluluk, bilgi yönüyle diğer varlıklardan farklı olmak bakımından üstün kılınan insanın bu vasıflarına karşılık ona değer katan bir başka özelliği de kulluk vasfıdır. Nitelikleri bakımından varlıklar içinde en üst sırada görünen insanın bu makama gelmeden önce varlığından bile söz etmek mümkün değildir. Onu yok iken var eden, bütün yaratılmışlar içinde değerli kılan Rabbine karşı kulluğunu yerine getirmesi, insandan beklenilen yegâne görevdir. İnsanın ilahi huzurdaki değerini ifade eden Mevlânâ, konuyla ilgili benzetmeler yapar ve ayetlerde geçen ifadelere dayanarak çözümlemelerde bulunur. Örneğin, ‘Gerçekten de Allah cennet karşılığı olarak inananların canlarını ve mallarını satın almıştır’177

ayetine binaen, kulluğundan bihaber olan insanı uyarır:

“Kendini ucuza satma, çünkü değerin pek fazla senin. Sen tutar da kendini

cehenneme satarsan, kendine zulmetmiş olursun. Hani o yüz dinarlık bıçağı duvara saplayıp ona bir kabak yahut bir testi asan kişi gibi.”178

Yaratılmışları melekler, hayvanlar ve insanlar olmak üzere üç sınıfa ayıran Mevlânâ’ya göre, melekler için Hakk’ı anmak onların tabiatıdır. Onları salt akıldan ibaret görür ve onları balığa benzetir. Balığın suda yaşadığı gibi, meleklerin canı da Hakkı, anmaktır. Hayvanlar salt şehvettir, onlarda akıl yoktur. İnsanın ise yarısı melek, yarısı

175 Mevlânâ, Mesnevî, 2/ 3328-3330.

176 Dilaver Gürer, Fususu’l Hikem ve Mesnevî’de Peygamberlerin Öyküleri, İnsan Yay., İstanbul, 2003, s. 129. 177

Tevbe, 9/111.

hayvandır. Yarısı yılan, yarısı balık olan insan, bu iki tarafın arasında kalmıştır.179 Bu noktada insanın ‘ahlak’ yönü ortaya çıkar. Yaratılmışlar içerisinde ‘bilgi’ ile şereflenen varlık insan olduğu gibi, ‘ahlak’ın da arandığı tek varlık, insandır. İnsan ahlaka sahip yegâne yaratılmış olarak üstünlüğünü kanıtlar ve isterse Allah’a en yakın mahlûk olabilir. Ancak bu öyle kolay bir iş değildir, bu aşamada insanı çok ciddi bir engel beklemektedir. O da ‘nefs’tir. Mevlânâ’nın Tanrı – insan münasebetinde denilebilir ki nefs, en önemli noktayı teşkil eder. Zira insanın en göze çarpan özelliği, kendi kendine verdiği mücadeledir.

Buraya kadar insanın varlıklar âlemindeki yeri ve öneminden, bunun sebeplerinden bahsettik. Başta Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmak bakımından öne çıkan insanoğlu, sorumluluk, irade, bilgi ve ahlak noktasında, kendisine düşeni öncelikle bilmek ve uygulamak durumundadır. Bunu yaparken, fiziki yönü değil, metafizik yönü, yani ruhu daha çok göreve muhataptır. Bedene yön veren şey, insanın manevi âlemi, akıl ve iradesi olacaktır. Bu nedenle insanı tanımak ve onun Allah’la olan münasebetinde yerini belirlemek istiyorsak, işe nefsi tanımaktan başlanmalıdır.

Mevlânâ’nın eserlerinde nefs, daha ziyade insanı Allah’a giden yoldan alıkoyan yönüyle ele alınır. Birçok farklı sembolle Mevlânâ’nın eserlerinde yer alan nefs, bazen bir yılan ya da ejderhaya benzetilmiş, bazen de akılsız bir kadınla temsil edilmiştir. Burada şunu belirtelim; bahsi geçen semboller nefs-i emmare seviyesini temsil eder.

Nefsten başlayarak tanımaya çalışacağımız ‘insan’ nefsini tanımış ve büyük ölçüde onu terbiye etmiş olan İnsan-ı Kâmil kavramı ile devam eder. Mevlânâ’nın tasavvuf anlayışında manevi bir rehber hayli önemlidir, zira nefsin çeşitli tuzaklarıyla baş edebilmek için kâmil bir insanın önderliğine ihtiyaç vardır.

İnsan ile ilgili üçüncü kısım ise ‘fenâfillâh’tır. İnsan-ı Kâmil’in manevi yolculuğunda ulaştığı son nokta olarak yorumlayabileceğimiz bu bölüm insan-Allah münasebetinde en derin mertebeyi anlatır.

Kavramların içeriğini ve Mevlânâ’nın konuyla ilgili sembolik anlatımlarını ileride detaylı bir şekilde irdelemeye çalışacağız.