• Sonuç bulunamadı

1.4. Sekülerleşme

1.4.2. Kutsala Dönüş

Uzun yıllar boyunca sosyal bilim literatüründe neredeyse tenkitsiz olarak kabul edilen sekülerleşme tezi, 2000’li yıllara gelindiğinde sorgulanmaya başlanmıştır. Batıda özellikle Amerika’da sosyal bilimciler tarafından ‘kutsalın geri dönüşü’ paradigması

30

ortaya konmuştur. Dahası, kimi sosyal bilimcilere göre kutsalın dönüşü kavramı yeterli değildi, çünkü o hiç gitmemişti. Dünya, günümüzde hiç olmadığı kadar dinin hakim olduğu bir dönem yaşıyordu. Dini yalnız sosyal bir kurumdan ibaret gören anlayış, dinin toplumda görünürlüğü ve kiliseye katılımı baz alarak modern toplumlarda dinin gerilediği sonucunu varmıştı. Fakat ortaya koyulan yeni paradigmaya göre din bir anlam sistemidir. Dini kurumların anlam kaybına uğraması, dinin bireysel düzeyde de anlam kaybı yaşadığı sonucunu vermemektedir. Paradigmaya göre din bireysel bilinçteki yerini daima korumaktadır. Dolayısıyla yeni paradigmaya göre, modernlik ve din arasındaki uyuşmazlığı tezi doğru değildir. Üstelik modernlik birçok seküler karşıtı paradigmaların doğmasına neden olmuştur. Batı toplumlarında yükselen yeni dini hareketler bu durumun en belirgin örneğidir. Diğer bir örmeği ise, büyüsel ve mistik uygulamaları bünyesinde barındıran Uzakdoğu şark dinlerinde, geleneksel dini formlar ve modern yaşam iç içedir. Yeni paradigmanın savunucularına göre sekülerleşme tezinin yanlışlığını gözler önüne seren bir diğer coğrafya ise İslam dünyasıdır. İslam dini ile modernleşme ve ilerleme arasında bir mutabakat söz konusudur. Yapılan araştırmalara göre modernleşmeyle birlikte Müslümanların dine bağlılıklarının arttığı görülmektedir (Köse, 2014: 7-9).

Bugün sekülerleşme tezinin sorgulanması esasen modernitenin dine düşman olduğu görüşünün sorgulanması anlamına geçmektedir. Karşıt paradigmaya göre modernlik ve din uyuşabilir. Din modern toplumlarda da etkisini eskiden olduğu gibi koruyabilmektedir. Seküler karşıtı paradigma savunucularının bir kısmına göre sekülerleşme zaten hiç gerçekleşmemiştir. Büyük bir çoğunluğu ise modern toplumların sekülerleşme eğiliminde olduğunu fakat bunun iddia edildiği kadar etkin olmadığı görüşünü savunmaktadır (Köse, 2014: 17).

Sekülerleşme tartışmasının en dikkat çeken isimlerinden biri hiç şüphesiz Peter Berger olmuştur. Kendisinin önceleri sekülerleşme tezinin savunucuları arasında yer almasına karşılık 1990’ların sonuna gelindiğinde ‘sekülerleşmiş bir dünyada yaşadığımız zannının yanlış olduğunu, bazı istisnalar hariç, dünyanın bugün alabildiğine dini bir dönem yaşadığını ve sekülerleşme teorisnin özünün kabul edilemeyeceği’ görüşündedir (Berger, 1996/97).

Sekülerleşme teorisinin yanlışlığını ortaya koymak adına birtakım önemli gelişmeler ileri sürülmektedir (Hadden, 1989). İkinci Dünya Savaşı sonrası dinde bir canlanmanın

31

meydana geldiğini gösteren önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bu çerçevede Tanrının dönüşü ve intikamından söz edilmiştir (Arslantürk, 1998).

20. yüzyılın ikinci yarısında kiliseler arası yaşanan mücadele sonucu kiliseler güç ve üye kaybederken, bu süreçte yeni dini hareketler ortaya çıkmıştır. Yine bu dönemde, hayatlarında dinin önemli olduğunu söyleyenlerin sayısında gözlenen azalma tersine dönmüştür. Bir diğer önemli gelişme, Orta Amerika ve Karayipler’den ABD’ye yapılan göçlerin sonucunda Amerikan toplumunda Katolik nüfus oranında bir artış gözlemlenmektedir. Esasen sekülerleşme tezinin modern toplumlardaki yaşanan bu yeni değişimleri açıklamasında yetersizliğine vurgu yapan çeşitli görüşler bulunmaktadır (Kirman, 2005).

Köse (2014)’ye göre sekülerleşme tezinin en çok tenkit edilen yönü bir Aydınlanma dönemi ideolojisini yansıtmasıdır. Dinin gerilemesi veya tamamen yok olması aydınlanmış kafaların hararetle istediği bir ilericilik ideolojisinin parçasıdır. Yani sekülerleşme teori olmaktan çok taraf olmuştur.

Sekülerleşme tezinin diğer bir yanılsamasına David Martin işaret etmektedir. Martin (1991), modern olanın yalnızda Batı toplumlarıyla özdeşleştirilmesi dünyanın diğer bölgelerinin sosyolojik açıdan geri kalmış olarak görülmesinin bir yanılgı olduğunu belirtmektedir.

Klasik sekülerleşme paradigmasına karşı olunan temel nokta, toplumsal seviyedeki sekülerleşmenin bireysel bilinç düzeyinde de gerçekleşmesinin zorunlu olarak görülmesidir. Bazı dini kurumlar belirli toplumlarda etkinliğini kaybetmiş olabilir. Fakat din, gerek eski inanç ve ibadet şekillerini sürdürerek gerekse yeni bir forma bürünerek bireylerin hayatlarında yerini korumaya devam etmiştir. Bu durum dinin önemsiz hale geldiğini göstermemektedir (Berger, 1996/97). Aynı şekilde Thomas Luckmann (2016) da ‘görünmeyen din’ kavramıyla, dinin modern toplumlarda kurumsal olarak gerilediği halde bireysel boyutta artan dini yönelimleri ifade etmektedir.

Peter Berger (1995), sekülerizm karşıtlığının ortaya çıkardığı bir gelişme olarak Batı toplumlarında hızlı bir biçimde yayılan astroloji ve ruhsal şifa çalışmaları ile rengini dinden alan ekolojik öğretilerin, doğal beslenmeye önem veren beden sağlığı ve kişisel gelişim ile ilgili akımların arka planında dinsel öğretilerin olduğunu iddia etmektedir.

32

Bu iddianın temelinde, bu akımların kabul gördüğü kesimlerin sekülerleşmenin etkin olduğu sınıf olmasıdır. Yan bu sosyal kesim, yeni dini oluşumlar vasıtasıyla kendi yaşamlarında olan bir boşluğu doldurmaktadır. Bu anlamda Berger’e göre bir seküler karşıtlığı söz konusudur.

Avrupa’da modernleşmeyle birlikte dinin görünürlüğünün azalması aslında hem sekülerleşme savunucuları hem de çoğu karşıt paradigma savunucuları tarafından kabul edilmektedir. Ama bu durumun başlı başına sekülerleşmeye kanıt olması konusunda tartışmalara neden olmaktadır. Önceki bölümde de belirtildiği gibi, dini kurumların postane şeklinde (Wilson, 1976: 19-21), ihtiyaç duyulduğunda gidilen bir yer, olarak algılanmaya başlanılması sekülerleşmeye bir delil olarak gösterilmektedir (akt., Köse, 2014: 23). Fakat anti seküler görüşlere göre postaneye gitmek haberleşme ihtiyacının yok olduğu anlamına gelmez. Dahası bu durum, bireysel haberleşme şekillerinin icat edildiğini gözler önüne serer (Köse, 2014).

Yeni paradigmaya göre modernleşme, bir yandan bireylere somut yararlar ve imkanlar sağlarken diğer yandan da kurumsal ve psikolojik anlamda hoşnutsuzluklara neden olmaktadır. Din bireylere teselli kabiliyeti sunarken modernleşmenin getirisi olan sekülerizm ise bireyleri maruz kaldıkları problemler konusunda teselli etme kapasitesinden mahrumdur. Bu anlamda modern toplumlarda dinin teselli kabiliyeti bireyler nezdinde bir güvenilirlik kazanmıştır. Bu açıdan bilim ve Aydınlanma düşüncesi, hiçbir zaman dünyayı anlamlandırma görevini tamamıyla devralamaz (Köse, 2014).

Berger’e (1996/97) göre, bugün dünya alabildiğince dini bir dönem yaşamaktadır. Önceleri sekülerleşme tezi literatürüne katkıda bulunan Berger, sekülerleşme teorisinin bazı yönleriyle geçerliliğini korusa dahi özü itibariyle geçerliliğinin söz konusu olmadığını belirtmektedir. O, Avrupa’daki dini manzarayı tanımlayan şeyin sekülerleşmeden ziyade kurumsallaşmış dinden kaçış olduğunu düşünmektedir. Yani bu durum din için bir yok oluş değil yer değiştirmedir. Üstelik dinler dünya çapında bir yükseliş yaşamaktadır. İnsanlık tarihi boyunca tecrübe edilerek kesinlik atfedilen dini değerlerin modernite tarafından tehdit edilmesi bu yükselişin birincil nedenidir. Bu değerlere modern toplumlarda yeniden kesinlik atfeden yeni dini hareketler insanları cezbetmektedir. Berger dini hareketlerin rağbet görmesi konusunu, insanların dine her

33

zaman ihtiyaç duymasıyla açıklar. Asıl hayret edilmesi gereken şeyin dinin var olmaması olduğu görüşündedir.

Seküler karşıtı paradigmanın önemli isimlerinden olan Rodney Stark (2000), Avrupa’daki dini katılımda bir düşüşün gözlenmediğini, dahası Kuzey ve Batı Avrupa’da dini katılımların modernleşme sürecinden çok daha önce düşük olduğunu belirtmektedir. 13. Yüzyılda toplumun çoğunluğu kiliseye gitmemektedir. Fakat kiliseye katılımın az olması, Ortaçağ döneminde bireylerin inançsız olduğu anlamana da gelmemektedir. İnsanların çoğunluğunun, büyü ve animizm unsurları barındırsa da, dini inançları vardı. Dini pratikleri yerine getirmedikleri için din toplumda görünür değildi. Ama bireysel anlamda inançlılardı. Dolayısıyla geçmişte inancın yaygın olması günümüz Avrupa toplumunun sekülerleştiği anlamına gelmemektedir. Çünkü bu bahsedilen durum günümüz için de geçerlidir. Günümüzde Avrupa’da dini katılım oranları Amerika’ya göre daha düşüktür. Fakat bireysel inanç açısından bakıldığında iki toplum arasında bir fark görülmemektedir.

Sekülerleşme teorisine yöneltilen eleştiriler değerlendirildiğinde, sekülerleşmenin bir teori olmadığı ve ampirik verilerin sekülerleşmenin öngörülerini doğrulamadığı sonucuna ulaşılmaktadır. Özellikle 1960’lı yıllarda ortaya çıkan yeni dini hareketler, dinde bir canlılığın yaşanmasına neden olmuştur. Bu hareketlerin sekülerleşme tezi tarafından göz ardı edildiğini iddia etmişlerdir. Fakat bazı sosyal bilimciler de yeni dini akımlarda gözlenen artışın sekülerleşmenin bir delili olduğu görüşünü savunmaktadır (Kirman, 2005).

Sözü edilen klasik sekülerleşme paradigması ve onun karşısında yer alan yeni paradigma, din ve modernite ilişkisi bakımından birbirine zıt kutupları ifade etmektedir. Bunların yanında bir de üçüncü eklektik paradigma (Özay, 2007: 204) gelişmiştir. Bu paradigmaya göre ise, modernlik ve dinsellik birbirine karşıt olgular değildir. İkisi de aynı anda bir arada bulunabilmektedir. Bu yaklaşım, Batı dışı toplumlardaki modernite ve din ilişkisi sentezlenmesini ön plana çıkararak görüşünü desteklemektedir.

Bu anlayışa göre, din popüler kültürdeki görünürlüğünü kaybetmemiş fakat aynı zamanda modernleşme ve sekülerleşme süreçlerinden de etkilenmiştir. Buna karşılık sekülerleşme olgusu da dine karşı eski sert tavrını değiştirmiştir. Sekülerleşme ile birlikte din toplumdaki fonksiyonunu ve anlamını yitirmemiştir. Aksine din ve

34

modernlik sentezi sonucu yeni dini anlayışların ortaya çıkmış ve din yalnızca şekil değişikliğine uğramıştır. Dolayısıyla sekülerleşme dini yok eden bir olgu değil sadece dini değişimin habercisidir (Köse, 2014: 174).