• Sonuç bulunamadı

[I]

[y. 1] Alman ideologlann söylediklerine göre, Almanya, bu son yıllar içinde, daha önce eşi görülmemiş bir altüst olu­

şa sahne olmuş. Strauss[3] ile başlayan hegelci sistemin ay­

rışma süreci, "geçmişin güçleri"nin tümünün içine sürüklen­

dikleri evrensel bir mayalanmayla sonuçlanmış. Bu evrensel keşmekeş içinde, aynı hızla yokolup gitmek üzere güçlü im­

paratorluklar kurulmuş, sıralan gelince kendileri de daha yürekli ve daha güçlü rakipler tarafından karanlıklar içine atılmak üzere kısa ömürlü kahramanlar ortaya çıkmış. Bu, yanında, Fransız Devriminin çocuk oyuncağı gibi kaldığı devrim, Diadokos'lann[4] savaşlannın bayağı şeyler olarak gözüktüğü dünya çapında bir savaşım olmuş. Görülmemiş bir hızla, ilkeler ilkelerin yerini almış, düşünce

kahramanla-Bütün bunlar, salt düşünce alanında olup bitmiş.2

Elbette ilginç bir olayla karşı karşıyayız: mutlak tinin ayrışması.3 Son yaşam kıvılcımları da söner sönmez bu Co- pu t Mortuum"un* çeşitli bileşenleri ayrışarak yeni birleşim­

ler meydana getirdiler ve yeni tözler oluşturdular. O zama­

na kadar mutlak tinin sömürüsü ile yaşamış olan felsefe imalatçıları şimdi artık bu yeni birleşimlerin üzerine atıldı­

lar. Ve herbiri kendine düşen payı öne sürmek için duyulma­

mış bir çaba gösterdi. Ama bu iş rekabetsiz yürüyemezdi.

İlkten, bu rekabet oldukça ciddi ve buıjuvaca bir biçimde ya­

pıldı. Daha sonra, Alman pazarı doyunca ve bütün çabalara karşın bu meta dünya pazarında alıcı bulamayınca, Alman­

ya'da kural olduğu üzere, ucuz ve taklit üretim yoluyla, kali­

tenin bozulmasıyla, hammaddenin katıştırılmasıyla, sahte etiketlerle, hayalî satışlarla, hatır senetleri kullanmasıyla ve her türlü somut temelden yoksun bir kredi sistemiyle iş çığnndan çıkarıldı. Bu rekabet, sonunda, şimdi bize sanki olağanüstü sonuçları ve kazanımları olan tarihsel bir altüst oluş gibi sunulan ve övülen kıyasıya bir savaşıma vardı.

Ama, namuslu Alman vatandaşının yüreğinde bile hoş bir ulusal duygu uyandıran bu felsefe şarlatanlığını doğru olarak değerlendirmek için, bütün bu genç-hegelci hareketin kısırlığına, tamamıyla sınırlı tekkeci zihniyetine4 ve özellik­

le, bu kahramanların gerçek başarıları ile bu aynı başarıları konusundaki yanılsamaları arasında acıklı-güldürüsel kar­

şıtlığa değgin somut bir fikir vermek için, bütün bu gürültü patırtıyı, Almanya'nın dışından bakan bir görüş açısından incelemek zorunludur.5

2 [E lyazm asında çizili pasaj:] K utsal olm ayan dış d ü nyanın, doğal ola­

rak, b u n d an hiç h ab eri olm am ış, çünkü, dünyayı sa rs a n b ü tü n bu olay as­

lında, an cak m u tlak tin in çözülüp ayrışm ası süreci içinde cereyan etm iş.

3 [E lyazm asında çizili pasaj:] E leştirm en, evlenm elerin ve cenaze tö­

ren lerin in o düzenleyicisi, elb ette ki, eksik olam azdı, o ki, büyük k u rtu lu ş sav a şla rın ın k alın tısı o la ra k ...

4 [E lyazm asında üzeri çizili pasaj:] (ve u lu s a l zihniyetin)

* K im yasal k alın tı. —ç.

5 [E lyazm asında çizili pasaj:] işte bu yüzden, bu h a re k e tin çeşitli tem ­ silcilerinin te k te k e leştirisin d en önce birkaç genel noktaya iş a re tle

düşün-[1. GENEL OLARAK İDEOLOJİ VE ÖZEL OLARAK ALMAN İDEOLOJİSİ]

[y. 2] En son çabalarında bile, Alman eleştirisi, felsefe alanını terketmedi. Kendi genel felsefi öncüllerini incelemek şöyle dursun, Alman eleştirisinin ele aldığı istisnasız bütün sorunlar, tersine, belirli bir felsefi sistemin toprağından, He­

gel sisteminden fışkırmıştır. Yalnızca yanıtlarında değil, kendi sorunlarında bile bir aldatmaca (mystification) vardı.

Her ne kadar herbiri Hegel'i aştığına yemin ediyorsa da, bu modem eleştirmenlerden bir tekinin bile, hegelci sistemin hiç değilse toplu bir eleştirisini yapmaya kalkışmamış olma­

sının nedeni, Hegel'e olan bağımlılıklarıdır. Onların Hegel'e ve birbirlerine karşı yürüttükleri polemik, şundan ibarettir:

herbiri Hegel sisteminin bir yönünü çekip alır, ve onu, hem sisteminin bütününe karşı, hem de başkaları tarafından çe­

kip alınmış yönlerine karşı çevirir.. Töz gibi, öz-bilinç gibi, saf, bozulmamış hegelci kategorileri seçmekle işe başlandı;

daha sonra, Cins {Genre), Birtek {Unique), İnsan {Homme) vb. gibi daha dünyevi terimlerle bu kategorilere saygısızlık edildi.

Strauss'tan Stirner'e kadar bütün Alman felsefi eleştirisi dinsel anlayışların eleştirisiyle sınırlıdır.6 Hakiki dinden ve gerçek deyimiyle tannbilimden yola çıkılmıştır. Dinsel bilin­

cin, dinsel anlayışın ne anlama geldiği ise, yol alındıkça farklı biçimlerde belirlenmeye başlandı. Kaydedilen ilerle­

me, egemen oldukları öne sürülen metafizik, siyasal, huku­

ki, ahlaki, ve başka alanlardaki anlayışları da dinsel ya da tannbilimsel anlayışlar alanına dahil etmekten; aynı biçim­

de, siyasal, hukuki ve ahlaki bilinci dinsel ya da teolojik bir

çelerim izi belirteceğiz (bu düşünceler bizim eleştirim izin görüş açısının özelliklerini belirtm eye yetecektir, ayrıca bu, onu izleyecek olan bireysel eleştirileri a n la m a k için ve bu eleştirilere tem el h azırlam ak için zo ru n lu ­ dur. Eğer biz bu düşüncelerim izi dosdoğru Feuerbach.'a k arşı yöneltiyorsak, bu, onun hiç değilse belli b ir ilerlem e gösterm iş te k filozof olm asından, y azı­

la n de bonne fois [iyi niyetle] incelenebilecek te k adam olm asındandır): bu düşünceler bu tem silcilerin hepsinde o rtak olan ideolojik ö n v a rsa y ım la n ay­

dınlatacaktır.

6 [E lyazm asında ü stü çizili pasaj.] D ünyanın m u tla k k u rta rıc ısı olm a, dünyayı b ü tü n kötü lü k lerd en k u rta rm a iddiasıyla... Din, hep en b ü y ü k d ü ş­

man, bu filozofları tik sin d ire n h e r şeyin en nihai nedeni o la ra k görülm üş, öyle ele alınm ıştı.

bilincin ve siyasal, hukuki ve ahlaki insanın, son tahlilde

"insari’ın, dinsel olduğunu açıklamaktan ibaret kaldı. Dinin egemenliği veri alındı. Ve yavaş yavaş her egemen ilişkinin dinsel ilişki olduğu ortaya atıldı ve sonra, bu, bir din haline, hukuk dini, devlet dini vb. haline getirildi. Her yanda sorun, artık yalnızca dogmalar ve dogmalara olan inançtı. Dünya gittikçe daha büyük ölçüde kutsallaştırıldı, ta ki saygıdeğer Aziz Max,* onu en bloc** kutsallaştınncaya ve böylece büs­

bütün ortadan kaldırılıncaya kadar.

Eski-hegelciler, her şeyi, onu bir hegelci mantık katego­

risine indirger indirgemez kavrıyorlardı. Genç-hegelciler, her şeyin dinsel anlayış ya da tanrıbilimsel olduğunu söyle­

yerek her şeyi eleştirdiler. Genç ve eski-hegelciler, mevcut dünyada, dinin, kavramların ve evrenselin egemenliğine inanmakta anlaşıyorlardı. Tek fark, bir taraf egemenliği bir gasp sayarak ona karşı mücadele ederken, ötekilerin onu meşru sayıp ululamalarındaydı.

Genç-hegelciler —tıpkı eski-hegelcilerin onları insan top- lumunun gerçek bağlan olarak görmeleri gibi—, anlayışlan, fikirleri, düşünceleri, kısacası özerklik atfettikleri bilinç ürünlerini, insanların gerçek zincirleri olarak gördüklerin­

den, genç-hegelciler, besbelli ki, yalnızca bilincin bu yanılsa­

malarına karşı savaşmak durumundadırlar.7 Kafalanndaki kurguya göre, insanların ilişkileri, yapıp ettikleri, zincirleri ve sınırlılıklan kendi bilinçlerinin ürünü olduğundan, genç- hegelciler, kepdi kendileriyle tutarlı bir biçimde, insanların önüne şu ahlaki postulatı koyarlar: kendi mevcut bilinçleri­

nin yerine, eleştirel ya da bencil insan bilincini e'dinmek ve böylelikle sahip oldukları sınırlılıklardan kurtulmak. Bilin­

cin bu şekilde değiştirilmesini istemek, gerçekliğin farklı bir biçimde yorumlanmasına, yani onu farklı bir yorumlama yo­

luyla tanımaya varır. Sözde "dünyayı altüst eden"[5] tumtu­

raklı sözlerine karşın, genç-hegelci ekolün ideologları, en bü­

yük tutuculardır. Onlar arasından en gençleri, yalnızca

"tumturaklı laflara" karşı savaştıklarını söyledikleri zaman,

7 [E lya zm a sın d a çizili pasaj:] ve egem en bilinçte b ir değişme onların u laşm ay a çalıştık ları hedeftir.

* M ax S tirn er. —E d.

** H epten. —ç.

kendi faaliyetlerini nitelendirecek doğru ifadeyi bulmuş ol­

dular. Ancak, kendilerinin de, bu tumturaklı lafların karşısı­

na, gene tumturaklı laflardan başka bir şey koymadıklarını ve bu dünyanın yalnızca tumturaklı laflarına karşı savaş­

makla, gerçekte varolan dünyaya karşı savaşmış olmadıkla­

rını unutuyorlar. Bu felsefi eleştirinin tek sonucu, hıristi- yanlık konusunda birtakım ve tümüyle tek yanlı din tarihi­

ne ilişkin aydınlatmalar olabildi; bütün öteki iddiaları, bu önemsiz aydınlatmalarla tarihsel öneme sahip keşiflerde bu­

lunmuş olma iddialarının yeni biçimlerle süslenip püslenme- sinden başka bir şey değildir.

Bu filozoflardan hiçbiri, Alman felsefesi ile Alman gerçe­

ği arasındaki bağın, kendi eleştirileri ile kendi maddi ortam­

ları arasındaki bağın ne olduğunu kendi kendine sormayı düşünmedi.

[2. MATERYALİST TARİH ANLAYIŞININ ÖNCÜLLERİ]

[s. 3] 8Bizim hareket noktamızı oluşturan öncüller, keyfî temeller, dogmalar değillerdir; bunlar, onlara ilişkin soyut­

lamaların ancak imgelemde yapılabileceği gerçek öncüller­

dir. Bunlar gerçek bireylerdir, bu bireylerin eylemleri ve — hem hazır buldukları hem de kendi eylemleriyle yarattıkları

— maddi yaşam koşullandır. Bu öncüller, demek ki, [s. 4]

ancak ampirik olarak oluşturulabilirler.

Tüm insan tarihinin ilk öncülü, doğal olarak, canlı insan bireylerinin varlığıdır.9 Su halde saptanması gereken ilk oî- gu, bu bireylerin fiziksel örgütlenişleri ve bu örgütlenmenin sonucu olarak ortaya çıkan, doğanın geri kalan bölümüyle

8 [E lya zm a sm d a çizili pasaj:] Biz, yalnız b ir te k bilim tan ıy o ru z, o da ta rih bilim idir. T arih iki yönden incelenebilir. T arihi, doğa ta r ih i ve in s a n ­ la rın ta r ih i diye ikiye ayırabiliriz. B ununla birlikte, bu iki yön birb irin d en ayrılm azlar; in s a n la r varoldukça, in san ların ta rih i ile doğanın ta r ih i k a rş ı­

lıklı o larak birbirlerini k o şu llan d ırırlar. Doğa ta rih i, yani doğa bilim i ile be­

lirtilen şey, b urada, bizi ilgilendirm ez; b u n a k arşılık in s a n la rın ta r ih i ile, ayrıntılı b ir biçimde uğraşm am ız gerekecek: gerçekte, hem en hem en her ideoloji ya bu tarih e değgin y anlış b ir anlayışa in d irg en ir ya da b u anlayışı bü sb ü tü n b ir y a n a b ıra k m a k gibi bir tü tu m a v arır, ideolojinin kendisi de zaten bu ta rih in g ö rünüm lerinden b irid ir ancak.

9 {E lyazm asm da çizili pasaj:] Bu bireylerin ilk tarihsel eylem i, in s a n la - rı h ayvanlardan ay ıran ilk eylem , in san ların düşünm eleri değil, ken d i B i­

çim araçlarını üretmeye b aşlam alarıd ır.

olan ilişkilerdir. Burada, doğaldır ki, ne bizzat insanın fiziki yapısını, ne de insanların tamamen hazır buldukları doğal koşullan, jeolojik, orografik, hidrografik, klimatik ve öteki koşullan derinliğine inceleyenleyiz.10 Her tarih yazımı, bu doğal temellerden ve tarih boyunca insan eyleminin bu te­

mellerde meydana getirdiği değişikliklerden hareket etmek zorundadır.

İnsanlar, hayvanlardan, bilinçle, dinle, ya da herhangi bir başka şeyle ayırdedilebilir. İnsanlar kendi geçim araçla­

rını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırdetmeye başlıyorlar, bu, onların kendi fiziksel örgütle­

nişlerinin sonucu olan bir ileri a d ı m d ı r.| t nşanla»; k errdi g ş|

çim argçiannı üretirken, dolayh olarak, kendi maddi yaşed^

w ü i i ' ila urelaner.

İnsanların kendi geçim araçlarını üretiş tarzları, herşey- den önce doğada hazır buldukları ile yeniden üretmeleri ge­

reken geçim araçlarının doğasına bağlıdır, [s. 5] Bu üretim tarzı, basitçe bireylerin fizik varlıklarının yeniden üretimi olarak ele alınmamalıdır. Bu üretim tarzı, daha çok, bu bi­

reylerin belirli bir faaliyet tarzını, onların yaşamlarını orta­

ya koyan belirli bir biçimi, belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onlann ne olduklarını cok kesin olarak vansıtiriSu halde, onlann ne ol­

dukları; ttretîmTenyleTraeuSetuHenyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne olduklan, üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.

Bu üretim, ancak nüfusun çoğalmasıyla ortaya çıkar. Bu da, o bireylerin kendi aralanndaki karşılıklı ilişkileri (Ver- keh ff6] peşinen varsayar. Bu ilişkilerin biçimi de yine üre­

tim tarafından belirlenir.

[3. ÜRETİM VE BİREYLERİN İLİŞKİLERİ.

İŞBÖLÜMÜ VE MÜLKİYET BİÇİMLERİ:

AŞİRETSEL, ANTİK, FEODAL]

[y. 3] Farklı uluslann birbirleriyle olan ilişkileri, bu ulusların herbirinin üretici güçleri, işbölümünü, ve iç

ilişki-10 [E lya zm a sın d a çizili pasaj:] İn sa n ın yalnızca ilk, kendiliğinden ö r­

gütlenişi, özellikle ırk sal farklılıklar değil, in san ın günüm üze k a d a r göster­

diği ya da gösterm ediği gelişm enin tü m ü de bu k o şu llara bağlıdır.

lerini ne oranda geliştirdiklerine bağlıdır. Bu genel olarak kabul gören bir saptamadır. Bununla birlikte, yalnız bir ulu­

sun öteki uluslarla ilişkileri değil, bu ulusun kendi iç yapısı da kendi üretiminin gelişim düzeyine, ve iç ve dış ilişkilerine bağlıdır. Bir ulusun üretici güçlerinin ulaştıkları gelişme dü­

zeyi. en acık şekilde, işbölümünün ulaştığı gelişme Hıizevîn-- den anlaşılır. İİaha önce elde edilmiş olan üretici güçlerin salt niceliksel bir artışı (örneğin yeni toprakların tarıma açılması) olmadığı sürece, her yeni üretici güç, işbölümünün daha da gelişmesine yol açar.

Bir ulusun kendi içindeki işbölümü, ilkin sınai ve ticari emeğin bir vandan, tarım emeğinden ayrılmasına, öte van^

dan, ve bunun sonucu olarak, kent, ile kırın ayrılmasına ve çıkarlarının karşıtlığına volacary Daha da gelişmesi ise, tica­

ri emeğin, sınai emekten ayrılmasına neden olur. Aynı za­

manda, bu farklı dallar içindeki işbölümü olgusuyla, belirli işlerde birlikte çalışan bireyler arasında farklı alt- bölünmeler ortaya çıkar. Bu ayrı ayrı grupların birbirleri karşısındaki durumları, tarımsal, sınai ve ticari emeğin ça­

lıştırılma tarzıyla (ataerkillik, kölelik, zümreler ve sınıflar) belirlenir. _ Aynı koşullar, daha gelişkin bir karşılıklı ilişki (Verkefir) durumunda, farklı ulusların birbirleriyle olan iliş­

kilerinde (Beziehung) de ortaya çıkar.

_ İşbölümünün gelişmesinin çeşitli ^aşamaları, bir o kadar farklı mülkiyet biçimlerini temsil ederfbîr başka deyişle, iş lıölümünün neFyenı aşaması, çalışmanın konusu, aletleri ve

ürünleri bakımından bireylerin kendi araTarındaki lTişkİleri

]

3e belirler.

Mülkiyetin ilk biçimi aşiret mülkiyetidir (S tammeigen- tüm)ın Bu mülkiyet biçimi, bir balkın av ve balıkçılıkla, hay­

van yetiştirmeyle ya da, en yüksek aşamada, tarımla beslen­

diği, üretimin gelişmesinin ilk evresine tekabül eder. Son durum, büyük miktarda işlenmemiş toprağı öngerektirir. Bu aşamada, işbölümü, henüz pek az gelişmiştir, ve aile içinde varolan doğal işbölümünün daha da genişlemiş biçimden ibarettir. Toplumsal yapı da, bu nedenle, ailenin genişleme­

siyle sınırlı kalır: ataerkil aşiretin reisleriyle, bunların altın­

da aşiret üyeleri ve ensonu köleler. Aile içindeki gizil kölelik, nüfusun ve gereksinmelerin artmasıyla ve dış ilişkilerin, sa­

vaşın genişlemesiyle olduğu kadar, trampanın

genişlemesiy-le de ancak yavaş yavaş gelişir.

Mülkiyetin ikinci biçimi, özellikle birçok aşiretin sözleş­

me yoluyla ya da fetih yoluyla bir tek kent halinde birleşme­

sinden ileri gelen ve kölelifrin varlı&mı sürdürdüğü antik ko- münal mülkiyet ve devlet mülkiyetidir. Komünal mülkiyet yanında taşınır ve daha sonra taşınmaz özel mülkiyet, daha o sıralar gelişir, ama komünal mülkiyete bağımlı olağan-dışı bir biçim olarak. Yurttaşlar, sahip oldukları çalışan köleler üzerindeki iktidarlarını ancak kolektif olarak yürütürler, bu da zaten onları komünal mülkiyet biçimine bağlar. Aktif yurttaşları, köleler karşısında, bu doğal ortaklık biçimini muhafaza etmek zorunda bırakan şey, bu komünal özel mül­

kiyettir. Bunun içindir ki, bu mülkiyet biçimi üzerine kurul­

muş olan bütün toplumsal yapı, onunla birlikte halk iktida­

rı, bizzat taşınmaz özel mükiyetin geliştiği oranda dağılır.

İşbölümü şimdiden daha da gelişkin bir hale gelmiştir. Kent ile kır arasındaki karşıtlığı, ve daha sonraları kentlerin çı­

karlarını temsil eden devletler ile köylerin çıkarlarını temsil eden devletler arasındaki ve kentlerin kendi içlerinde deniz ticareti ile sanayi arasındaki karşıtlığı daha o sıralarda gör­

meye başlarız.flMPttaşlar ile köleler arasındaki sınıf ilişkile­

ri eksiksiz gelişmiştir.11

Özel mülkiyetin gelişmesiyle birlikte, ilk kez, modern özel mülkiyette yeniden, ama daha geniş bir ölçüde karşıla­

şacağımız ilişkilerin: bir yandan, (Licinius'un tarım yasası­

nın® da kanıtladığı gibi) Roma'da çok erkenden başlayan, ve içsavaşlarla birlikte ve özellikle İmparatorluk zamamnda hızla gelişen özel mülkiyetin belirli ellerde toplanması, öte fandan, bu bağlamda, küçük köylü pleblerin. mülk sahibi yurttaşlarla köleler arasında ara konumu yüzünden bağım­

sız bir gelişme gösteremeyen bir proletarya haline dönüşme­

si seklindeki ilişkilerin ortaya çıktığı görülürl

Üçüncü mülkiyet biçimi, feodal ya da zümre mülkiyeti­

dir.® An tike ağ nasıl, kentten ve kapladığı küçük toprak ala- nından geliştiyse, ortaçağ da kırdan gelişti. Çıkış noktala­

rındaki ou farklılığı belirleyen şey, g en işb ir alana yayılmış olan ve istilalar yüzünden pek artış gösteremeyen nüfusun

11 [E ly a z m a s m d a ç izili p a s a ;:} R om a p le b le rin d e . ilkönce k ü ç ü k to p ra k sa h ip le ri, s o n ra d a köle sa h ib i v u m â s la r . ile k ö y lü le r a ra s ın d a k i a r a k o n u ­ m u n d a n ö tü r ü g elişm ey en b ir p ro le ta ry a n ın ilk öi>eleri ile k a rşıla şıy o ru z.

azlığıydı. Yunan ve Roma nın tersine, feodal gelişme, demek ki, tarımda, Roma fetihleriyle ve ilk defa bu fetihlerin neden olduğu yayılmayla hazırlanan çok daha geniş bir alan üze­

rinde başlıyor. Gerileme halindeki Roma imparatorluğu'nun son yüzyılları ve barbarların fetihleri, bir yığın üretici gücü tahrip etti: tanm gerilemişti, sanayi, pazar yokluğundan do­

layı gerilemişti, ticaret uykudaydı ya da-zor yoluyla kesinti­

ye uğramıştı, lursal ve kentsel nüfus azalmıştı. Bu koşullar ve fetihin bu koşullarca belirlenen örgütleniş tarzı, Cermen- lerin askerî örgütlenişlerinin etkisi altında, feodal mülkiyeti geliştirdi. Aşiret mülkiyeti ve komün mülkiyeti gibi, bu mül­

kiyet biçimi de yine bir ortaklığa dayanır^ ama, bu ortaklığın karşısında artık, antik sistemde olduğu gibi, doğrudan üreti­

ciler sınıfını meydana getiren köleler değil,} serileştirilme küçük köylüler vardır.) Feodalizmin eksiksiz gelişmesine ko­

şut olarak', ayrıca, kentlerle bir karşıtlık ortaya çıkar. Top­

rak mülkiyetinin hiyerarşik yapışı ve bu yapıya eşlik eden silahlı yükümlülükler, soyluları, seriler üzerinde egemen kıl­

mıştı. Bu feodal yapı, tıpkı eski komünal mülkiyet gibi, hük­

medilen üretici sınıfa karşı bir ortaklıktı, şu farkla ki, ortak­

lık biçimi ve doğrudan üreticilerle olan ilişkiler değişikti, çünkü üretim koşulları değişikti. \

Toprak mülkiyetinin bu feodal yapısına, kentlerde, lonca mülkiyeti, elzanaatlanmn feodal örgütlenmesi tekabül edi­

yordu. ^ fâ 3a 7m u îln v et. fv 41 usa« nlaralr hpr hirpvin kim­

di emeBne bağlı bulunuvordy. Birleşmiş soyguncu soylulara karşı birlik zorunluluğu, sanayicinin aynı zamanda tüccarlık da yaptığı bir sırada, kapalı çarşıları ortaklaşa yürütme ge­

reksinimi, gönenç içindeki kentlere yığınlar halinde kaçıp gelen serilerin yarattıkları artan rekabet, bütün ülkenin feo­

dal yapısı, loncaları doğurdu; tek tek zanaatçılar tarafından azar azar bınKtımen kuçülT sermayeler ve durmadan art­

makta olan nüfus içinde bunların sayılarının değişmezliği, kentlerde de, köydekine benzer bir hiyerarşi doğuran kalfa­

lık ve çıraklık ilişkilerini geliştirdi.

Başlıca mülkiyet, feodal çağ boyunca, demek ki, bir yan­

dan serilerin emeğinin boyunduruk altına sokulduğu toprak mülkiyetine, öte yandan da küçük bir sermaye yardımıyla kalfaların emeğini yöneten kişisel emeğe dayanıyordu Bu iki biçimin de yapısı sınırlı üretim koşullarıyla —ilkel ve kü-'

çük tarımla ve el emeğine dayalı sanayi ile— belirleniyordu.

Feodalizmin doruğunda bile, işbölümü pek az gelişmişti.

Kent-kır karşıtlığını her ülke yaşıyordu; zümreleşme elbette çok belirgindi, ama kırda prensler, soylular, din adamları ve köylüler biçimindeki ve kentlerde de usta, kalfa, çırak ve az sonra da gündelikçinin pleb biçimindeki ayrışması bir yana, önemli bir işbölümü olmadı. Tarımda, köylülerin kendi el za­

naatlarına ek olarak gelişen küçük parçalı işletmecilik, işbö­

lümünü daha da güçleştirmişti; sanayide, her zanaat kolu­

nun kendi içinde katiyen işbölümü yoktu ve birbirleri ara­

nun kendi içinde katiyen işbölümü yoktu ve birbirleri ara­