• Sonuç bulunamadı

Mazi, Aşk, Sanat ve İstanbul’un İç İçe Geçişi

3. BÖLÜM

3.1. Maziye Sığınma

3.1.3. Mazi, Aşk, Sanat ve İstanbul’un İç İçe Geçişi

Tanpınar’a göre şehir, “…bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır. Mimarî bu hayatın asıl büyük üslûbunu yapar. Ona doğru

yürüdükçe hayat, o memlekete mahsus bir renk kazanır.”117

Tanpınar’da memlekete mahsus o renkleri yansıtan şehirlerden biri İstanbul’dur. İstanbul, Tanzimat ile başlayan süreçle her ne kadar değişime uğrasa da; o hâlâ Fatih’in fethettiği ve Türk-İslâm şehri haline getirdiği bir Osmanlı payitahtıdır. İstanbul’da Osmanlı’nın, İslâmiyet’in, mimarimizin, musikimizin, geleneklerimizin, hayat şekillerimizin derin izleri vardır.

İstanbul’a aşkla bağlı Mümtaz’ın ardında, Tanpınar’ı görmek mümkündür. Tanpınar’ın romancılığında İstanbul, yaşayan mazi, aşk ve sanat birlikteliğini görebiliriz.Tespitlerimize göre bu dört unsur, çoğu defa içi içe kullanılır.

Hocası Yahya Kemal’in de etkisiyle; İstanbul, aşkların en büyüğü olmuştur Tanpınar için. “Huzur” romanının başkahramanı Mümtaz bir İstanbul aşığıdır ve bu aşk, Nuran’a duyduğu aşkı körükler. Onların, yaşayan mazinin izlerini taşıyan İstanbul’a duydukları o derin sevgi, birbirlerine karşı hissettiklerini de kuvvetlendirir. Birlikte, İstanbul’un tarihî semtlerini gezerler; geleneksel bir mahalle, bir camii, külliye, bir çeşme onların sığınağı olur âdeta. Köksüzlükten, parçalanmış bir hayattan kaçıp aşka, maziye, sanata, İstanbul’a sığınırlar.

“ Bütün Boğaz, Marmara, İstanbul, gördüğümüz ve görmediğimiz şeyler,

hepimiz ayın çekirdeği etrafında bir meyve gibiyiz. Hep ona bağlandık.” 118

117 Tanpınar, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1996, s.191 118Tanpınar, Huzur, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1997, s.224

65

Mümtaz ve Nuran için İstanbul, tümlendikleri yerdir; orda parçalanmışlıktan kurtularak “bir” oluruz. İstanbul, geleneksel mahalleleri ile, Türk İstanbul olarak Mümtaz’ın ve Nuran’ın sığındığı bir anne kucağı gibidir.

“Huzur”un anlatıcı yazarı; aşkı, hayatın içimizde gülümseyen yüzü olarak

addeder. Mümtaz ve Nuran masmavi bir dünya içinde yüzmektedir. Yüzlerce ağzın

üflediği ney nağmeleri ve onun etrafında ki müzik ile derinleşen bir âlemdir bu.119

Sanatın bir dalı olan müzik, tümlenme için bir vasıtadır ve aşk, içinde yüzülen mavi bir ummandır. Mümtaz ve Nuran, anne karnındaki ceninler gibi, su şehri İstanbul’a, aşka ve müziğe sığınırlar.

“Yaratılışın kemeri üzerimize kapandı. Tek bir âlemin parçasıyız.”120

Mümtaz ve Nuran, Türk İstanbul’un bakımsız tarihî eserlerini gezerken dahi, onda bir güzellik bulurlar. Tüm bu sefaletin ortasında yekpâre bir hayatın izlerini görürler; orda ikilik yoktur, Doğu- Batı çatışması yoktur, yabancılaşma yoktur.

“İşte bu sefaletin, kirin, bakımsızlığın içinde tıpkı yolları dolduran, üstü başı perişan, sakat, yorgun, iyi traş olmamış ve saçlarını düzeltmeğe vakit bulmadan sokağa fırlamış kadın ve erkeklerin arasında, kıyafetinin perişanlığını bakışlarıyla, endamıyla, şahsiyetinin kudretiyle yenen ve çehreden başka bir şeye dikkat imkânını insanda bırakmayan kadınlar gibi birdenbire umulmadık bir yerde yaldızlı taşı kırık

bir geçmiş zaman çeşmesi parlıyor, biraz ötede kubbesi yıkılmış bir türbe düzgün ve

vakur cephesiyle kendini gösteriyor, daha sonra içinde bir yığın çocuk cıvıltısı ile beyaz mermer sütunları yere devrilmiş, damında incir ağacı ve selvi bitmiş bir

medrese meydana çıkıyor, nasılsa ayakta kalmış bir camii, geniş avlusuyla,

sükûnetiyle sizi dünya nimetlerinin ötesine davet ediyordu. ”121

Osmanlı’nın izlerini taşıyan mimarî eserler, geleneksel mahalleler tüm bakımsızlığına rağmen; ruhları aşkla dolu Mümtaz’ı ve Nuran’ı bir başka âleme davet eder. Bu tarihî yapılar tüm bakımsızlığına karşın, hâlâ vakurdur. Bu azamet ve

vakarda büyük bir medeniyetin –tüm yorgunluğuna ve yıpranmışlığına rağmen-

yansıması görülmektedir. “Dünya nimetlerinin ötesine davet eden” bu sanat eserleri, 119 A.e. s.225 120 A.e. s.225 121 A.e. s.228 66

mazi emanetleri, roman kahramanlarını parçalanmış bir çağın dışına çıkarmakta ve onlara yekpâre olabildikleri bir sığınak sunmaktadır. Orda “ ruh saltanatı”, orda tümlük ve huzur vardır.

Yeniyi putlaştıran, köksüz bir yarın fikrini idealleştiren zihniyet; toplumumuzda yabancılaşmaya, değer karmaşasına neden olmuştur ve izleri, günümüze dek uzanmaktadır. Yeni anlayış, insanları âdeta çıplaklaştırır ve zayıf kılar. Nuran ve Mümtaz, geleneksel mahallelerde dolaşırken, yeniyi putlaştıran

zihniyetin, bir zamanlar yekpare bir hayat yaşayan halka nasıl zarar verdiğini

üzüntüyle gözlemlerler.

“ Bak, kaç gündür İstanbul’da, Üsküdar’da geziyoruz, sen Süleymaniye’de doğmuşsun, ben Aksaray’la, Şehzade arasında küçük bir mahallede doğdum. Hepsinin insanlarını içinde yaşadıkları şartları biliyoruz. Hepsi bir medeniyet çöküntüsünün yetimleridir. Bu insanlara yeni hayat şekilleri hazırlamadan evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini veren eskilerini bozmak neye yarar. Büyük

ihtilâller bunu çok tecrübe etti. Netice olarak insanı çıplak bırakmaktan başka bir işe

yaramadı.” 122

Bu trajik bölünüşe dayanabilmek için, mahallenin insanları Allah’a, duaya sığınırlar; Nuran ve Mümtaz içinse sığınak aşk, sanat, mazi ve İstanbul’dur.

“ Şu ihtiyar kadına bak… Zayıf mecalsiz adımlarla türbeye yaklaştı. Dua etti, dişsiz ağzı bir şeyler mırıldandı; iki eliyle parmaklığa asıldı ve orada bir müddet kaldı.”123

İki eliyle türbenin parmaklıklarına asılan ihtiyar kadın, yekpâre zamanları arzular ve Allah’a yakarır. Yüceltilen köksüz yeni, dayatılan alafranga hayat tarzı, kökleri Osmanlı’ya uzanan toplumda değer karmaşasının ortaya çıkışına neden olmuştur.

Mümtaz için, Nuran’la geçirdiği saatler bir rüyadır, büyüdür. Aşk ona realiteyi, hayatın tatsızlığını unutturur. Bu büyülü aşka çoğu zaman, müzik ve

122 A.e. s.230 123 A.e. s.230 67

Boğaziçi eşlik eder. Sanat, tabiat; bu rüya tadındaki unutuşun, kaçışın firar kapılarıdır diyebiliriz.

“ Bu şüphesiz bir hayal oyunuydu… Mümtaz’ın bu vehim ve korkularda haklı olduğu bir nokta vardı. Gerçekten bir rüya içinde yaşıyordu. Genç kadın onun dostluğunda bütün imkanlarının açıldığı müstesna iklimi bulmuştu…

Açık bir balkon veya mutfak kapısından, sahipleri henüz yatmamış evlerin pencerelerinden dökülen ışıkların birinden öbürüne atlaya atlaya süren bu yarı derunî âlem yolculuğu, birdenbire genişleyen bir körfezde, ayla, aydınlıkla kırılır, Boğaz’ın geceyarısından sonra kazandığı o acaip durgunluk içinde bazen bir projektör, yükselen bir dalganın tepesinde onları yakalar, şimdiye kadar hikâyesini duyduklarımızdan ayrı bir göğe çıkışın tablosunu hazırlıyormuş , onları bilinmedik yüksekliklere alıp götürmek istiyormuş gibi, üzerlerinde ısrarla dururdu…

Gündüzleri o kadar vazıh, her kenarı, her kıvrımı ayrı ayrı işlenmiş gibi meydanda

ve berrak güneş altında yalnız kendisi olan koyların, tepelerin, koruların, birdenbire kendilerinin de içinde bir vehim, bir hayal oldukları bu rüya hali Mümtaz için sade o ana ait bir lezzet değildi; belki o anda sanatın büyüye yakın sırrını bulurdu.”124

Boğaziçi’ndeki evleri, gecenin karanlığında izleyen Mümtaz ve Nuran, ruhlarının âdeta başka bir dünyaya çekildiğini hisseder. Var olana dayanamayan bu iki aşık için, gecenin karanlığında ay ışığı ile yıkanan Boğaziçi kaçılacak, sığınılacak bir masal ülkesi, bir nevi rüyadır. Tanpınar’ın sanat anlayışında rüyanın özel bir yeri olduğunu birçok defa zikretmiştik. Tabiatın büyüleyici güzelliklerine, mazinin derin hatıralarıyla yüklü Boğaziçi’nin büyüsü karışır. Mümtaz o an, sanatın büyüsünü keşfetmiş gibidir; sırlar âleminin kapısı açılır sanki. Aşk, tabiat, Boğaziçi, mazi iç içe geçer ve bir büyünün, kaçışın, sığınışın menbaı olur.

Nuran ve Mümtaz birbirine “ Birbirimizi mi yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?

” 125 demekten alıkoyamaz kendilerini. Zira aşk, Boğaziçi, sanat, tabiat, mazi içi

içe geçmiş; birbirlerinin mahiyetlerinde birleşip yekpâre olmuşlardır âdeta.

124 A.e. s.248-249 125 A.e. s.250 68

“ Boğaz onlara mazisiyle, hiç olmazsa bazı mevsimlerde kendiliğinden ayarladığı günün saatleriyle, o kadar canlı hatıranın konuştuğu değişik güzelliğiyle, hazır bir hayat çerçevesi getiriyordu.” 126

Sığınılan, yekpâre olunan zamanlardır aslında ve geleneksel musikimiz bu firar kapısını aralamaya yardımcı olur. Bu iki aşık, orda mucizevî bir nizam bulurlar.

“ Eski musikimiz insanı yok eden, yahut bir hayranlık duygusunda tüketen sanatlardan değildir. Bütün o evliya ruhlu ve tevazulu ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek olursa olsun, insan hayatının içinde kalıyorlar ve onu bizimle beraber

yaşamaktan hoşlanıyorlardı.”127

3.2. İstanbul’a Sığınma