• Sonuç bulunamadı

BİRİNCİ BÖLÜM AKL-I SURH (KIZIL AKIL)

2. AKL-I SURH (KIZIL AKIL) HİKÂYESİNİN ÇEVİRİSİ

Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla

Her iki âlem mülkünün sahibi olan Sultan’a şükürler olsun.. Var olan her şey O’ndandır. Var olan her şey O’nun varlığıyladır. Var olacak her şey O’nun varlığından olacaktır. O Evvel’dir, Âhir’dir ve Zâhir’dir, Bâtın’dır ve O her şeye âlimdir.

Selâm ve duâ yaratılmışlara, gönderdiği elçilerine özellikle de Onunla nübüvveti sonlandırdığı Muhammed muhtâra, ashabına ve din âlimlerine –Rızvanullahi Aleyhim Ecmaîn- olsun.

Dostlardan aziz bir dost bizden bir sual etti: “Kuşlar birbirinin dilini bilir mi?”

Dedim: “Evet bilirler” dedi: “Sen nerden biliyorsun?” Dedim: “Hakikatin musavviri bidayette beni yaratmak istediğinde beni de bir atmaca sûretinde yarattı. Benim bulunduğum o ülkede başka atmacalar da vardı. Birbirimizle konuşur, birbirimizi duyardık ve birbirimizin sözlerini anlardık.”

“Peki, şu anki hal nasıl oluştu?” dedi?

Dedim: Bir gün kaza ve kader avcıları takdir tuzağını kurdular ve irâde tanelerini (yem) oraya yerleştirdiler. Böylece beni bu yolla esir ettiler. Daha sonra benim yuvam olan o vilayetten diğer bir vilayete götürdüler. O an iki gözümü kapatıp üstüne dört farklı bent (perde) çektiler ve on kişiyi; beşini önleri bana dönük sırtları dışarıya ve beşini de sırtları bana dönük önleri dışarıya bakar vaziyette üzerimde nöbetçi kıldılar. Sırtları bana ve yüzleri dışarıya dönük olan beş kişi beni şaşkınlık (tahayyür) âlemine

koydular ve böylece kendi yuvam olan o vatanı ve bildiğim her şeyi unuttum. Artık ezelden beri böyle olduğumu sandım. Bir müddet böyle devam ettiğinde gözlerim biraz açıldı. Görebildiğim kadar etrafa baktığımda daha önce görmediğim şeyleri görüyor ve gördüklerime şaşırıyordum. Böylece günden güne gözlerim biraz daha açıldı ve ben (yeni) gördüğüm her şeye daha çok şaşırıyordum…

Sonunda gözlerimin hepsini açtılar. Bu şekildeki dünyayı bana gösterdiler. Üzerime çektikleri bentlerin altında ve nöbetçilerin arasından bakıyor ve kendi kendime şöyle diyordum: Acaba bir gün bu dört farklı bendi üstümden çekecek, bu nöbetçiler yakamdan düşecek ve kanatlarım açılacak mı ki biraz havada uçabileyim ve kayıtlardan kurtulabileyim?

Bir müddet sonra günlerden bir gün bu müvekkillerin (nöbetçileri) benden gafil olduklarını gördüm. Bundan daha iyi bir fırsat bulamayacağımı düşünerek yavaşça bir köşeye sürünerek çekildim, üzerimdeki bent ve zincirlerle aksayarak sahraya doğru yöneldim.

O sahrada bana doğru gelen birisini gördüm ve hemen yanına gittim. Onu selamladım. Bütün içtenliğiyle selamıma karşılık verdi. O şahsa baktığımda yüzünün ve sakallarının kızıl olduğunu gördüm. Genç birisi olduğunu sandım. “Ey genç! Nerden geliyorsun?” diye sordum. “Evlat! Bu hitabın yanlıştır. Ben yaratılışın ilk çocuğuyum ve sen beni genç diye mi çağırıyorsun?” diye cevap verdi. “Niçin sakal ve saçların beyazlamamış?” dedim. “Benim saç ve sakalım beyazdır ve ben nuranî bir yaşlıyım. Seni tuzağa düşüren avcılar ve sende bu muhtelif bent ve sınırları koyan, sana vekiller tayin eden beni de ne zamandır siyah (karanlık) bir çukura attı. Beni kızıl görmen ondandır. Yoksa ben beyaz ve nuranîyim. Her nurlu beyazlık siyahla karıştığı zaman kızıl görünür. Tıpkı beyaz olup güneşin ışınlarıyla aydınlanan bir tarafı aydınlığa bakıp beyaz ve bir tarafı da siyah ve karanlık kalan akşamın ilk şafağı yahut seherin sonu da kızıl görünür. Ayın on dördünün yüzeyi doğuşu sırasında her ne kadar müstakil bir aydınlığa sahipse ve nurla nitelendirilse de bir tarafı gündüze bir tarafı da geceye baktığından kızıl görünür. Kandil de aynen böyledir. Alt tarafı beyaz ve üst tarafı da siyah duman olduğunda ateş ve duman arası kısım kızıl görünür. Buna benzer örnekler çoktur…”

-Sonra “Ey yaşlı! Nereden geliyorsun?” dedim. “Benim yurdum ve senin yuvanın da bulunduğu ancak onu unuttuğun Kafdağı’nın ardından (geliyorum)” dedi. “Sen orada ne yapıyordun?” dedim. “Ben seyyahım. Her daim dünyanın dört bir tarafını gezer ve ilginçlikleri temaşa ederim” dedi. “Dünyada ne tür ilginçlikler gördün?” dedim. “Yedi şey” dedi: “ İlki yurdumuz olan Kafdağı, ikincisi geceyi aydınlatan cevher, üçüncüsü Tuba ağacı, dördüncüsü on iki âlem iş yeri, beşincisi davudî zırh, altıncısı cevherden keskin kılıç, yedincisi hayat suyu (çeşmesi).

“Bana bunları anlat” dedim. “ İlki olan Kafdağı yerküresinin dışındadır ve on bir dağdan oluşur. Ve sen bentlerden kurtulursan oraya varacaksın çünkü seni oradan getirmişlerdir ve var olan her şey sonunda (üzerinde bulunduğu-aslına) ilk şekline dönecektir.”

“Oraya nasıl yol bulabilirim?” diye sordum. “Yol zorludur. Kafdağı’ndan önce önüne (ayrı) iki dağ çıkacak. Biri sıcak bölge diğeri de soğuk bölgedir. Oradaki sıcaklık ve soğukluğun sınırı yoktur.” “Bu kolay olur, sıcak iklimleri kışın ve soğuk iklimleri yazın geçerim” dedim. “Hata edersin. O ülkenin havası hiçbir mevsimde değişmez” dedi. “Bu dağların mesafesi ne kadardır” diye sordum. Şöyle dedi: “Yüzünü ilk makama yeniden çevirebildiğin süre kadardır. Tıpkı bir ayağı merkezi bir noktada sabit ve diğer ayağı başlangıç noktasından hareket edip ilk noktaya varıncaya kadar dönen pergel gibi.”

“Bu dağ delinmez mi ve açılan delikten geçilmez mi?” dedim.

“Delmek mümkün değil. Ancak yeteneği (potansiyeli) olan kimse delmeksizin bir anda onları geçebilir. Tıpkı avucunu ısıtıncaya kadar güneşe doğru tuttuğunda ve belesen yağından bir damlayı avucuna damlattığında, yağın içinde bulunan özellikten dolayı (avucu delmediği halde) avucun dışına taşan belesen yağı gibi. O halde eğer sen o dağı geçme yeteneğini kazanırsan bir göz açıp kapama süresince her iki dağdan da geçersin” dedi.

“Bu yeteneği nasıl elde edebilirim?” dedim. “Eğer anlayacaksan söz arasında söylerim” dedi.

“Eğer kişi bilge ise kolay olur. Bazıları sürekli bu iki dağda esir kalır. Bazıları üçüncü dağa ulaşır ve orada kalırlar. Bazıları dördüncüsü ve beşincisinde... Böylece on birinci dağa ulaşıncaya kadar böyle devam ederler. Her bir kuş ne kadar zeki olursa o kadar ilerler” dedi.

Kafdağı’nı açıkladığın gibi geceyi aydınlatan cevheri de açıkla” dedim.

“Geceyi aydınlatan cevher de Kafdağı’ndadır. Ama üçüncü dağdadır. Ve onun varlığından dolayı karanlık gece aydınlanır ancak sürekli istikrar göstermez. Onun aydınlığı Tuba ağacı sayesindedir. Ne zaman Tuba ağacının karşısına geçerse senin bulunduğun taraftan tıpkı aydınlık bir halka gibi komple aydınlık görünür. Tuba ağacına daha çok yakın olmak için onun bir bölümü biraz daha ileri giderse dairesinin bir bölümü kararır. Ve geri kalan kısımları aydınlık görünür. Tuba ağacına yaklaştıkça senin bulunduğun taraftan aydınlığından bir miktar kararır. Ancak tuba ağacının tarafı aynı şekilde yarısı aydınlık olur. Tuba ağacının önüne tamamı düştüğünde ise sana bakan tarafının tamamı siyah görünür ve Tuba ağacına bakan taraf aydınlık. Yine ağacı geçtiğinde bir miktar aydınlık görünür ve ağaçtan uzaklaştıkça senin tarafına bakan kısmın aydınlığı daha çok belirginleşir.

Bu nur olan şeylerin terakki etmesinden değil ama onun yüzeyi daha çok nur alır ve siyahlık (karanlık) azalır. Aynı şekilde yeniden onun karşısına düşerse onun bütün yüzeyi ışık alır.

Bu şunun örneğidir: Bir halkayı ortasından delersin ve o deliğe bir şeyi geçirirsin, o sırada bir kabı suyla doldurursun ve bu halkayı o kabın üzerine koyarsın. Öyle ki halkanın bir yarısı suda olacak şekilde koyarsın. Şimdi bir anda on kere halkanın dört bir tarafı su ulaşmış olsun. Ancak eğer biri onu suyun altından görürse sürekli halkanın bir yarısını suda görmüş olur. Yine eğer o bakan kişi doğrudan kabın altından ortasına bakarsa kabın ortasında bulunan ondan daha ilerde bir parça görür. Halkanın bir yarısı suda görülmez. Çünkü kabın ortasından bir tarafa daha çok meylettiği için o halkanın bir kısmı görenin görme alanında olmadığından görülemez. Ancak o göremediği kısmın yerine bu kez sudan bir miktar boş görür. Ve ne kadar tasın kenarına doğru bakarsa sudakini daha az ve boş sudan daha fazla görür. Çünkü doğrudan kabın kenarından bakarsa bir yarısını suda ve diğer yarısını da suyun dışında

görür. Aynı şekilde yukarıdan kabın kenarına baktığında sudakini daha az ve suda olmayanı da daha fazla görür. Hatta kabın üstünün tam ortasından tamamen halkaya bakarsa halkayı tamamen suyun dışında görür. Eğer birisi kendi kabının altından ne suyu ne de halkayı gördüğünü söylerse biz ona eğer su kabının kristal ya da daha şeffaf bir şey olması şartıyla görebileceğini söyleriz. Şimdi halkanın ve su kabının mevcut iki yuvarlağını da seyirci böylece görebilir. Ancak geceyi aydınlatan cevher ve tuba ağacı da bu halka örneğinden yola çıkarak görülebilir.”

Pîre Tuba ağacının ne olduğunu ve nerede bulunduğunu sordum.

“Tuba ağacı büyük bir ağaçtır. Cennetlik insanlar cennete gittiklerinde bu ağacı orada görürler. Daha önce açıkladığımız on bir dağdan bir dağ vardır ki bu ağaç o dağdadır” dedi.

“Hiç meyvesi var mıdır?” dedim.

“Bu dünyada gördüğün her meyve o ağaçta da bulunmaktadır. Gördüğün bütün bu meyveler aslında onun ürünüdür. Eğer o Tuba ağacı olmasaydı sen asla ne meyve, ne ağaç, ne çiçek ne de bitki görürdün” dedi.

“Meyve, ağaç ve çiçeklerin Tuba ağacıyla nasıl ilişkisi vardır?” dedim.

“Tuba ağacının üstünde Sîmurg’un yuvası vardır. Sabahları Sîmurg yuvasından uçar ve kanatlarını yere yayar. Onun kanatlarının etkisiyle ağaçta meyve yerde ise bitki biter” dedi.

Pîre şöyle dedim: “Sîmurg’un Zal’ı büyüttüğünü ve Rüstem’in de Sîmurg’un yardımıyla İsfendiyar’ı öldürdüğünü duydum.”

Pîr: “Evet doğrudur” dedi.

“Nasıl oldu?” dedim.

Şöyle dedi: “Zal doğduğunda saçları ve yüzü beyazdı. Babası Sam Zal’ı sahraya atmalarını emretti. Ona hamileyken büyük acılar çeken annesi oğlunun kötü görünümlü olduğunu gördüğünden dolayı buna razı oldu. Böylece Zal’ı sahraya bıraktılar. Mevsim

kış ve hava soğuktu. Kimse Zal’ın uzun zaman hayatta kalabileceğine ihtimal vermezdi. Bir müddet sonra annesi iyileştiğinde içinde yavrusunun şefkati nüksetti ve yavrusunun durumunu öğrenmek üzere onu bıraktığı sahraya gitmeye karar verdi. Sahraya vardığında yavrusunu canlı buldu ve Sîmurg’un ona kanat gerdiğini gördü. Zal annesini gördüğünde ona tebessüm etti. Annesi onu kucakladı, emzirdi ve eve götürmek istedi. Ancak yavrusunun birkaç gündür nasıl hayatta kaldığını öğrenmeden eve dönmemeye karar verdi. Zal’ı Simurg’un ona kanat gerdiği o yere bıraktı ve oraya yakın bir yere gizlendi. Akşam olduğunda ve Simurg o sahradan ayrıldığında bir ceylan Zal’ın başının üstüne kadar geldi ve memelerini Zal’ın ağzına koydu. Zal süt içtikten sonra ceylan, Zal’a herhangi bir zarar gelmesin diye Zal’ın üstüne çömelerek yattı. Anne kalktı, ceylanı yavrusunun üstünden uzaklaştırdı ve onu eve doğru götürdü.”

Pîre dedim: “Bu olayın sırrı (hikmeti) nedir?” Pîr: “Ben bu durumu Sîmurg’a sordum. Sîmurg dedi ki Zal Tuba (ağacının) gözetiminde dünyaya geldi. Biz helak olmasını engelledik. Ceylan yavrusunun bir avcının eline geçmesini ve onun kalbinde Zal’a karşı bir (ana) şefkati uyanmasını sağladık. Böylece ceylan onu geceleyin korudu ve emzirdi. Gündüz ise ben ona kanat gerdim.”

“Peki, Rüstem ve İsfendiyar?” dedim. “Şöyle oldu” dedi:

“Rüstem İsfendiyar’a karşı aciz kaldı ve yorgunluktan evin yolunu tuttu. Babası Zal, Sîmurg’a yalvarıp yakardı. Sîmurg da öyle bir özellik vardır ki eğer bir ayna ya da onun benzeri bir şeyi Sîmurg’a karşı tutarlarsa o aynaya bakan her göz kamaşır. Bunu bilen Zal demirden cilalanmış parlak bir kalkan yaptı ve Rüstem’e giydirdi. Başına da parlak bir miğfer geçirdi. Atına da aynı şekilde parlak aynalar bağladı. Derken Rüstem’i Sîmurg’un yanından (savaş) meydanına gönderdi. Böylece İsfendiyar’ın Rüstem’le karşılaşma anı gelip çattı. İsfendiyar Rüstem’e yaklaşınca Sîmurg’un ışığı kalkana ve aynaya çarptı. Böylece kalkan ve ayna İsfendiyar’ın gözüne yansıdı. Gözleri kamaştı ve göremez oldu. İsfendiyar her iki gözünün de darbe aldığını zannetti. Çünkü artık onu göremiyordu. Sonunda attan düştü ve Rüstem’in eliyle öldürüldü. Anlatılan ılgın ağacının iki dalından (ok) kasıt Sîmurg’un iki kanadıdır.”

“Bilmeyen böyle düşünür. Oysa her zaman bir Sîmurg Tuba ağacından yeryüzüne iner ve yeryüzünde bulunun her şey onunla yok olur.

Sîmurg Tuba ağacından yeryüzüne geldiği gibi aynı şekilde on iki iş yerine gider.”

“Ey pîr! Bu on iki işyeri nedir?” dedim. Dedi:

“İlk olarak bil ki, padişahımız mülkünü âbâd etmek istediğinde önce vatanımızı âbâd etti. Sonra bizi işe aldı ve on iki işyeri kurmamızı emretti. Ve her bir işyerinde bir yardımcı tayin etti. Sonra bu yardımcıları çalıştırdı ve böylece o on iki işyerinin altında bir diğer işyeri oluştu. Bu işyerine bir üstat tayin etti. Sonra o üstat işe koyuldu ve böylece o işyerinin altında bir diğer işyeri meydana geldi. O sırada ikinci üstat işe koyuldu ve aynı şekilde işyerinin altında ikinci bir işyeri ve bir başka üstat böylece yedi işyeri ve her bir işyerinde de bir üstat belirlenmiş oldu. Padişahımız on iki evde bulunan her bir öğrenciye bir elbise (hil’at) verdi. Sonra birinci üstada bir elbise verildi ve on iki işyerinden iki işyerini ona teslim etti. İkinci üstada da hil’at vererek ona da on iki işyerinin diğer ikisini teslim etti. Üçüncüsünü de aynı bu şekilde yaptı ve dördüncü üstada her on iki işyerini de gözetmesi için herkesinkinden daha güzel bir elbise (hil’at) verdi ve söz konusu on iki işyerinden birini ona verdi. Beşinci ve altıncısını da birinci, ikinci ve üçüncüye verdiği gibi verdi. Sıra yedinci ustaya gelince on iki işyerinden kalan sonuncusunu ona verdi ve ona hiç elbise vermedi. Bunun üzerine yedinci üstat feryat etti ve her üstada iki işyeri verilmesine rağmen kendisine bir işyeri verildiğini ve hepsine elbisenin verilip kendisine herhangi bir elbise verilmediğinden dolayı feryat etti. Padişah onun işyerinin altında iki işyerinin inşa edilmesini ve onların idaresinin ona verilmesini emretti. Ayrıca bütün işyerlerinin altında bir ekin tarlasını kazmalarını ve o tarlaların sorumluluğunu da yedinci ustaya verilmesini ve dördüncü üstadın eski elbiselerinden yedinci üstada verilmesini emretti. Onların elbiseleri Sîmurg hakkında yaptığımız açıklamada geçtiği gibi yenilenmekteydi.”

“Ey pîr! Bu işyerlerinde ne dokurlar?” dedim.

“Genellikle ipek ve kimsenin anlamadığı her şeyi dokurlar. Yine bu işyerlerinde Davudî zırh da dokurlar” dedi.

“Davudî zırh nedir ey pîr!” dedim.

“Davudî zırh senin üzerine koydukları bu muhtelif bentlerdir” dedi.

“Bunu nasıl yaparlar?” dedim.

“Yukarıdaki on iki işyerinden üçünde bir halka oluştururlar. O on iki kapıyla dört tamamlanmamış halka yaparlar. Sonra o dört halkayı her biri onun üzerinde bir işlem yapsın diye bu yedi üstada takdim ederler. Yedinci üstadın eline geçince ekin tarlasına doğru gönderirler ve (burada bu halkalar) uzun süre eksik kalır. O sırada dört halkayı bir halkaya koyarlar. Halkalar sımsıkıdır. Sonra senin gibi bir kuşu esir ederler. Ve o zırhı onun boynunda tamamlansın diye boynuna takarlar” dedi.

Pîre: “Her zırhın kaç halkası vardır?” diye sordum.

“Eğer denizde kaç damla su olduğu söylenebilse her zırhın kaç halka olduğu da sayılabilir” dedi.

“Bu zırh nasıl uzaklaştırılabilir?” dedim.

“Cevherden keskin kılıçla (Tiğ-i Belarek).” dedi.

“Cevherden keskin kılıç nerden temin edilebilir?” dedim.

“Bizim vatanımızda bir cellât vardır. O kılıç onun elindedir ve her bir zırhın ne kadar süre dayanacağı bellidir. Süre tamamlandığında o cellât cevherden keskin kılıcı bütün halkalar birbirinden ayrılacak şekilde vurur” dedi.

Pîre: “ Zırhı kuşananlara ulaşan zarar farklılık arz eder mi?” diye sordum.

“Farklılık arz eder” dedi. “Bazılarına öyle bir zarar ulaşır ki eğer birinin yüzyıl ömrü varsa ve ömrü hayatı boyunca sürekli hayal edeceği sıkıntılardan ve ıstıraplardan en zor olanı dahi asla cevherden keskin kılıcın açtığı yaranın zararına ulaşmazken bazılarına daha kolay gelir.”

“Yaşam çeşmesini bul ve o çeşmenin suyundan başına dök. Ta ki bu zırh bedeninin üzerine dökülsün ve kılıcın yarasından emin olabilesin. Çünkü o su bu zırhı daraltır ve zırh daralınca kılıcın yarası kolay gelir” dedi.

“Ey pîr! Bu yaşam çeşmesi nerededir?” dedim.

“Karanlıktadır. Eğer onu istiyorsan Hızır gibi bir ayakkabı giymelisin ve karanlığa ulaşıncaya kadar tevekkül yolunu tutmalısın” dedi.

“Yol hangi taraftadır?” dedim

“Gittiğin her taraf oraya çıkar. Yeter ki yol al” dedi.

“Karanlığın işareti nedir?” dedim.

“Karalıktır. Ve sen karanlıktasın fakat farkında değilsin. Bu yoldan giden kimse kendini karanlıkta gördüğünde ondan önce de karanlıkta olduğunu ve asla gözüyle aydınlık görmediğini anlar. O halde yolcuların ilk adımı budur ve buradan ilerleyebilirler. Eğer bir kimse bu makama ulaşırsa buradan ilerleyebilir. Hayat çeşmesini iddia eden karanlıkta çok başıboş kalır. Eğer o çeşmeye ehil ise sonunda karanlıktan sonra aydınlığı bulur. Ancak o bu aydınlığın peşine düşmemeli. Çünkü o aydınlık gökten yaşam çeşmesinin üzerine inen bir nurdur. Eğer o çeşmeye yol bulur ve onunla yıkanırsa cevherden keskin kılıcın darbelerinden güvende kalır.

Şiir

Aşkın kılıcıyla öl ki ebedi hayata kavuşabilesin

Ki Azrail’in kılıcından kimse sağ çıkmamıştır

Her kim o çeşmenin suyuyla yıkanırsa asla ihtilam olmaz. Her kim hakikatin anlamını kavrarsa o çeşmeye ulaşır. Çeşmeden çıktığında (onunla yıkanıp arındığında) yetenek kazanır. Tıpkı avucunu güneşe tutup yağından bir damlayı avucunun içine damlattığında avucun dışından çıkan Belesen yağı gibi. Eğer Hızır olursan Kafdağ’ından rahatlıkla geçebilirsin.

Bu olayı o aziz dosta anlattığımda “Sen tuzağa düşmüş o kuşsun ve avlanmaktasın. Şimdi beni (at sırtındaki eyerin) ipleriyle (sımsıkı) bağla. Çünkü ben kötü bir av değilim.

Şiir

Ben o kuşum ki âlemin avcıları,

Her zaman bana muhtaçtırlar

Benim avım siyah gözlü ahulardır

Ki hikmet, akan gözyaşları gibidir

Bizce bu lafızlardan uzaktırlar

Bize göre bu manadan yoksundurlar

Allah’a şükürler olsun ki Onun hüsnü tevfikiyle bu risale son buldu. Selam ve salât yaratılmışların en hayırlısı Muhammed’e, Onun bütün sahabelerine ve ailesine olsun.