• Sonuç bulunamadı

KISSATÜ’L-ĞURBETİ’L-ĞARBİYYE (BATI SÜRGÜNÜ) HİKÂYESİNİN ÇEVİRİSİ

KISSATÜ’L-ĞURBETİ’L-ĞARBİYYE (BATI SÜRGÜNÜ) HİKÂYESİ

2. KISSATÜ’L-ĞURBETİ’L-ĞARBİYYE (BATI SÜRGÜNÜ) HİKÂYESİNİN ÇEVİRİSİ

Bütün övgüler âlemin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Selam, seçtiği kulları özellikle efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) ailesi ve tüm dostlarının üzerine olsun.

“Hay b. Yakzan” (dirinin oğlu canlı) hikâyesini okuduğumda her ne kadar ilginç, ruhanî sözleri ve derinlikli işaretleri içerse de onu ilahî mektuplarda saklı, hekimlerin sembollerinde gizli ve Hay b. Yakzan’ın yazarının kaleme aldığı “Salaman ve Absal” hikâyesinde de örtük olan büyük olay yani büyük sarsıntıya (tâmetu’l kubra) değinen işaretlerden yoksun buldum. Tasavvuf takipçilerinin ve mükaşefe ehlinin makamlarının dayandığı bir sır vardır. Hay b. Yakzan risalesinde kitabın sonlarında yer alan “insanlardan biri ona yaklaşabilir” cümlesinden sonuna kadar olan kısım hariç bu sırra dair herhangi bir işaret yer almaz. Bu yüzden ben Batı Sürgün Hikâyesi adıyla bazı kıymetli dostlar için hikâye tarzında o sırdan kısmen söz etmeye koyuldum. Giriştiğim her işte olduğu gibi (bunda da) Allah’a tevekkül ediyorum.

456

Kardeşim Asım’la birlikte yeşil denizin sahilindeki kuşları avlamak üzere maveraunehir diyarından batı diyarına yolculuğa çıktık. Derken ansızın “halkı zalim olan” bir köye yani Kayravan şehrine düştük. Buranın halkı bizim gelişimizi haber aldıklarında ve Şeyh Hadi b. El Hayr Yemanî’nin çocukları olduğumuzu öğrendiklerinde bizi kelepçe ve zincirlerle bağlayıp esir aldılar.

Dipsiz derinlikte bir çukurda zindana kilitlediler. Kuyunun üzerinde bizim gelişimizle beraber, üzerinde çok sayıda burçlar bulunan sağlam bir köşk inşa ettiler. Ve bize “geceleyin yapayalnız (mücerred) köşke çıkmanızda bir sakınca yoktur. Ancak gündüz olduğunda yeniden köşkten kuyuya inmeniz gerekmektedir” dediler.

O kuyunun dibinde iç içe geçmiş bir karanlık vardı. Öyle ki elimizi uzattığımızda neredeyse onu bile göremiyorduk. Biz ancak geceleyin köşke gidiyor ve her an sabah olur endişesiyle delikten fezaya bakıyorduk.

Uzun süre sonra Yemen tarafından müzeyyen tahtlar üzerinde bize güvercinler gelerek oranın canlı yeşillikleri hakkında haberler veriyorlardı. Bazen bizi görmeye geldiklerinde ise doğunun sağ yanında parlayan Yemenî parıltılarını ve Necd yolundan gelecek olanlardan haber veriyorlardı. (Bununla beraber) erak (misvak) ağacından gelen esintiler şevkimize şevk katıyordu. Böylece biz vatanımızı görmenin arzusu ve özlemiyle bekliyorduk.

Bu şekilde geceleri yukarıda gündüzleri ise aşağıdaydık. Ta ki mehtapla aydınlanmış bir gecede delikten bir hüdhüdün bize doğru geldiğini ve gagasında Eymen vadisinden (o kutlu yerdeki vadinin sağ yanında olan ağacın tarafından) gelen bir mektupla bize doğru geldiğini gördük. (Hüdhüd yanımıza gelince) bize şöyle dedi: “Ben sizin kurtuluşunuz için çok uzaklardan geldim ve size ‘Sebe’den kesin bir bilgi getirdim. Sizin buradan kurtulmanız için bir yol biliyorum ve bu yol babanızın mektubunda açıklanmıştır.” Biz mektubu okuduğumuzda orada şunları gördük: “Babanız Hadi’den size Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Sizi teşvik ettik, siz istemediniz. Sizleri çağırdık, yola düşmediniz. Ve size işaret ettik anlamadınız.”

Mektubun devamında şunlar yazılıydı: “Ey falan kişi! Kardeşinle birlikte kurtulmak istiyorsan yolculuğa çıkmada gevşeklik gösterme ve ipimize sarıl. Ve o

güneş tutulma (küsuf) bölgeleri üzerinde egemen olan kutsal felek cevzeherdir. Karıncalar vadisine ulaştığında eteği çek (el etek çek) ve de ki: ‘ölü iken bizi dirilten Allah’a hamdolsun. Diriliş ve dönüşümüz O’nadır.’

Ve karını öldür. “Çünkü o, geride kalanlardandır.” Emrettiğimiz şekilde git ve gemiye binerek şöyle de: ‘Akması da durması da Allah’ın adıyladır'. (Bismillahi mecrâhâ ve mursâhâ)” Böylece mektupta yolda olabilecek her şey açıklanmıştı.

Hüdhüd ayrılınca güneş başımızın üzerine yükselmişti. Gölgenin kenarına ulaştığımızda gemiye bindik, dağ gibi olan dalgalar arasında akmakta olan gemi ile babamızın mabedini ziyaret etmek üzere Tur-i Sina’ya gitmek istedik.

Derken benimle oğlum arasında dalga perde oldu ve o boğuldu. Ve sabahın bize yakın olduğunu anladım. Anladım ki içinde kötülüğün işlendiği memleketin altı üstüne gelecektir. Ve üzerine çakıl ve taşlardan yağmur yağacaktır.

Dalgaların azgınlaştığı ve suların alt üst olduğu yere vardığımızda sütannemi tutup suya attım. “Tahtadan yapılmış liflerle bağlanmış ve çivilerle çakılmış” bir gemiyle yol alıyorduk. Ve arkamızdaki “Her gemiyi zorbalıkla ele geçiren” padişahın korkusundan gemiyi deldik. Derken bu dolu gemi bizi Yecüc ve Mecüc dağına ulaştırdı. O esnada yanımda cinler vardı. Cinlere kor oluncaya kadar bakıra üfürmeye devam etmelerini emrettim. Sonra kendim ile Yecüc ve Mecüc arasında o eritilmiş bakırla bir set çektim. Böylece rabbimin vaadi gerçekleşmiş oldu.

Yolda Ad ve Semud kavminin kafataslarını gördüm ve “çardakları altüst olmuş” bu diyarı dolaştım. Sakaleyn’i feleklerle birlikte tuttum. Ve onları kendi yaptığım üzerinde çizgiler bulunan cam bir şişeye koydum.

Sonra nehirleri göğün ciğerlerinden söktüm. Değirmenin suyu kesildiğinde değirmen yıkıldı ve cevher cevhere kavuştu. Cevher cevhere ulaşınca esîr oldu. Ve güneş, ay ve diğer yıldızları öğütsün diye felekler feleğini göklerin üzerine fırlattım. Sonra Allah’ın sayesinde onlardan çıkılan on dört tabut ve on kabirden kurtuldum. Nitekim insanlar Allah sayesinde bunlardan çıkar ve kutsal göğün tutmasıyla beni tutarlar.

Sonra Allah’ın yolunu gördüm ve doğru yolun bu olduğunu anladım. Kız kardeşimi ve ehlimi aldım, örttüm, “Allah’ın tarafından bir azaba uğramalarından” aldım (korudum). Karanlık geceye az miktar kalmışken kardeşimin sıtma ve kâbusu yoğun bir saraya dönüştü. Sonra kendisinden bir ışık yayılan ve onun işrâkından ev sakinlerinin aydınlandığı bir meşale gördüm. Meşaleyi altında Kızıldeniz, üstünde yıldızlar bulunan dulap burcundaki ejderhanın ağzına yerleştirdim. Bunun yaydığı ışığı (işrâkı) ancak “Allah ve ilimde derinleşenler” bilir.

Sonra aslan ve boğa burçlarının kaybolduğunu, yay ve yengeç burçlarının ise dürüldüğünü, terazi burcunun sabit kaldığını, oluş ve bozuluş âleminde elemetler âleminin açılarını örümceklerin ördüğü perdenin arkasında yemanî yıldızın doğduğunu gördüm.

Bizimle beraber bir koyun vardı. Onu sahrada serbest bıraktık. Sonra yer sarsıntıları onu helak etti ve ona yıldırım çarptı. Mesafe bitip yol sona erdiğinde ve koni şeklinde olan tandırda “sular kaynadığında” yüce cisimler gördüm. Onlarla birleştim, nağmelerini ve destanlarını dinledim ve onların şiir ve ahenklerini okumayı öğrendim. Bunların ses ve melodileri kayaya çarpan zincirin sesleri gibi kulağımda yankılanıyordu.

Aldığım lezzet üzerine neredeyse damarlarım ve sinirlerim kopup eklemlerim birbirinden ayrılacaktı. Bulutlar dağılıp plasenta (meşime) parçalanıncaya kadar bu durumda kaldım. Mahzenlerden ve mağaralardan dışarı çıktım. Hücrelerden aşağı indim ve ab-ı hayata yöneldim. Bir dağın tepesinde neredeyse dağ kadar büyük olan bir kaya parçasını gördüm.

Ab-ı hayat çeşmesinde yüzen ve o büyük kayanın gölgesinde huzur bulan balıklara sordum: “Bu yüksek dağ ve bu büyük kaya nedir?” Denize açılan güzergâhlardan birinde yol almakta olan bir balık şöyle dedi: “Bu tam da istediğin şeydir. Bu dağ Tûr-i Sîna’dır ve bu büyük kaya senin babanın sağlam mabedidir. Sordum: “Bu balıklar nedir?” Dedi: “Senin gibi insanlardır. Siz aynı babanın çocuklarısınız. Senin başına gelenler onların da başına gelmiştir. Öyleyse onlar da senin kardeşlerindir.”

Bunları işittiğimde içtenlikle onayladım. Onları kucakladım. Onlarla mutlu oldum ve onlar da beni görmekle sevindiler. Dağa çıktım. Babamızı gördüm. Göklerin ve yerlerin onun ışığının parlaklığından dolayı neredeyse çatlayacak olan büyük pîr, babamızı gördüm. Büyük bir hayranlıkla ona kilitlendim. Ve ona doğru yürüdüm. Beni selamladı ve ben secdeye kapandım. Onun parlak ışığında yanmak üzereydim. Bir müddet ona baktıktan ve yanımda kaldıktan sonra Kayravan zindanından şikâyet ettim. Bana şöyle dedi: “İyi kurtulmuşsun ama çaresiz batı zindanına döneceksin. Ve henüz bütün bentleri söküp atmamışsın.” Onun bu sözlerini işittikten sonra sersemleştim, ölümü yakın olan birinin inlemesi gibi inledim ve ağladım. Baba şöyle devam etti: “Bu defa dünyaya dönmek zorundasın. Ama seni iki şeyle müjdeliyorum. İlki zindana döndükten sonra bize yeniden kavuşabilir ve cennetimize dönebilirsin. İkincisi ise en sonunda dönecek, kurtulacak ve bütün o sürgün şehirlerini terk edeceksin.”

Söyledikleriyle ferahladım. Sonra bana şöyle dedi: “Bu da Tûr-i Sîna’dır. Ve bu dağın üstünde babamın ve dedenin meskeni vardır. Benim ona göre konumum senin ona göre konumun gibidir. Bizim başka dedelerimiz de vardır. Soyumuz babası ve dedesi olmayan büyük ceddimiz melikte son bulur. Biz hepimiz ona bağlıyız. Onunla aydınlanır ve onunla nurlanırız. Ve o gerçek yüce azamet sahibidir. Yücelerin yücesi ve nurların nurudur. Ve her şey “O’nun pak zatı dışında” sonlu ve yok olucudur.”

Ben bu hikâyenin içinde iken fenalaştım. Batı diyarında layık olmayan bir topluluk arasında Batı sürgün diyarının zindanına düştüğümü gördüm. Ne ki tarifi imkânsız bir zevk damağımda kaldı. Derken feryat etmeye, ağlamaya başladım ve ayrıldığım yere karşı oldukça hayıflandım. Bu rahatlık çarçabuk gelip geçen hoş bir rüya gibiydi.

Allah bizi tabiatın esaretinden ve heyulî (maddi) bağlardan kurtarsın. “De ki Allah’a hamdolsun. Ayetlerini size çok geçmeden gösterecektir. Böylece siz onları bilip tanıyacaksınız. Senin Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir.” “De ki hamd Allah’ındır. Onların çoğu bilmezler.” Selam peygamber ve Ehl-i Beytinin üzerine olsun.

3. KISSATÜ’L-ĞURBETİ’L-ĞARBİYYE (BATI SÜRGÜNÜ)