• Sonuç bulunamadı

Günümüz dünyasının en popüler kavramlarından olan kimlik terimi uzun bir tarihçesi olmasına rağmen, yirminci yüzyıla kadar popüler bir terim olarak kullanılmamıştı. İngilizcedeki karşılığı identity, Fransızcadaki karşılığı ise identite olan kimlik, kısaca aynılığı/benzerliği ve sürekliliği içeren latince ''idem'' kökünden gelen bir kavramdır (Ünal, 2008, s. 99).

Kimlik kavramı, kısaca, bir kişinin ya da grubun/topluluğun kendi niteliklerine, değerlerine, konumuna ve kökenine ilişkin bilinçli kavrayışı olarak tanımlanabilir (Şimşek, 2002, s. 29). Newman (1978)’a göre kimlik, bireyin geçmişle ilgili özdeşimlerini, bugünkü rollerini ve geleceğe yönelik arzularını yaratıcı bir biçimde bütünleştirmesi üzerinde odaklanır. Bireyin geçmişinin sosyal tarihi ile bugünün ve geleceğin kültürel beklentileri arasında bağlantı kurar (Newman'dan aktaran Şimşek, 2002, s. 32).

Kimlik kendine özgü olmasıyla birlikte, her topluluk, yerel kurum, yapı ve aile de kendine özgüdür; aynı zamanda da kendi türünden olanlarla benzer özellikler paylaşır. Her biri zaman, mekân ve durumda farklı bir yer kaplar; bu da onlara kendi kimliklerini kazandırır (Kyvig ve Marty, 2011, s. 132). Bireyin kimlik gelişiminde çeşitli etkenler rol almaktadır. Aileden gelen özellikler ile çevresel faktörler bunların başındadır. Etnik köken, maddî durum, kültür ve eğitim seviyesi, yaşam tarzı, gelenek-görenekler, örf-adetler ve yaşadığı mekân vb. etkenler kimlik gelişiminde kişiler arası farklılıkları belirlemektedir.

Kimlik bireysel bir olgudur. İnsan kimliği dünyada yaşanan bölünmüşlüğün de ortaya koyduğu gibi, sosyal bir kimlik olarak tanımlama eğilimindedir. Çünkü bireysel kimliğin oluşumunda toplumun ulusal, kültürel, ekonomik değer ve davranış kalıpları, kolektif semboller insanı insandan farklı kılan yapay bir kimliğin oluşumunu teşvik etmektedir (Aşkın, 2007, s. 216).

Yukarıdaki tanımlarda, kimliğin bireysel bir olgu olduğu belirtilirken, kimliğin her topluluk, yerel kurum, yapı ve ailede kendine özgü olduğu vurgulanmaktadır. Bireysel kimliğin oluşumunda toplumun temel değer ve davranış kalıplarının bu oluşumu etkilediği belirtilmektedir. Tüm bu bilgiler ve yorumlar, kimliğin oluşumu ve gelişiminde birçok faktörün olduğunu ortaya koymaktadır.

İnsan kişiliği çocukluğun ilk yıllarında görülen ‘’benim’’ demekle, benimsemekle kendilemekle başlamaktadır; çünkü bu dönemde insan kendini ilk defa fark eder ve bundan sonraki bütün tanımalarını kendi üzerinden gerçekleştirir. Bir bakıma bütün enerjisini kendisi üzerinde yoğunlaştırır. Benim organlarımdan başlayan, benim annem, benim evim, benim arkadaşlarımla devam eden bu süreç benim vatanımla noktalanır. Tâbii, insanın çocukluktan başlayan bu benimseme, kendileme eğiliminin zaman içinde sevgi, aşk ve tutku hatta birtakım aşırılıklarla da desteklenmektedir (Göka, 2001, s. 132).

Gençlik dönemi kimlik gelişimi açısından arayış sürecidir. Genç birey için kendine özgü değer yargılarını bulması, bunları benimsemesi ve içine sindirmesi son derecede önemlidir; genellikle ana baba ve diğer yetişkinlerden bağımsız hâle gelmek ve ilerideki yetişkin rolünü benimseme sorunu ile karşı karşıyadır. Yeni değerler bulması ve bunları benimsemesi, yaşamın anlamı nedir sorusuna yanıt bulması, değer yargıları ile davranışlarının birbirine ahenkle uyduğuna inanması sağlıklı bir gelişim için gerekli aşamalardır (Ekşi, 2009, s. 29).

Kimlik kazanmaya karşı rol karmaşası dönemi 12-18 yaşları kapsar. Bu çağ, kişinin yaşam boyu sürdüreceği toplumsal rollerin kazanılmasını öğrendiği ve bu rollere karşı tutum ve ilgilerini geliştirdiği evredir. Ergenin başta gelen görevi, Erikson'a göre, yeni bir ego

kimliği duygusu geliştirmektedir. Bu evrede ortaya çıkan bunalım kimlik duygusuna karşılık rol karışıklığı duygusudur. Kimlik biçimlenmesinin yaşam boyu bir süreç olmasına karşın kimlik sorunu dönüm noktasına gene de ergenlikte ulaşır (Alkış, 2002, s. 103).

Kimlik gelişiminin benlik duygusuyla başlaması ve gençlik döneminde kendine özgü değer yargıları bulması da sağlıklı bir gelişim için gerekli aşamalar olduğu belirtilirken, rol karmaşası döneminde yani 12-18 yaşları arasında kimlik sorununun dönüm noktasına ulaştığı uzmanlar tarafından vurgulanmaktadır. Temelde hem bedensel hem de ruhsal gelişimin bu yaş aralığında hız kazanmasının bunda rolü büyüktür.

Bireylerin sahip olması beklenen kimlik türü sürekli tartışılmaktadır. Artık bireylerin birden fazla grubun üyesi oldukları anlamaları beklenmektedir. Bireyin sahip olduğu bu çoklu kimliklerin biri diğerinden üstün görülemez. Bu anlayış ötekilerin yaratılmasını da güçleştirmektedir (Tekeli’den aktaran Akçalı, 2007, s. 129). Meselâ bir insan evinde bir baba, okulda bir öğretmen, sokakta vatandaş kimliğine sahip olabilir. Bazen de Türk asıllı Amerikalı ya da İngiliz asıllı Türk kimliklerine sahip olabilir (Kıcır ve Aksoy, 2004, s. 2447). Yani herhangi bir bireyin sahip olduğu kimliklerin listesi potansiyel olarak sonsuza kadar uzanır; dolayısıyla, aidiyetler aynı şekilde sonsuza kadar uzanır. Bütün bu aidiyet çeşitliliği içerisinde aidiyetlerden hangisinin öne çıkarılacağı, hangisiyle özdeşim kurulacağı, birey veya topluluk için hangi kimliğin diğerlerine göre daha anahtar role sahip olacağı, birçok bireysel ve toplumsal etkene bağlıdır. Bu etkenlerin bireylere ve topluma göre son derece değişken olması ise, aidiyet/kimlik dünyasında gerçekleşen sıralamaların olanca biçimiyle değişken olduğunu gösterir (Vatandaş’dan aktaran Ünal, 2008, s. 120).

Büyük bir topluluğun kimliği de çok sayıda kimliğin karşılıklı etkileşimi sonucunda inşa edilir. Bireysel ve sosyal kimlikler arasındaki ilişki, çok kimlikli bir ortamda değişen koşullara ve dengelere göre sürekli olarak yeniden üretildiği için dinamik bir yapıya sahiptir. Bireysel ve toplumsal örüntüler arasındaki ilişkiler normal koşullar altında karşılıklı etkileşime dayalı istikrarlı bir süreç oluşturur (Şimşek, 2002, s. 35). Bir birey, ait olduğu grubun özellikleri ve diğer grupların konumlarını kendi grubunun konumuyla karşılaştırma yoluyla, üyesi olduğu gruba yönelik olarak olumlu veya olumsuz sosyal kimliğe sahip olmaktadır. Bireyin kendisini üyesi olarak algıladığı grupların olumlu

özellikleri arttıkça olumlu sosyal kimlik oluşturma olasılığı artmakta ve birey, gruplarının üyesi olmaktan dolayı kendini daha değerli hissetmektedir (Coşkun, 2006, s. 20). Bireylerin belli bir düşünce altında birleşmesiyle de kolektif bir bellek oluşur.

Kolektif bellek, belirli bir alanda kök salmış birtakım grupların diğer gruplardan farklarını ortaya koyma, vurgulama talebidir; yani kolektif kimlik, belirli bir insan grubunun kendi hakkındaki bilinci ve duygusuyla ilişkilidir; topluluğun kendine özgü niteliklere sahip olduğu bir tekillik taşıdığı yönündeki bilinci ve aidiyet duygusudur. Bu bağlamda dil, kültür, din, tarih, yaşam alanı, maddî koşullar gibi öğelerin yanı sıra, topluluğun belleği, kolektif kimliği yapılandıran önemli bir faktör olarak belirmektedir; kolektif bellek bir tarafından yaşanmış ve içselleştirilmiş deneylerin bilinçli olan veya olmayan anılarının bütünü olarak, topluluğun geçmişinden kalanı ve süregeleni ve bu topluluğun geçmişini ne yaptığını ifade etmektedir (Bilgin, 1998, s. 116).

Kolektif bellek bir ülkenin, bir bölgenin, bir ilin, bir kuruluşun veya grubun aynı payda etrafında birleşmesi veya ortak bir amaca ulaşmak için birleşme olarak nitelendirilebilir. Gaziantep il sınırlarını bir mekân olarak değerlendirdiğimizde, mekânın özellikle tarihsel mekânın insanlar üzerinde etkisi sonucu insanların duygu ve düşünceleri ile kolektif bir bellek oluştuğu değerlendirilebilir. Yani, kolektif bellek de kent kimliğinin oluşumuna bir etkendir.

Kent kimliği, bir kenti diğerlerinden farklı kılan, o kente anlam ve değer katan unsurların oluşturduğu bir bütündür (Özerk ve Yüksekli, 2011, s. 87). Bir kentin kimliğinin tanımlanması yapılırken o kentin çok iyi izlenmesi yani; doğal çevresi, coğrafyası, geçirmiş olduğu kültürel süreç, gelenek ve görenekler, inanç sistemi, ekonomik yapısı, politik, yasal ve yönetsel çerçevesinin tanımlanması gerekmektedir. Bu izlemenin neticesinde ortaya konulacak olan yorum ve bu yorumun algılanması kentin kimliğini tanımlamış olacaktır (Demirsoy, 2006, s. 45).

Kent kimliğinin varlığını gösteren en önemli unsurlardan biri de, onu diğerlerinden ayıran özellikleridir. Kent kimliğinin tanımlaması yapılırken tüm coğrafi, kültürel, ekonomik, politik vb. faktörlerin yanında o kentin tarihî geçmişi ve bu geçmişin izlerini barındıran tarihî mekânlar da kenti diğer kentlerden ayıran özelliktir. Yani kent kimliğinin oluşumuna etki eden bu mekânlar, kent içerisinde farklılaşan kimliğin değişiminde de rol almaktadır.

Kent kimliği, bir kenti diğer kentlerden ayırt etmeye, bir anlamda başkalaştırmaya yardımcı olan nitelikler ve kente özgü öğelerden oluşmaktadır. Kimlik, yerin karakteri, mekânın karakteri ve anlamları şeklinde üç bileşenden oluşmaktadır. Bu üç bileşenin karşılıklı ilişki ve iletişimi bir yerin kimliğinin oluşmasında önemli rol oynamaktadır. Bu özellikler şu şekilde özetlenebilir;

- Yerin karakteri; iklim, topografya, jeolojik oluşum ve bitki örtüsünün oluşturduğu doğal çevre içerisindeki özelliklerdir.

- Mekânın karakteri; dolu ve boşlukların oluşturduğu biçim, strüktürel yapı, simgesel etki, kullanılan malzemeler vb. açısından oluşturduğu form ve görüntüdür.

- Anlam; geçmişin toplumsal yaşamları ve kültürlerin, günümüzde kentsel mekânda somutlaşmış halidir. Bu zaman diliminde yaşam mekânlarına, toplumların yaşamları, mücadeleleri, acıları, sevinçleri, özlemleri vb. ile yükledikleri anlamlar dizisidir (Oral, 2009, s. 22).

Kentlerin kimliklerini incelemek, araştırmak ve anlamak için o kentin tarihine, coğrafyasına, kültürüne, tarih boyunca üstlendiği işlevlere ve mekânsal karakteristiklerine bakmak gerekir (Karaaslan, 2010, s. 67). Tekeli (1991)’ye göre kent insanı için, içinde yaşanılan çevre; sadece, içinde bazı etkinliklerin yapıldığı, yaşam için gerekli kazancın sağlandığı alanlar ise ve bu tür araçsal niteliklerin dışında bir anlam ifade etmiyorsa o kentin kimliğinden söz edilemez. Çünkü kişiler yaşadıkları yere değerler yükledikleri, bu değerler için bazı fedakârlıklarda bulunmaya başladıkları; yani, kentine sahip çıkıp ona bağlandıkları sürece o kentin anlamlı bir kimliği olur. Bu nedenle, fiziki çevre ile içinde yer alan yaşam biçimi bir bütün oluşturduğunda kentsel kimlikten söz edilebilir (Birlik, 2006, s. 18).

Kimlik oluşumunda insan, yaşadığı yerde bulunma ve bir alan kaplamanın ötesinde bir yaşam alanı inşa eder. Mülkiyeti kendine ait olmasa da sembolik planda işaretlemek, inşa etmek ve böylece anlamlandırmak, o yere hâkim olmanın, kendi iradesine tâbi kılmanın, kendi kimliğini vermenin göstergesidir (Bilgin, 2011, s. 28). Bu bağlamda, kişinin kimliğinin yaşadığı mekânla etkileşim içindedir. Mekân-insan etkileşiminin neresinde mekân insanı etkileşiyor, neresinde insan mekânı düzenleyip kullanıyor bunu kesin ifadelerle belirtmek mümkün değil. İşte bu etkilenmenin insan tarafından algılanması genellikle mekân duygusu olarak nitelendirilmektedir (Göka, 2001, s. 17).

Bireyin kendi yaşam öyküsündeki mekân ve yerdeki rolünü anlaması, etrafında gördüğü mekânlarla ilişkilendirmesi, bireyler ve toplum arasındaki işlemlerin onları ayıran mekân tarafından nasıl etkilendiğini anlaması mekân bilinci olarak nitelendirilir. Yani mekânsal bilinç, bireyin kendisiyle, çevresi, bölgesi arasındaki mevcut ilişkiyi anlamasını sağlamaktır (Erdönmez ve Akı, 2005, s. 78). Böylece kişi, yerin kimliğine sahip olur. Yer kimliği, basitçe fiziksel görünümle değil, o yerin karakteriyle ilgilidir. Yerin karakteri görsel ve mekânsal özelliklerin ötesinde boyutlara sahiptir. Zihinlerdeki yer imgesi zaman içinde, insanların yaptığı değişim ve uyarlamalar sonucunda, gitgide daha fazla ayrıntıyla beslenerek güçlenir ve karakter belirginleşir (Oktay, 2011, s. 11).

Mekânın geçmişe bağlanması, merkez, yuvamız ve cemaatimiz burada söylemleri altında ifade edilen açıklamalar, mekân üzerinden kurulan aidiyeti göstermesi bağlamında dikkate değerdir (Kolukırık, 2010, s. 95). Çocuğun büyümesine paralel olarak, basitten karmaşığa doğru gelişen mekân duygusu, birçok yönden en azından büyükleri olduğu kadar çocukları da etkilemektedir. Anne rahminden başlatabilecek çocuktaki mekân duygusu, önceleri emniyette olma ve kabaca tanıma şeklinde belirirken, daha sonra mekânı ayrıntısıyla bilme yönünde önü alınamaz bir isteğe dönüşmektedir (Göka, 2001, s. 75).

Çünkü çocuk büyüdükçe toplumsal dünyası da gittikçe büyür. Onun dünyası, önce evi, komşuları, köyü veya mahallesi ve okulundan ibarettir. Sonraları, bunlara daha geniş çevreler, kasaba, şehir, ilçe, il, coğrafî bölge ve yurdun bütünü katılır. Sonunda, dünyayı, üzerinde yaşanan en büyük toplumsal çevre olarak tanımaya ulaşır. Çocuğun toplumsal

dünyası geliştikçe, o da toplumsal bir varlık olarak gelişir, büyür; iyi bir aile üyesi, iyi öğrenci, iyi hemşeri, iyi vatandaş ve iyi bir insan olur (Işık, 2008, s. 297).

Mekâna bağımlılık güvenlik hissi, kişi için önemli olan insanlarla bağ, insanlara, geçmiş deneyimlere, fikirlere ve kültüre sembolik bağ, bireysel ve grup kimliğinin korunması ve devamlılığının sağlanması, kendine saygının beslenmesi gibi birçok amaca hizmet eder (Güzey, Gültekin ve Kırsaçlıoğlu, 2009, s. 144). Böylece, insan, sorumluluk duygusuyla hareket ederek mekânı yorumlamakta, onu düzenlemekte ve anlamlı hâle getirmektedir. Yine aynı duyguyla mekândan etkilenmekte ve ona uyum sağlamaya çalışmaktadır. (Göka, 2001, s. 97). Yaşadığı çevreyi, kenti, onun fiziksel ve sosyal yapısını anlamlandıran, seçen ve zihninde örgütleyen insan için, kent bu mekânın en önemlisidir. Bir mekân olarak kentlerde yaşayan insanların yaşadığı ortak değerler, birbirleriyle olan ilişkileri ve kentin taşıdığı tarihî anlam kent kimliğinin oluşumuna katkısı bulunmaktadır.

Geleneksel toplumlarda mekân-kültür-sosyal yaşam üçlüsünün ara kesitleri arasında çok yakın bir ilişkinin varlığı mekân ve davranış arasında bir bütünlüğü ortaya çıkarmaktadır (Sami, 2007, s. 65). Mekân, zaman içinde, insanın kültürünü de yoğurur ve biçimlendirir (Oktay, 2011, s. 11). Kültür, her an yeni ürünler karışan bir birikimdir. Toplum yeni bilgiler ve davranışlar edinmektedir. Bunlar hem geçmişin yeniden yorumlanmasına yol açmakta, hem her aşamada yeni bir çevre sentezi yapma olanağı yaratmaktadır (Kuban, 2000, s. 61). Bu kapsamda kültür önemli bir yer tutmaktadır. Kültür, yaşamımızdaki değerleri fiziksel çevredeki biçimlere dönüştürerek yaşam biçimini etkilemekte ve davranışlarımızı belirlemektedir. Her kültürel uzantı, mekânı kavramamızı, anlayışımızı ve mekân kullanımını yakından etkilemektedir (Erdönmez ve Akı, 2005, s. 69).

Auge’e göre bireyler mekânla kimliksel bağ, ilişkisel bağ ve tarihsel bağ kurabildikleri durumda o mekânı yer olarak kavrarlar (Auge'den aktaran Özerk ve Yüksekli, 2011, s. 89). Böylece, kentte yaşadığının farkında olan, yaşadığı yeri özümseyen, benimseyen, kente karşı sorumluluklarının ve kentte sahip olduğu haklarının bilincinde olan etkin bireylerin varlığı, kentin taşıdığı değeri arttıracaktır (Beyazlı ve Aydemir, 2008, s.60).

Mekânın kültürel ve siyasi olarak nasıl konumlandığı, mekânla zıt tanımlanamayacak tarih; mekânla şekillenen ve onu şekillendiren zaman ve mekânı kesen bellek (hafıza) ve kimlik- bellek ilişkisi de eşzamanlı olarak ele alınmalıdır (Ayman, 2006, s. 151). Bu nedenle, tarihî çevreler, zaman süreci içinde geçirmiş oldukları değişim sonucunda ortaya koydukları kültürel kimlikleri ile günümüz koşullarına ayak uydurabildikleri ve bu kimliklerini sürdürebildikleri sürece önem kazanmaktadırlar (Arabacıoğlu ve Aydemir, 2007, s. 205).

Tarihsel mekânların, kimliğin inşası, varlığın korunması, meşruiyeti gibi alanlardaki işlevi ''şimdi''nin ''geçmiş''le olan bağı açısından da önemlidir. Tarihin tecessüm ettiği mekânlar bireyin varoluşunda bir süreklilik sağlar. Mekânın yok olması veya yaratılamaması tarihin yaşamın dışına atılması, önemsizleşmesi gibi bir gerçeği de gösterir (Vurucu, 2010, s. 19).

Tarihin öznesi olan insan ve gerçekleşme nesnesi olan mekân ve bunun kavramsal bir tezahürü olan millet müşterek hafızada sürdürülebilen bir devamlılığa bağlıdır. Bu devamlılığın içinde medeni ve kültürel unsurlar birlikte devam etmekte içlerine yenilerini almakta ya da bazı şeyleri eleyerek devam etmektedirler. Fiziksel zekâmızla kültürümüzü var ederken sosyal zekâmızla değerlerimizi kurgularız. Dolayısıyla fiziksel zaman ve fiziksel zekâ öznenin maddi dünyasını kurgularken sosyal zaman ve sosyal zekâ değerler dünyasını kurar. Dolayısıyla geçmişe dair fiziksel mekanizmalar söz konusu olduğu kadar hafızanın hatırlamasına dayalı unsurlar da vardır. Geçmiş kendisi bir yandan fizikselle diğer yandan sosyal ile geleceğe mal eder (Çetin, 2010, s. 123).

İnsan ve mekân arasındaki ilişki, insanın duyusal ve zihinsel kapasitesi ile başlar. Yani çevrenin içerdiği sembolik anlamlar ve mesajlar; insanların bulundukları yerlerden etkilenmesine, amaçlarına bağlı eylemlerini yönlendirmesine neden olurlar. Böylece insan; farkına vardığı (hissettiği)-kavradığı (anladığı)-değerlendirdiği (karar verdiği)-iletişim kurduğu- çevre ve elemanlarına bir yandan uyum sağlarken diğer yandan biyolojik- psikolojik-sosyolojik ihtiyaç ve istekleri doğrultusunda değiştirme faaliyetlerinde bulunur. Çevre ve elemanlarını eylemleri ile biçimlendiren insan, bu koşullardan da etkilenir ve yeni uyum arayışlarına yeni düzenlere yönelir. Dolayısıyla çevre, kesiksiz bir süreç ya da iletişim sistemi içinde geliştirilen-değiştirilen ve korunan bir yapıya dönüşür; bu yapıyı bozmaksızın da içeriğini yenilemeyi sürdürür (Birlik, 2006, s. 71).

İnsan ve mekân arasındaki karşılıklı etkileşim, her birey için aynı seviyede ve algıda olmamaktadır. İnsanların duyuşsal ve zihinsel karakterlerine göre, aynı mekân için etkileşme ve o mekânı anlamlandırma güdüsü farklı olacaktır. Tarihî bilgi, bilinç için yeterli olmasa da bilgi, her konuda olduğu gibi bu durum için de temel öğedir.

Bir yerde oturdukça, yaşadıkça, yere ilişkin aidiyet alanı da genişlemektedir. Bunun psikolojik içeriğine bakıldığında içerisinde mekânsal belleklerin, mekânsal imgelerin, tasvirlerin, var olan aktiviteye ilişkin mekânsal çerçevelemelerin ve örtük olan mekânsal bileşenlerin olduğu görülmektedir (Göregenli, 2010, s. 120).

İnsan çevresini düzenlerken, farkında olarak ya da olmayarak, alışkanlıklarından gelenek- göreneklerine kadar birçok şeyini de çevresine göre biçimlendirir (Göka, 2001, s. 93). Değerler de insanların, bağlı oldukları kültürlere göre değişir. Hatta ait oldukları kültürlerin içinde dâhi ayrılılık gösterebilirler. Farklı iki toplum aynı değere sahip olabilir ama o değere verdikleri önem derecesi değişiklik gösterir. Bu değişiklikler tesadüfî değildir. Toplumların tarihlerinde yaşadıkları önemli hadiseler taşıdıkları değerleri ortaya çıkartmıştır. Durmaksızın savaşa mâruz kalmış veya vatanı işgal edilmek istenmiş toplumlarda, şüphesiz, vatan sevgisi, birlik ve beraberlik, kahramanlık, cesaret vs. değerlerin en yüce değerler olarak ön plana çıkartılması gereken değerlerdendir (Oruç, 2006, s. 23).

İnsan bu değerleri ön plana çıkarmak için, kendisiyle doğrudan ilgili olan tarihe yoğunlaşmak istemektedir. Güncelin tarihini, ailesinin tarihini, ulusunun tarihini yeğlemesinde olduğu gibi. Genel ve yapısal olana ilgi düşük düzeyde kalmaktadır. Bu saptamanın tarih bilincinin oluşumuna yansıması, bu oluşumda değerlerin ve ideolojik yönelimlerin öneminin artması şeklinde olacaktır (Tekeli, 2008, s. 108). Bunun temel nedeni, insanın yaşadığı mekânı anlamlandırmak istemesidir. Öncelikle kendisini etkileyen yakın çevresinden uzak çevresine doğru halkalar hâlinde bir etkileşim vardır. Bu etkileşim, değişimi de beraberinde getirmektedir.

Tarih ve kültür evreleri sürekli olarak birbirini izlemektedir. Bugün çağdaş olan yarın çağdaşlığını yitirebilir. Önemli olan bu dinamizmin kesintisiz sürebilmesidir. Bu sürekli akışın yolu gelenekte kültür birliği olarak ifade edilir. Denilebilir ki tarih bilinci oluşan bir gelenekle varlığını kuşaklar boyu sürdürür. Toplumsal değişim evreleri bu sürece tanıklık eder. Bu değişimin içinde değişmeyen bir anlayış vardır. O anlayış kültürel bütünlük ve devamlılıktır. Çoklukta birliktir. Bu birlik bir yaşama biçimi olan millî oluşu paylaşmaktır. Bu zihniyet milliyetçiliği simgeler. Bunu sağlayan güç tarih bilinci olup, bu bilinç kültüreldir (Güler, 1997, s. 203).

Tarih, kültürün tamamlayıcısı denilebilir. İnsan büyük ölçüde kültürle tanımlandığından, birbirleriyle içten ve kopmaz bir bağla bağlanarak bir tür özdeşlik çıkar. İnsan ile kültürün özdeşliğin farkına varılması da, tarih fikrinin ortaya çıkmasıyla mümkün olmaktadır. Çünkü kültürü üretmenin her aşamasında, kullanılan ya da kullanılacak malzemenin bilincine varmak, tarih bilincinin bir türü olarak düşünülebilir. Ayrıca malzemenin kendisinin de tarihî olması ve kültürdeki ürünlerin tamamı da, hangi koşulda olursa olsun, tarihî olma niteliğini yüklenir. Sürekli eylemde bulunan insan, eylem türlerini, malzemelerini, amaçlarını, kendinden öncekilerin hazırladıkları ortamdan almaktadır (Bıçak, 1996, s. 50).

Söz konusu ortam sayesinde, kolektif bir hafıza yaratma ve ortak bir geçmişten söz etme gibi önemli birtakım açılımlar geleneğin aktarılmasıyla da yapılabilir. Bireysel bir kimlik

Benzer Belgeler