• Sonuç bulunamadı

Güneşin Nikabı Olarak Âlem Benzetmesi

3. Mevlânâ’da Âlem ile İlgili Semboller

3.1.1. Güneşin Nikabı Olarak Âlem Benzetmesi

Âlemin varoluşunu, Allah’ın varlığına bir delil olarak görmek mümkündür. Mevlânâ güneş metaforunu kullanarak Allah’ın varlığını görmenin, bilmenin mümkün olmayacağını, O’nun varlığını bilmemiz için birtakım perdelere ihtiyaç olduğunu söyler. Perde vazifesini gören varlık da keşfetmeye çalıştığımız bu âlem’dir. Zira güneş bu dünyaya bir nebze bile yaklaşsa her şey yanar.438

Mevlânâ’ya göre Allah’ın nuru her şeye nüfuz edecek kadar parlak ve eşsizdir. Allah’ın cemali örtüsüz olarak görünürse insanın bunu görmeye tahammülü yoktur ve ondan nasibini alamaz. İnsanoğlu ancak bu örtüler sayesinde Allah hakkında bilgi edinebilir. Dahası bu gördüğümüz güneşin ışığı sayesinde yaşamımızı sürdürdüğümüz gibi, ağaçlar, bağlar da onun sayesinde meyvelenir. Olgunlaşmamış (ham), ekşi ve acı meyveler güneş sayesinde vücut bulup olgunlaşır. O’na göre insanlar da bu âlemde yarı ham, yarı olgun meyveler gibidir. Ham meyveler ağaca sağlam tutunurlar, bir türlü kopmazlar, olgun meyveler ise daldan ayrılır, bundan böyle köşklere, saraylara layıktırlar.439 Vasıtalarla bize bu kadar fayda veren güneş, eğer bize biraz daha yaklaşacak olursa, bütün dünyayı ve insanları yakar ve kavurur.440

Allah’ın Zat’ı da böyledir, insan için O’nu temaşa etmek mümkün değildir. O halde Allah’ın Zat’ını temaşa edemeyen insan, O’nunla nasıl bir irtibat kuracaktır? Bahsedilen bu manevi hamlığı nasıl giderecektir? Mevlânâ’ya göre bu hamlık varlık-sıfat ilişkisinde gizli olup, manevi olgunluk ve bireysel özgürlük için ilahi sıfatlardan nasiplenmek gerekmektedir.441

Mevlânâ’nın Allah’ı güneş, âlemi onun örtüsü olarak kabul ettiği anlatımlarına bakacak olursak, iki unsur arasında varoluşsal bir sebep sonuç ilişkisi görürüz. Şöyle ki; “O güneşin cemalinin tezahürlerini gören, güneşi gördüğünü sanır, oysa gördüğü nikaptan/ örtüden başka bir şey değildir, güneşin gerçek yüzünden bihaberdir, örtüyü yüz zanneder.

438 Mevlânâ, Mesnevî, 1/141. 439 Mevlânâ, Mesnevî, 1/1293-97. 440

Mevlânâ, Fihi Mâ Fih, s. 35.

Nikap/ örtü ise onun vechinin âyinesidir.”442

Bir anlamda örtüyü görmek, onun yüzünü görmekle neredeyse birdir. Çünkü gökteki yıldızlardan, denizin dibindeki balığa kadar her şey, ondan nurlanmış olduğu için nur ya da örtü ona götürür.443

Burada insana düşen ise âlem’i anlamlandırmada ilahi sıfatların tezahürünü iyi tespit edebilmek ve doğru yorumlayabilmektir. Zira Allah her an yeni bir elbise ve örtüdedir. Çünkü O, her an yeni bir iş ve oluştadır.444

Demek oluyor ki, Allah’ın her yapıp etmesi aslında O’nu gizleyen, ama bir yandan da varlığını gözler önüne seren nişanelerdir. Yani yeryüzünde gördüğümüz her şeyin bir sebebi vardır. Bu bir anlamda İslam filozoflarında rastladığımız sebepler ilkesine bizi götürür ki buna göre, her şeyin varlığı bir sebebe dayanır. Bu silsile tek bir sebepte son bulur, o nihai nokta da sebeplerin sebebi, ilk ve tek olan varlığa bizi götürür ki o da Allah’tır.445

“Zira O’nun sebepsiz ve illetsiz pak sanatına, ne sonradan yaratılan bir şeyin sebebi sığar, ne de sonradan yaratılan bir şey.”446

Âlemi ister yeryüzü ve gökyüzünden müteşekkil sayalım, ister insanları ve insanların içinde bulundukları halleri ele alalım, her şey nihayetinde Allah’ın iradesiyle hayat bulur. Bunlar aslında bir bütünün parçaları olarak düşünüldüğünde O, her an yarattıklarıyla hem beraberdir, hem onların dışındadır. Zira O’nun varlığı madde ve suretin dışındadır. O’nun varlığı kendisi dışındaki bütün varlıkların ilk sebebi, yokluktan varlığa geçişin kaynağı olduğundan, yaratılan her şey O’na muhtaçtır.

Bu demek oluyor ki, her daim değişip duran varlık sahnesi özünde tek bir kaynaktan gelmektedir. Güneşin her an yeni ışıklar saçması, ama kendisinin aynı kalması ve onun bir şeye ihtiyaç duymayıp dünya üzerinde insanların, hayvanların ve bitkilerin yaşamak için ona muhtaç olması gibi. Mevlânâ bunu şöyle ifade eder:

“Güneşin ışığı gitti mi, her duvar kapkara karanlık bir halde kalakalır.

Güzellerin yüzünde insanı hayran eden nur, üç renkli camdan vuran güneşin ışığıdır. Renk renk camları, o nuru bize bu çeşit renkli göstermededir.

Renk renk camlar kalmadı mı, o vakitler seni renksiz nur, hayran eder. Nuru camsız görmeyi âdet edin de cam kırılınca kör kalmayasın.”447

442

Mevlânâ, Fihi Mâ Fih, s. 144.

443 Mevlânâ, Fihi Mâ Fih, s. 34, Mesnevî, 1/587. 444 Rahman, 55/29.

445Bkz. Fârâbi, el- Medinetü’l Fazıla, çev. Nafiz Danışman, Maarif Vekâleti, İstanbul, 1956, s. 1. 446 Mevlânâ, Mesnevî, 5/1530.

Hakikatin gizlenmesi şeklinde cereyan eden bu paradoksal durumun nasıl tezahür ettiğine bakacak olursak, insanın Allah’ın nurunu ölümden önce birçok defa temaşa ettiğini görürüz. Zira dünyanın güzellikleri bir bakıma O’nun nurunun örtüsüdür. Dünyamızda görünen renkler ilahi güneşin o dayanılmaz ışığını kırmak ve bu nuru insanlara ulaştırmak için zorunludur. Bütün bu renkler, vuslat anında insanın Zât-ı Kibriya’nın renklerine448 boyandığı anda ortadan kaybolmakta ve yalnız o renksiz nur var olmaya devam etmektedir.449 Buradan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz, bütün renklerin güneşten çıkması bir anlamda vahdet-kesret ilişkisini sembolize eder. Buna göre vahdet, kesretin kaynağı, kesret de vahdetin örtüsüdür. Burada dikkat çeken bir başka nokta renklerin vücut bulması esasında renksizliğin yatmasıdır. Mevlânâ bunu İlâhi Cemâli ifade etmek için kullanır.

Zira gördüğümüz renkler de güneşe ait değildir. O’nun yansımasından kaynaklanan renkler, asla onun kendi yapısı ile bir değildir. Bir anlamda bu renkler ve perdeler, sembollerin de anlatmak istediği hakikati hem anlatıp, hem konunun özünü bir nebze gizlediği gibi, aynı zamanda bir hadde kadar bilinmesi için O’nu açar, hem de gizlenmesi için örter.