• Sonuç bulunamadı

Mantıksal Pozitivizm (Olguculuk) ve Doğrulamacılık

Belgede BİLİM TARİHİ VE FELSEFESİ (sayfa 68-72)

IV.3 Kuantum Mantık Çözümlemesi:

V.1 Mantıksal Pozitivizm (Olguculuk) ve Doğrulamacılık

GÜNLÜK V

V.1 Mantıksal Pozitivizm (Olguculuk) ve Doğrulamacılık

V.1.1 Giriş:

Bir önceki bölümde Viyanalı Mantıksal Pozitivistlerin fizik ve metafiziği birbirinden ayırabilmek için teklif ettikleri çözümleme yöntemlerini tartışmıştık. Bilimsel bir çözümün mantıksal bir yapıya aykırı olmamasını savunan mantıksal pozitivistler ayrıca bunların (hipotez, teori) deney ve gözlem ile doğrulanması gerektiğini savunurlar. Bu sistematik bir yöntemle ancak hipotez, teori bilimsel, güvenilir bilgi olabilir. Ömer Demir’in kitabından bir örnek alalım. “Ahmet insandır” cümlesini yazalım. Bu cümlede insanı tanımlamak zorunda değiliz. “İnsan” gittikçe anlamı genişleyen kavramlaşmış bir sözcüktür. Özne (Ahmet) ile ilgili cümlede fazladan bilgiye gerek yoktur. Özne (Ahmet) ve yüklem (insan kavramı) özdeştir. Bu cümle tanıma dönüşmüş bir bilgidir. Ve doğrulanması için Ahmet’i görmemiz gerekmez. “Bana şu Ahmet’i gösterin de bakalım gerçekten insan mı?” diye bir doğrulama teklifinde bulunamayız. Bu özelliklere sahip cümlelere, konusu ve

yüklemi özdeş önermelere, totolojik, “eş sözel” cümle denir. İkinci örnek olarak “Ahmet görme özürlüdür” cümlesini veya “Ahmet akıllıdır” cümlesini ele alalım. Özne ve yüklemler arasında “kısmi özdeşlik” vardır. Bu çelişkili kavramın olgusal olarak doğrulanması gerekir. Önermede özneyle ilgili fazladan bilgi, yüklem (görme özürlü veya akıllı) var. Ancak bunlar insanın özelliklerinden biridir, kendiliğinden doğru bilgiye dönüşemez. Bu tip cümleler totoloji gibi yetkin cümleler değildir. Bunlara sentetik cümleler denir. Ahmet’i görmediğimiz müddetçe, olgusal olarak doğrulanamıyorsa bu cümleler mantıksal pozitivizme göre anlamsızdırlar. Sonuç olarak Mantıksal Pozitivistler, bir önerme kendiliğinden bir totoloji, “eş sözel” değilse, olgusal olarak doğrulanmıyorsa (sentetik de değilse), anlamsız olarak değerlendirirler. Bu örnekleri metafor edebiliriz. Ahmet bir olaya, bir sisteme, bir modele, görme özürlüdür yüklemini de onlar hakkındaki bazı teorik öngörmelere genişletebiliriz. Bunun doğrulanması için de duyum veya gözlem gerekmektedir.

İnsan bazen konuşurken de öyle sorular soruyor ki, sorunun ekonomik tarafı yok. Yön yok. Veya sana öyle bir cevap veriyor ki, yanıtın sana söylediği hiç bir bilgi olanağı yok. Örneğin “X eczanesi nerede?” diye soruyorsun, “Y kasabının yanında” diyor. Yani birisine konuşarak, yazarak bilgi verirken de bu bilginin tamamlanmış olup olmadığına, doğrulanmasının uygunluğuna, kendisinle çelişmemesine dikkat etmeliyiz. Tabi bu yapılaşmayı romancılar da dikkatli kullanır. Yazar, okuyucunun “Bana Ahmet’i göster. Gerçekten görme özürlü mü göreyim?” diye sorma şansının olmadığını bilmesi lazım.

Burada kendimize özgü bir beyin fırtınası, “postmodern” diyebileceğimiz kavram üzerine bir deneme yapabiliriz. “Ahmet bir insandır. Ahmet görme özürlüdür, Ahmet akıllıdır...” Bunlarda özne ile nesne arasındaki ilişki orantıya açıktır. Matematikte gördüğünüz lineer diferansiyel denklemler gibi. Tek çözüme (eş sözel) dönük, kararlılığa dönük, doğrusal özelliği olan cümlelerdir. Ama “Zamanın neresindeyiz?” sorusu, aynen nonlineer denklem gibidir. Yani buna verebileceğimiz sonsuz yanıt var. “Hani bana göster bakalım zamanın neresindeyiz?” diye soru da soramazsınız. Çünkü burada böyle bir doğrusal önerme durumu yoktur. O zaman yapabileceğimiz bu tip soruları aynı fizikte yaptığımız gibi, dışarıdan bir etkiyle tedirgemek, rahatsız etmek, ondan sonra da sorunun o tedirgemeye verdiği davranışlara bakarak cümle hakkında konuşmak. Yani bunun yanına muhakkak bir şey eklemek. Mesela bir insanın yaşamındaki önemli bir kırılmayı eklemek. Bu cümleye yaklaştığınızda, “zamanın neresindeyiz?” sorusuna o kırılmaya bağlı olarak bir şekilde yanıt verebilsin. Ama bu, o yanıt soruya verilebilecek sonsuz yanıttan bir tanesi olacaktır. Bu bir kritik bir yaklaşım olacaktır. İşte bu tip cümleler esasında bir şekilde yapı bozuma uğrayan cümlelerdir. Yani bunlarla karşılaştığımız zaman bunları çözümlemede mantıksal pozitivistlerin önerdiği bir çözümleme yöntemi yoktur. Muhakkak bunu, bir olayla, bir oluşumla ilişkilendirmek lazım ki bu oluşumda “zamanın neresinde?” olduğunu bulabilelim. Yeri gelmişken “ENTROPİ” kavramına dikkatimizi çekelim. Fizikte düzensizliğin ölçütü olarak bilinir. Newtoncu anlayışın aksine zamanı tek yönlü kabul eder. Ve daima artan yöndedir. “Entropi” kavramı üzerine birçok metaforik çalışmalar yapılmıştır. Totolojik olmayan durumları tespit etmek gibi. “Ahmet akıllıdır” cümlesindeki kısmi özdeşliği Ahmet’i görmeden ölçmeye kalkmak gibi. Bir metin parçasında, bir şiirde, bir filimde, bir resimde modern pozitivizmin (olguculuk) bir anahtarı (metafor) olarak kullanılmaktadır. Bunlar zamanla değişen (dinamik) sistemler olarak kabul edilir, entropileri (metaforik) ne kadar yüksek olursa, yani girilebilirlikleri ne kadar çok olursa çok daha değerli oldukları, daha etkili oldukları düşünülür. Örneğin, öyle bir şiir olacak ki bu şiirin niyetiyle, şairinin niyeti farklı olabilecek ve bu şiiri ben okuduğum zaman başka etkileneceğim, sen okuduğun zaman başka duygulanacaksın, o okuduğu zaman başka bir şey anlayacak. Yani özne (konu) ve yüklem

(kurgu) öylesine özdeş değillerse, o zaman bu metaforik entropi ölçütüne göre bu şiirin girilebilirliği çok yüksek ve ebedi açıdan değerli bir şiir olacak. (Açık Yapıt, Umberto Eco, "Vatan Millet" diye yazdığın bir şiir ancak senin yalnız vatan aşkını anlatan, belki de ağlatan, duygusal bir şiir olur, ama entropisi düşük bir şiir olur. Ama iyi bir romancı, iyi bir şair bunu "entropi" kavramını bilmeden yapmıştır. Bu zorlama ile olmaz. Sırıtır. Hani Cüneyt Arkın’ın bir filmi vardır. “Dünyayı Kurtaran Adam”. Bu film kendiliğinden bir saçmalamadır. Farkında olmadan bilimle, tarihle ve hatta sinema ile dalga geçer. Entropisi yüksektir. Ama sonra bu filmin yakınlarda ikinci bir versiyonu yapıldı. Filimi saçma olsun diye zorla saçmalatmışlar. Bu sırıtıyor tabi. Buna çekilen filimler (özellikle diziler) dâhil. Talk Show denilen hikayeler falan dâhil. Yahya Kemal34, Türk Şairleri arasında girilebilirliği (entropisi) en yüksek olan şiirleri yazan şairmiş. Şiirlerinde aynı anda size tarihi veriyor, vatan sevgisini veriyor, hem de insan ilişkilerini veriyor. Üşenmeyip “Sana Dün Tepeden Baktım Aziz İstanbul” şiirinin entropisini hesaplamak lazım. Bakalım ne çıkacak? Bu cümlede bile, “dün”, “tepeden bakmak”, “aziz” ve “İstanbul” kavramları arasında kurulan ilişkilerin mantıkla (doğrusal) çözümlenmesi mümkün değildir. Aynı şey resimler için de geçerli. Ressamlar öyle resimler yapıyorlar ki o resme baktığınız zaman onda aynı anda resmin yapıldığı zamanki ekonomik koşulları, insanın doğaya bakışını, sosyal yapıların ilişkilerini görüyorsunuz. Ressamın niyetiyle resmin niyeti farklı. Seyredenler için de farklı. Bunu bilinçli olarak yapan ressamlar (modern) var. Antikçağ’da altın oranın kullanılışı gibi. Örneğin kübizm olarak bilinen ekol… Başta Picasso tabi… Kaos kuramı, göreceğiz, Newtoncu anlayışla ters düşmesine karşın o da bir paradigma olarak sanatta kendinin kullanılmasına izin verir. Ancak kaos bir paradigma olarak sanatta modernitenin kuralları tanımayan ve ret eden bir estetik, postmodern estetik, olarak yer alır. Bu nedenle kaosun edebiyatta ve sanatta (mimarlıkta, sinemada) postmodern denilen uygulamalar var. Kaos ve karmaşıklık, simülasyon teknikleri kullanılıyor. Çok eskiden bile yazılmış olsa bir metnin kaotik (listeleme, alıntılar; örneğin Orhan Pamuk’un “Kara Kitap” romanındaki boğazın sularının çekildiğinde ortaya çıkanları listelemesi gibi) karmaşık (farklı olayların bir araya gelmesi, çifte kotlama) amacı olup olmadığı akademik ortamlarda kritik ediliyor. Tabi sinemada, “Maç Sayısı” gibi kurguda kaotik yapılaşmanın kendisi olanları var. Daha sonra simülasyonda da göreceğimiz gibi metinlerin gerçeklik ilkesi üzerinden kurgulanmaları söz konusu. Sinemada birçok örnek var. “Siyah Kuğu” gibi. Leyla ile Mecnun dizisindeki “Erdal Bakkal” gibi. Ama örneğin Dostoyevski’nin eserlerinde bugün simülasyon diye tanımladığımız teknik kendiliğinden kullanılmış. Bu romanı kalıcı yapıyor. Şimdi tekrar bilim felsefesi dersinin olmazsa olmazına dönelim.

V.1.2

Doğrulanabilirlik İlkesi ve Karşılaşım Kuralı: Viyana Çevresi mantıksal pozitivistleri, kahvelerini içerken boş durmuyorlar, bunları destekleyecek bir de ilke ve kural ortaya koyuyorlar. Zira görüyorlar ki doğrusal doğrulabilirliği, Descartescı deterministlerin indirgemeci ortak fizik anlayışından farklı olarak, tüm sosyal bilim alanlarını da kapsayacak şekilde kullanmak kolay değil. O nedenle farklı bilim alanları arasında en azından onu bilim yapan bir ilke olsun istiyorlar: Bu ilkeye (doğrulanabilirlik) göre, “Bir önerme (teori) duyumlarla (deney) tespit edilebilecek olgular dışında bir içerik taşıyorsa bunun doğru olup olmadığı belirlenemez.” (Ömer Demir, Bilim Felsefesi). Bu onlar açısından şu demek: “bir şeyin metafizik olmasıyla anlamsız olması aynı şeydir. Pozitivizmin metafizik olarak algıladığı her şeye karşı tepki koymalıdır. Bu bağlamda bir önermede etik simge bulunuşu, onun olgusal içeriğine bir şey katmaz.” Bir önceki bölümde ele aldığımız mantıksal çözümleme kurallarının kapsama alanları içinde olmalıdır. Yani bu felsefecilerin

“doğrulanabilirlik ilkesi” dediklerinin temelinde deney ve gözlem vardır. Deneyle ve gözlemle doğrulanamayan her şey (önerme) o ana kadar metafiziktir. Bilim değildir.

Bu mantıksal pozitivistlerin diğer iddialı ve bayağı kararlı (acımasız) bir tezi de “Karşılaşım Kuralı” olarak bilinir. “Bir teorinin bilimsel olabilmesi için öngördüğü ilişkilerin matematiksel mantıkla formüle edilmesi gerekir. Sonra teoriyi oluşturan ifadeler gözlemlere, gözlem sonuçlarına açık açık bir şekilde bağlı olmalıdır” der. Ömer Demir’in kitabından özetlersek. Karşılaşım Kuralı: “Bir teorinin bilimsel olabilmesi için matematiksel bir mantıkla formüle edilmesi yanında teoriyi oluşturan ifadeler de gözlemsel ifadelerle açık olarak tanımlanabilecek nitelikte olmalıdır”. Ama bu farklı alanlardaki teorilerin benzer yöntemlerle (sadece gözlemlerle) doğrulanabileceği anlamına gelmez. Bugünün bilimsel penceresinden bakarsak, buna şunu ekleyebiliriz: Bir teori doğru ve sağlıklı ise matematiksel mantık yanında sadeleşmeye (matematiksel) ve basitleşmeye (deneysel) de açık olmalıdır. Örneğin Cambridge ekolünden Fizikçi James Clerk Maxwell (1831-1879) karşılaşım kuralının farkında bir bilim insanı olmalı. Elektrik kuvvet (E) ve manyetik kuvvet (B) ilişkisini ifade eden, yani iki kuvveti birleştiren aşağıdaki denklemler bu konudaki bugünün deneyleriyle açık bir uyum içindedir. 1850’lerde genç yaşta yazdığı aşağıdaki denklemler daha sonraları keşfedilen atom altı parçacıklar dünyasının anlaşılmasına da yol göstermiş, bu dünya için geliştirilen teorilere de temel olmuştur. Ayrıca Maxwell denklemleri yazıldıktan kaç yıl sonra ortaya atılan genel rölativite (görelik) kuramıyla da uyumludur. Kendiliğinden rölativist denklemledir. Geliştirilen matematik tekniklere ve matematikteki yeni basitleştirme formatlarına ters düşmemiştir. Yani bu denklemler bilim geliştikçe “Basitlik İlkesi” diyebileceğimiz ilkeye uymuştur. Maddenin en küçük yapı taşları olarak bilinen kuarkların babası sayılan Nobel ödüllü (1969) M. Gell-Mann35, Maxwell denklemlerinin basitleşme ilkesine olan yatkınlıklarını, The Quarks and the Jaguar (1994) adlı kitabında Maxwell denklemlerin dört farklı şekilde yazılımları üzerinden büyük bir övgüyle bahsetmektedir.

35 Murray Gell-Mann, 1969 Nobel Fizik Ödülü sahibi. “The Quark and the Jaguar”, Henry Holt Comp., NY

Belgede BİLİM TARİHİ VE FELSEFESİ (sayfa 68-72)