• Sonuç bulunamadı

Amerikan tarih ders kitaplarında Müslüman İmparatorluklar başlığı altında Osmanlılar, Safevîler ve Moğol İmparatorluğu’na (Babürlere) yer verilmekte bunlara ayrılan sayfa sayıları kitaplara göre değişmektedir. Bu başlık altında Thomson Wadsworth World History Osmanlılar’a 8, Safevîler ve Babürlere 7 şer sayfa, McDougal Littell World History Osmanlılara 5, Safevîlere 2,5, Babürlere 7, sayfa ayırmıştır. Ancak Osmanlılarla ilgili modern dünya tarihini anlatan ders kitaplarında da bilgilerin mevcut olduğunu düşünürsek Osmanlılara ayrılan kısmın diğerlerinden daha fazla olduğu sonucuna ulaşırız.

7.sınıf için hazırlanan Holt World History: Medieval to Early Modern Times’ta Müslüman İmparatorluklar başlığı altında giriş mahiyetinde Sen orada olsaydın…

….Hükümdara ne tavsiye ederdin? şeklinde bir soru sorulmakta geçmişle empati kurup öğrenciden geniş bir imparatorluğun nasıl yönetileceği ile ilgili fikir yürütmesi istenmektedir:

“Sen orada olsaydın…

Sen büyük bir imparatorluğun liderinin birkaç danışmanından birisin. Onun orduları birçok toprağı fethetti ve çok sayıda insanı egemenliğine aldı. Fakat hükümdar askeri fetihlerden ziyade başka bir şeyle tanınmak istiyor. O imparatorluğu birleştiren bilge bir hükümdar olarak hatırlanmak istiyor. O bunu nasıl yapabilir? Onun danışmanlarından bazıları sıkı bir yönetimi tavsiye ediyor. Diğerleri ona imparatorluktaki farklı insanlara hoşgörülü davranmasını ileri sürüyor. Şimdi sıra sende

Hükümdara ne tavsiye ederdin?” (Burstein ve Shek, 2006: 88).

3.1. Osmanlılar

Osmanlılar ile ilgili bilgiler Müslüman İmparatorluklar başlığı altında verilenlerin dışında Osmanlılara yer veren diğer kitapların ilgili kısımlarından derlenmiştir.

Osmanlı Tarihi ülkemizde okutulan ders kitaplarında genelde Kuruluş, Yükseliş, Duraklama, Gerileme ve Çöküş dönemi olarak beş kısımda incelenmektedir. Amerikan tarih ders kitaplarında ise bu bölümler farklı başlıklar altında verilmektedir6.

3.1.1. Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve genişlemesinde coğrafî konumu, gazilerin faaliyetleri, Bizans’ın zayıflamış olması gibi ülkemizde okutulan ders kitaplarında rastlayacağımız sebepler verilmektedir:

“13. yüzyılın sonlarında kabile lideri Osman yönetiminde yeni bir göçebe Türk topluluğu, Anadolu yarımadasının kuzeybatısında güçlerini sağlamalaştırmaya başladı. Osmanlılara bu yerler daha önce Moğolları Anadolu’dan çıkarmalarına yardım ettikleri için Selçuklular tarafından verilmişti. Selçuklu İmparatorluğu 14. yüzyılda dağılmaya başlayınca Osmanlılar genişlemeye başladılar ve üç kıtaya uzanacak Osmanlı hanedanlığını kurdular.

Osmanlıların başlıca avantajı Anadolu yarımadasının kuzeybatı köşesinde bulunmalarıydı. Buradan batıya doğru genişlediler ve nihai olarak Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nı kontrol altına aldılar. Latin Batı ile Müslüman Ortadoğu arasında tampon olarak hizmet gören Bizans İmparatorluğu yüzyıllardan beri bu boğazları kontrol etmekteydi” (Dukier ve Spielvogel, 2006: 420).

Gazilerin faaliyetlerine değinen McDougal Littell World History gazileri İslam adına savaşan ve İslam dinine oldukça bağlı kişiler olarak göstermiştir:

“Çoğu Anadolu Türk’ü kendilerini gazi ya da İslam savaşçısı olarak gördü. Onlar bir emir ya da başkomutanın liderliği altında İslamî prensiplere sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Gaziler, Bizans İmparatorluğu sınırlarında yaşayan insanların topraklarını istila ettiler” (Beck vd., 2009: 507).

McDougal Littell World History Osmanlı Devleti’ni kuran göçebe Türkleri militarist olarak nitelemekte ve onların Anadolu’ya gelmeden önce pek çok istila harekâtına katıldıklarını belirtmektedir:

“1300 yılına kadar Bizans İmparatorluğu zayıflamış ve Moğollar Anadolu’daki-Rum- Türkiye Selçuklu devletini tahrip etmişlerdi. Anadolu daha çok

göçebe Türkler tarafından iskân edilmişti. Bu militarist göçebe Türkler diğer ülkeleri istila etmeleri ile ilgili uzun bir geçmişe sahiptiler. Bunlar güçlü bir merkezi otorite etrafında birleştirilmemişlerdi” (Beck vd., 2009: 507).

İlk görüşte Türklerin askeri maharetleri nedeniyle militarist bir vasfa sahip olmaları olumlu karşılanacaktır. Ancak Batı gözüyle bakıldığında militarist kavramının ilkellik ve yabaniliğe kanıt olarak gösterileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Osmanlı Devleti için de militarist bir devlet ifadesi kullanmak doğru olmayacaktır. Çünkü “militarizm, askeri aygıtta oluşmuş çeşitli değerleri toplumda her tülü değerin üstüne yerleştiren” bir anlayışı yansıtır. Ancak Osmanlı’da asker bugünkü military anlamına gelmiyor, çok daha geniş bir alanı kapsıyordu. Military’nin Osmanlı’daki karşılığı seyfiye idi. Avrupa’daki gibi bir civil-militaire ikiliği Osmanlı için geçerli değildi. Asker bütün devleti anlatıyordu, sivil ve askeri alanlar iç içeydi; bir vali komutan olabildiği gibi bunun tam tersi de gerçekleşebilirdi (Belge, 2005: 175–176).

Osmanlıların kazandıkları askeri başarılarının sebepleri arasında barutu kullanmaları, piyade silahlı askerlerin atlı okçuların yerini alması, topun kullanılması ve yeniçerilerin etkisi sayılmaktadır. Geleneksel anlayıştaki Türk askerlerinin surları yıkmakta yeterli yeteneğe sahip olmadıkları, bu nedenle yeniçeri askerlerinin devşirildiğine değinilmiştir:

“Osmanlıların askeri başarısı büyük ölçüde barutun kullanılmasına bağlıdır. Onlar at üzerindeki okçuları yaya silah kullanan askerlerle değiştirdiler. Onlar üstelik hücum silahı olarak topu ilk kullananlar arasındadır. Kalın surlarla çevrili kentler bile Türklerin saldırısıyla yıkılmıştır” (Beck vd., 2009: 507).

“Murad Konstantinapolisi başlangıçta fethetmeye teşebbüs etmedi. Çünkü onun kuvvetleri çoğunlukla geleneksel Türk atlılarından oluşuyordu ve bunlar şehir

surlarını yarma yeteneğine sahip değillerdi. Bu nedenle o Hıristiyanları seçkin

askerler olarak devşirmek yoluyla güçlü bir askeri yönetim inşa etmeye başladı. Türkçe yeni asker anlamına gelen yeniçeriler Balkanlardaki yerli Hıristiyanlardan devşirildiler ve Müslüman yapılarak yönetici ve piyade asker olarak eğitildiler. Yeniçerilerin sağladığı avantajlardan biri onların doğrudan sultana bağlı ve sadık olmaları idi” (Beck vd., 2009: 420-421).

Yeniçeri ocağının kuruluşu ile ilgili Türkiye’de okutulan Osmanlı Tarihi adlı bir ders kitabında şu ifadelere yer verilmektedir:

“Yeniçeri Ocağı, Balkanlardaki gelişmeler göz önüne alınarak, devamlı ve disiplinli bir yaya birliğinin bulunması fikrinden doğmuştur. Ocak, I. Murat zamanında kurulmuştur” ( Başaran vd., 2006: 147).

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Kapıkulu Ocakları’nın en önemlilerinden olan Yeniçeri Ocağı Sultan I. Murat zamanında kurulmuş olmakla birlikte kökeni daha önceki Türk devletlerine kadar uzanan bir kurumdur. Gulam-ı Hass, Gulaman-ı dergâh gibi tabirlerle de ifade edilen gulamlar, Samanoğulları’nda, Gazneliler’de, Büyük Selçuklular’da mevcut olan ve Memlûk Devleti’nde ‘memlûk’ veya uşşakî, vuşakî ünvanını alan zümredir ki Anadolu Selçuklu devletinde de gulam, müfred ve mülazıman-ı yatak gibi isimlerle anılmışlardır. Bunlar doğrudan sultanın şahsına bağlı olup merkezde bulunan kuvvetti (Köprülü, 2004: 124–125). Dolayısıyla Osmanlı Devleti’ndeki Yeniçeri Ocağını McDougal Littell World History’deki gibi birden bire ortaya çıkan bir kurum olarak değil bir tekâmülün neticesi olarak değerlendirmek daha isabetli olacaktır.

Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemi ile ilgili önemli kaynaklardan biri olan Âşık Paşazade Yeniçeri Ocağını kuruluşu şöyle anlatmaktadır:

“Bir gün Karaman ilinden Kara Rüstem derler biri geldi. Kazasker Çandarlı Kara Halil’e dedi ki ‘Efendi! Bunca hanlık malını niçin ziyan edersiniz?’ Kadı : ‘O dediğin hangi maldır’ diye sordu. ‘İşte bu esirler ki gaziler alırlar, Tanrı buyruğundan bunların beşte biri hanındır. Niçin almazsınız’ dedi. Kazasker bunu hana arzetti. Han: ‘tanrı buyruğu neyse onu yap’ dedi. Kendi Gelibolu’da oturdu. Her esirden yirmi beş akça aldı. Bu yeni iş iki bilgiçin tedbiridir. Biri Çandarlı Kara Halil, biri Karamanlı Kara Rüstem” (Atsız, 1992: 51).

Karamanlı Rüstem ve Çandarlı Kara Halil Efendi’nin uygulamaya koyduğu bu sisteme göre harpte esir alınan erkeklerden beşte biri devlet hesabına alınıp Müslüman ve Türk ailelerin yanına veriliyordu. Bu şekilde bir taraftan ziraatla uğraşarak üretime katkıda bulunuyorlar, bir taraftan da Türkçeyi, Türk-İslam adet ve geleneklerini öğreniyorlardı. Bundan sonra Acemi Ocaklarına alınıp askeri eğitim görüyorlardı. Bu gençler Yeniçeri Ocağının çekirdeğini oluşturmuşlardı (Akgündüz, 1999: 45; Şimşirgil, 2005: 84). McDougal Littell World History’de bu duruma

değinilmiş Hıristiyan ailelerin çocuklarının ocağa alınması için rüşvet bile verdikleri anlatılmıştır:

“Sultanın 20 bin şahsi kölesi saray bürokrasisinin kadrolarında bulunuyordu. Bu köleler devşirme denilen bir politika ile elde ediliyordu. Devşirme sistemi ile sultanın ordusu fethedilen Hıristiyan bölge halkından oğlanları orduya alıyordu. Ordu bunları İslam’a döndürüldükten sonra asker olarak eğitiyordu. 30 bin askerden oluşan ve Yeniçeri olarak bilinen seçkin askeri kuvvet sadece sultana sadık olacak şekilde eğitildi. Onların muhteşem disiplini onları Osmanlı savaş mekanizmasının merkezi yaptı. Aslında Hıristiyan aileler zaman zaman çocuklarının sultanın hizmetine alınması için memurlara rüşvet veriyorlardı. Çünkü en zeki olanları en yüksek askeri ve idari mevkilere yükselebilirdi” (Beck vd., 2009: 510).

Ancak aynı yayınevinin 7. sınıf için hazırladığı World History: Medieval and Early Modern Times’ta Yeniçeri teşkilatı için gençlerin Hıristiyan ailelerden zorla alındığı belirtilmiştir (Carnine vd., 2006: 353).

Yukarıdaki ifadelerin değerlendirmek için devşirme sitemi üzerinde durmak gerekir. Yukarıda alıntı yapılan McDougal Littell World History’de bu sistem Kanunî dönemi olayları içerisinde anlatılmıştır ki bunun doğru olmadığını belirtmek gerekir. Sultan I. Murat zamanında kurulan Yeniçeri Ocağı’na asker temini önceleri savaşlarda ele geçen esir Pencik oğlanlarının eğitilmesi ile sağlanıyordu. Ancak Ankara Savaşı’ndan sonra fetihlerin bir müddet durması üzerine esir elde edilememiş bunun üzerine gayrimüslim Bulgar, Arnavut, Bosna yerlileri ve Ermenilerden hem rızaları alınarak hem de belli kurallara uymak koşulu ile her 40 haneden 14 ile 18 yaş arasında bir genç yeniçeri teşkilatında görev almak ya da sarayda önemli hizmetlerde bulunmak üzere devşirilmeye başlanmıştır. McDougal Littell World History’de belirtildiği gibi gayrimüslim aileler çocuklarının önemli mevkilere gelmesi için devşirilmelerini arzuluyorlardı. Müslüman Boşnaklar Müslüman olduklarından kendi çocuklarının devşirmeye tabi tutulmadığından yakınmışlar ve ısrarları üzerine Müslümanlardan sadece bu Boşnaklar devşirme sistemine tabi tutulmuşlardır (Akgündüz, 1999: 44–46).

Yeniçerilerin sayısı ile ilgili olarak verilen 30 bin rakamının sabit olmayıp Kanunî zamanında bile Yeniçerilerin sayısının bu kadar olmadığı bilinmektedir. Bir

fikir vermesi açısından Türkiye’de Lise 3. sınıfta okutulan Osmanlı Tarihi adlı ders kitabındaki Yeniçerilerin değişik tarihlerdeki sayıları aşağıda tablo halinde gösterilmiştir:

Tablo 1: Farklı Tarihlerde Yeniçeri Sayıları

Yıl 1480 1568 1609 1670

Sayı 10.000 17.890 37.627 53.849

Kaynak: Başaran vd., 2006: 148.

Glencoe World History, Osmanlıların donanımlı ve iyi eğitilmiş yeniçeriler sayesinde Balkanlarda genişlediklerini, Kosova Savaşı’nda Sırpları yendiklerini belirtmektedir (Spielvogel, 2008: 484). Yeniçerilerin katıldıkları ilk büyük meydan savaşı olan Kosava Savaşı’nda, yeniçeriler 40 bin kişilik Türk ordusunun dörtte birini oluşturuyordu. Bu savaş yeniçeri kuvvetlerinin Sırp Kralı Lazar’ın kumandasında bulunan merkez kıtalarını çembere alıp imha etmeleri ile neticelenmişti. Bunun dışında Niğbolu, Varna, II. Kosava, İstanbul’un fethi, Otlukbeli, Mercidabık, Ridaniye, Belgrad, Mohaç gibi birçok zaferin kazanılmasında yeniçerilerin faydası olmuştur (Şimşirgil, 2005: 88). Ancak ocağın zamanla bozulması ile devlete faydadan çok zarar vermeye başlamışlar ve Sultan II. Mahmut zamanında yeniçeriler ortadan kaldırılmıştır. Bu olayın Vak’a-yı Hayriye olarak adlandırılması da bunu gösterir.

McDougal Littell World History’de Timur’un Ankara Savaşı’nda Osmanlıları yenmesinden sonra Osmanlıların genişlemesinin durduğu, I. Mehmet’in kardeşlerini yenip tahta geçtiği, ondan sonra başa geçen II. Murat zamanında Venediklilerin mağlup edildiği, Macaristan’ın istila edildiği ve bir İtalyan Haçlı ordusunun hakkından gelindiği yazmaktadır. II. Murat 1566 yılına kadar Osmanlı Devletinin sınırlarını genişleten dört büyük sultandan birincisi kabul edilmektedir. Diğerlerinin Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman olduğu kitabın ilerleyen sayfalarından anlaşılmaktadır (Beck vd., 2009: 508).

3.1.2. Fatih Sultan Mehmet

Fatih Sultan Mehmet’in 21 yaşında tahta geçmesi ile birlikte İstanbul’un fethi ile bizzat ilgilenmeye başladığını ve “Konstantinapolisi bana ver!” diye gürlediğini belirten McDougal Littell World History, Fatih’in İstanbul’u fethetmekle Osmanlı tarihindeki en önemli başarıyı gerçekleştirdiğini yazmaktadır (Beck vd., 2009: 508). 1451 yılında İstanbul’un nüfusu 1 milyondan 50 bine kadar düşmüştü. İstanbul Boğazına hâkim olan Bizans, Osmanlıların Asya ve Avrupa’daki toprakları arasındaki geçişi engelleyen bir pozisyonda idi. Surların dışında da toprağı kalmamıştı. II. Mehmet tahta geçtiği zaman İstanbul’u almaya karar verdi. Zaten Çanakkale Boğazı kontrolündeydi. İstanbul Boğazı’ndan geçişleri kontrol etmek için bir hisar yaptırmış böylece Türkleri Bizans’ı boğacak bir pozisyona getirmiştir (Dukier ve Spielvogel, 2006: 421).

Thomson Wadsworth World History, Osmanlıların İstanbul’u kuşatınca son Bizans imparatoru XI. Konstantin’in Avrupa’dan yardım istediğini ancak Cenevizliler hariç yardım edenin olmadığını, Osmanlıların 80 bin kuvvetine karşı Bizans’ı savunacak 7 bin kişi olduğunu belirtmektedir. Fatihin döktürdüğü yaklaşık 545 kg ağırlığındaki toplarla surları yarmayı başardığı, donanmayı karadan limana indirdiği ve şehri fethetmeyi başardığı şeklinde bilgilere de yer vermektedir (Dukier ve Spielvogel, 2006: 421).

Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlıların en önemli hükümdarlarından biri olduğu, yetenekli bir savaşçı ve yönetici olmasının yanında hoşgörülü de olduğu vurgulanmaktadır:

“Fatih Mehmet muhteşem bir savaşçı olduğu kadar yetenekli bir yönetici olduğunu da kanıtladı. O Konstantinapolis’i farklı dinlere ve geçmişe sahip insanlara açtı. Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar, Türkler ve Türk olmayanlar şehre akın ettiler. Onlar şimdi İstanbul olarak isimlendirilen şehrin yeniden inşasına yardım ettiler” (Beck vd., 2009: 509).

Ders kitaplarında İstanbul’un fethiyle ilgili koyulan okuma parçalarında genelde Kritovoulos’un Fatih Sultan Mehmet’i anlattığı eserinden alıntılar yapılmıştır. Dikkati çeken husus hepsinde okuma parçası olarak aynı kısmın alınmış olması ve

Fatih’in “Bize verilen böyle bir şehri yağmalayıp harabeye çevirdik” şeklindeki sözüne yer verilmiş olmasıdır:

“ Bundan sonra padişah kente girdi ve onun büyüklüğünü, güzelliğini, kamu ve şahsi binalar ile kiliselerin ihtişamını görmek için etrafa baktı… O çok sayıda insanın öldüğünü, kentin harap olduğunu gördüğü zaman şefkat hisleri ile doldu ve şehrin yağmalanmasında pişman oldu. Gözlerinden yaşlar akarken derin bir şekilde inledi ve ‘bize verilen böyle bir şehri yağmalayıp harabeye çevirdik’ dedi” (Dukier ve Spielvogel, 2006: 422; Beck vd., 2009: 509).

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’a genel bir hücum yapmadan önce 23 Mayıs günü dayısı İsfendiyaroğlu Kasım Beyi Bizans İmparatoruna yollamış ve teslim teklifinde bulunmuştu. Padişah şehrin kendisine terki halinde imparatorun istediği yere ya da Mora’ya gidebileceğini, İstanbul halkının da gitmek veya kalmak hususunda serbest olduğunu bildirmiş aksi halde şehir harp ile alınacak olursa şiddetli davranışların önlenemeyeceğini ve bundan kendisinin sorumlu olmayacağını da eklemiştir. (Uzunçarşılı, 1998: 483). Ancak imparator bu tekliflere ret cevabı vermiştir.

Burada Fatih Sultan Mehmet İslam hukukuna uygun olarak davranmış şehrin sulh yolu ile teslimini istemiştir. Ancak imparatorun bu teklifi reddetmesi ve şehrin kılıç gücüyle fethi İslamî teamüle göre şehrin üç gün boyunca yağmaya açık hale gelmesi demekti (Emecen, 2001: 319). Aslında Fatih Sultan Mehmet Yeni Roma’yı kendisine başkent yapmayı tasarladığından şehrin mümkün olduğunca zarar görmemesini istiyordu. Bu nedenle başlangıçta yağmaya izin vermemişti. Ancak izin vermeye mecbur kalınca da gidişatı büyük bir titizlikle izlemişti (Belge, 2005: 54). Fatih Sultan Mehmet şehri sulh yolu ile fethetmiş gibi muamele etmiş, camiye çevrilenler dışında kalan kilise ve havralara hakkı olduğu halde dokunmamıştır. Ayrıca şehirde günlerce süren bir katliam da olmamıştır. Şehre giren Osmanlı kuvvetleri başlangıçta bazı yerleri tahrip ettilerse de Fatih’in şehre girişiyle birlikte akşama doğru her şey yatışmıştır. Fatih, Notaras’ı huzuruna çağırarak şehri teslim etmeyip mukavemet ederek meydana gelen felaketin, harabelerin ve muazzam esir kütlesinin sorumlusunun kendilerinin olduğunu sitemle ifade etmiştir (Karolidi, 2005: 103 not 102; Akgündüz, 1999: 107).

Aslında İstanbul 1204 yılında Almanya İmparatoru VI. Heinrich tarafından Yafa’yı almak için düzenlenen ancak amacından saparak İstanbul’un alınmasına sebep olan IV. Haçlı Seferinde üç gün, üç gece yağmalanmış şehir harabe halini almıştı. Burada yapılan yağma ve katliamlar, İstanbul’un fethi esnasında meydana gelen hadiselerle kıyaslanamayacak kadar büyük olmuştur (Karolidi, 2005: 103–104 not 107–109). Fetihten önce nüfusu bir hayli azalmış olan İstanbul tam bir harabe ve ölü şehir görünümünde idi. Fetihten sonra İstanbul mamur bir ticaret merkezi haline gelmiştir ki Rus tarihçi Ouspensky bile Türklerin 1204 yılında İstanbul’a giren Haçlı ordusundan çok daha insanca ve hoşgörülü davrandıklarını, eski eserleri koruduklarını ve hemen onarmaya giriştiklerini belirtmiştir (Akgündüz, 1999: 108 Karolidi, 2005: 103 not 107).

Thomson Wadsworth World History’de Fatih Sultan Mehmet ile ilgili bir minyatüre yer verilmiştir. Bu minyatürde Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı hükümdarlarının mutlak gücünü gösteren bir mendili sol eliyle tutmaktadır. Sağ eliyle de sanatın hamisi olduğunu gösteren bir gülü koklamaktadır (Dukier ve Spielvogel, 2006: 422)7.

Ders kitaplarında Fatih Sultan Mehmet ile ilgili ifade edilen tüm olumlu özelliklere rağmen Prentice Hall World History: The Modern World’te diktatörtlük şekillerinin anlatıldığı kısımda Fatih’in resmi de konulmuştur ki bu Fatih’in de bu kategoriye dâhil edildiğini gösterir (Ellis ve Esler, 2007: 736–737)8.

3.1.3. Yavuz Sultan Selim

Yavuz Sultan Selim’i “etkili ve büyük bir general” olarak niteleyen McDougal Littell World History, 1514’te Safevîleri Çaldıran Savaşı’nda yendiğini belirtmekte ancak savaşın sebebinden bahsetmemektedir (Beck vd., 2009: 509). Thomson Wadsworth World History’ye göre Çaldıran Savaşı’nın sebebi Safevîlerin Anadolu’da bulunan aşiretleri isyana kışkırtmaları ve Ortadoğu’ya uzanan Türk ticaret yollarına zarar vermeleridir (Dukier ve Spielvogel, 2006: 422)9.

7 Bkz. Ek–7

8 Bkz. Ek–8

McDougal Littell World History, Yavuz Sultan Selim’in Memlûkları yenip Mısır’ı ayrıca Kudüs, Mekke ve Medine gibi şehirleri ele geçirdiğine ve kendisini halife ilan ettiğine de değinmiştir:

“Cortes’in Amerika’da Aztek İmparatorluğu’nu yıktığı bir zamanda Selim’in İmparatorluğu da Mekke ve Medine’yi ele geçiriyordu. Sonunda İslam dünyasının entelektüel merkezi olan Kahire’yi aldı. Bir zamanların büyük medeniyeti olan Mısır büyüyen Osmanlı İmparatorluğu’nun bir başka eyaleti haline geldi” (Beck vd., 2009: 509).

Glencoe World History de “Selim’in kendini halife ilan ettiğini yani Hz. Muhammed’in halefi ve dinin savunucusu olduğunu” belirtmiştir (Spielvogel, 2008: 486).

3.1.4. Kanunî Sultan Süleyman

İncelenen kitaplarda Kanunî Sultan Süleyman Süleyman the Magnificent yani Muhteşem Süleyman olarak adlandırılmakta McDougal Littell World History ise ülkemizde de olduğu gibi Kanunî unvanını kullanmaktadır:

“Osmanlı İmparatorluğu Selim’in oğlu I. Süleyman tahta geçene kadar en geniş sınırlara ve en muazzam seviyeye ulaşamamıştı. Süleyman 1520’de tahta çıktı ve 46 yıl hüküm sürdü. Halkı onu Kanunî Sultan Süleyman olarak adlandırdı. O bununla birlikte Batı’da Muhteşem Süleyman olarak bilinmektedir. Bu onun saltanatının ve kültürel alandaki başarılarının ihtişamına bir atıftır.

Osmanlı İmparatorluğu’nu işleyen bir sosyal yapıda birleştirmek, Süleyman’ın en parlak başarısı idi. Bu büyük imparatorluğa verimli bir hükümet yapısı ve sosyal organizasyon gerekiyordu. Süleyman hem suçlar hem de sivil eylemler için kanun yaptı. O üstelik vergileri kolaylaştırdı ve sınırladı, hükümet bürokrasisini sistemleştirip azalttı. Bu değişiklikler vatandaşların çoğunun yaşam düzeylerini geliştirdi ve Süleyman’ın Kanunî unvanını almasını sağladı” (Beck vd., 2009: 509). Thomson Wadsworth World History’de Müslüman İmparatorluklar genel başlığı altında Mohaç Savaşı ile ilgili bir giriş yapılmış, burada Osmanlıların 100 bin askere ve 300 topa sahip olduklarına iki saat süren savaşı kazandıklarına, düşmanın 20 bine yakın kaybına karşılık 200 den az zayiat verdiklerine değinilmiştir. Bu

savaştan yarım asırdan az bir süre sonra yapılan Lepanto (İnebahtı) Savaşı’nı

Benzer Belgeler