• Sonuç bulunamadı

Ülkemiz, içinde bulunduğu coğrafî konum nedeniyle, birçok uygarlığın ürün verdiği bir yerdir. Tarih öncesi çağlardan günümüze değin birçok uygarlık, kendi yaşam biçimleri, anlayışları ve ilişkileri doğrultusunda mimarî ve sanat değeri üstün yapıtlar üretmişler, bu yapıtlar onların bir araya gelerek oluşturdukları yerleşmeler, insanlık tarihinin kesintisiz olarak izlenebildiği bir coğrafya yaratmıştır (Madran ve Özgönül, 2005, s. 62).

Ülkemizdeki her kentin kendine özgü söylemleri tarihî özellikleri birbirinden farklı olmakla birlikte, gelecek nesillere yerel tarih açısından bakıldığında farklı anlamlar da yüklemiştir. Gaziantep’te tarih boyunca coğrafî özelliklerinden dolayı çeşitli medeniyetler hüküm sürmüştür. Stratejik konumundan dolayı, yani doğu ile batı arasında bir geçiş güzergâhında bulunması nedeniyle çeşitli medeniyetler bu mekânı ele geçirmeye çalışmıştır.

Amerikalı araştırmacı Kurlan’ın ''The New Book of World Rankingas'' adlı kitabında günümüze ulaşan kentlerden en eskisi olarak Gaziantep (5600 yıldan fazla)’i göstermesi (Kurlan'dan aktaran Güngör, 2004, s. 19), Gaziantep’i özel ve ayrıcalıklı bir tarihî kent olarak nitelendirmemizi sağlamaktadır.

Gaziantep tarihinin devreleri Paleolitik, Kalkolitik, Neolitik dönemler, Tunç çağı, Hitit, Med, Asur, Pers, İskender, Sekökidler (Selefkoslar), Roma ve Bizans, İslam ve Türk devirleri olarak sıralanabilir. Gaziantep yöresinde adı bilinen ilk yerleşim merkezi, Dolike (Doliche-Dolikhe) şehridir. Gaziantep’in 10 km. kuzeyinde, Dülük köyü yakınlarındaki bu

yerleşim yerinin adı, Bizans kaynaklarında Diba (Daluk) olarak geçmektedir (Gaziantep Valiliği, 2014).

Tarih öncesi çağlara ait çeşitli arkeolojik çalışmaların devam ettiği Gaziantep’te M.Ö. 1800-1200 yıllarına kadar hüküm süren Hitit devletinin sınırları Dülük ve çevresini de içine almaktaydı. Bölge daha sonra Suriye’nin kuzeyinde kurulan Hitit şehir devletlerinin ardından da Asurluların hâkimiyetine girdi. M.Ö. 613-612 yıllarında Medya kralı Asurluları mağlûp edince Dülük bölgesi İranlıların nüfuz sahasında kaldı. M.Ö. 334’de Asya seferine çıkan Büyük İskender, Issus savaşını kazanıp, Dülük bölgesini sınırlarına kattı. M.Ö. 190 yıllarında Dülük’te Roma, M.S. 395’ten itibaren de Bizanslılar hâkim oldu. Bizans hâkimiyeti sırasında Dülük ve çevresi Arap sınır bölgesinde önemli bir mevki teşkil etmekteydi. Uzun süre Arap ve Bizanslılar arasında mücadeleler devam etmiştir (Gaziantep Üniversitesi, 2014).

Hazreti Ömer zamanındaki İslam orduları 638 yılında Gaziantep ve Hatay’ı Bizanslılardan aldılar. Anadolu’da Gaziantep ve Hatay Müslümanlar tarafından fethedilen ve İslam halklarının ilk yerleştirildiği bölgelerdir. Abbasi halifelerinin güçlü oldukları 750-868 yılları arasında Abbasiler, Anadolu’da Bizans sınırı boyunca uzanan Avasım adında bir eyalet kurmuşlardı. Orta Asya’dan yeni bir Türk yurdu edinmek amacıyla ayrılan Oğuz (Türkmen) boyları, batıya doğru göç etmeye başlayarak, Avasım eyaletinin bir parçası olan Gaziantep yöresine gelmişlerdi. 1071 Malazgirt Meydan Savaşı'ndan kısa bir süre önce Gaziantep yöresinde küçük Türkmen beylikleri oluşmuştu. Abbasi halifelerinin gücü azalınca, Gaziantep yöresi Türk, Arap, Hıristiyan halk toplulukları iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde ise Mısır Tolunoğlu Devleti (868-905), Mısır Fatımileri (968-1022), Halep ve Musul Atabeyleri ve Türk Beyleri yönetiminde kalmıştır (Gaziantep Valiliği, 2014).

Malazgirt Savaşından sonra 1071 ile 1084 yılları arasında Gaziantep’te Ermeni ve Hıristiyan Türklerden oluşan bir yönetimin egemenliği bulunmaktadır. 1150 yılında bölgede Selçuklular tarafından Türk-İslâm egemenliği tesis edilse de 1192 yılında Kudüs Krallığı yıkılana kadar, Haçlı etkisi bölgede önemli ölçüde varlığını korumuştur. Daha sonra Eyyübiler (1187-1250) ve Memlüklüler (1250-1516)’in egemenliği altına giren şehir, Dülkadiroğulları ve Ramazanoğulları arasında adeta mekik dokumuştur. Sonunda

Dülkadirli ailesi savaşmadan şehri Osmanlı Devletine vermiş, Gaziantep, Maraş’a bağlı bir liva haline gelmişti. 1831-1840 yılları arasında Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın işgal yönetiminde kalan Gaziantep, 1840’dan 1915 yılına kadar Osmanlı Devleti’nin bugünkü Türkiye sınırlarında kalan kısmı göz önüne alınacak olursa, en büyük kentlerden biri haline gelmişti (Güngör, 2004, s. 24).

Gaziantep ilinin özel ya da ayrıcalıklı kılan nedenlerinden biri Millî Mücadele yıllarında halkın gösterdiği fedakârlık ve cesaret örneğidir. 30 Ekim 1918 tarihinde yapılan Mondros Ateşkes Antlaşmasının 7’nci maddesine dayanarak İngilizler 15 Ocak 1919 tarihinde bir süvari tugayı ile gelerek Antep’i işgal ettiler müteakiben Ekim 1919 tarihinde İngiltere- Fransa arasında yapılan antlaşma ile anılan bölge Fransa’ya devredilmiştir. İşgale uğrayan halkın malları gasp edilmiş, her türlü işkenceye mâruz kalmış ve Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri kurarak teşkilâtlanmış ve Şahin Bey (Mehmet Sait), Karayılan (Mehmet Bey) gibi vatanseverler etrafında birleşerek işgallere tepki göstermiştir.

Antep’te mücadele başlayınca Ermeni mahallesindeki Türkler evlerini ve eşyalarını olduğu gibi bırakarak Türk mahallelerine sığınmak zorunda kaldılar. Türk mahallelerinde oturan Ermeniler de Ermeni mahallelerine kaçtılar. Türk mahallesindeki Ermeni evlerinin eşyaları teşkil edilen komisyon tarafından toplattırılarak Kürkçü Hanına gönderilerek muhafaza altına alınmıştı. Evlerin hiçbirisi tahrip edilmemiş ve ateş edilmeye müsait evlerden ancak ufak mazgallar açılmıştır. Evleri Ermeni mahallelerinde olan Türklerin eşyaları ise yağma edilmiş ve yıktırılmıştı (ATASE, 2009, s. 143).

11 Ağustos 1920 tarihinde Fransızların Antep kuşatması sonucu baş gösteren açlık, kuşatmanın yarılamaması ve Antep dışından gerekli yardımın gelmemesi nedeniyle 8 Şubat 1921 günü, kasaba ahalisi tarafından, kaleye beyaz bayrak çekilerek Fransızlara teslim olunmuştu. 9 Şubat 1921’de 11 maddelik bir teslim mazbatası düzenlendi. Mazbataya göre Antep, Fransız mandasına girecek, askerî kıt’alar harp esiri telakki edilecek, bütün silâh ve harp malzemesi Fransızlara teslim edilecek, Türk olsun, Ermeni olsun, bütün halka eşit şekilde davranılacak ve emniyet altında bulundurulacaktı. Muharebe ve muhasara ile devamlı olarak bombardıman edilmiş olan Antep şehri tamamen yanmıştı. 10.000’e yakın yapı bulunan Antep’te Fransızlara teslim olduğu zaman bunlar ya yıkılmış yada

oturulamayacak hâle gelmiş olup, yaralılar dışında da 7.000 kadar şehit vermişti. Birinci Dünya Savaşından önce 80.000 nüfusu bulunan Antep’de İstiklâl Savaşı'nı müteakip tamamen tahribe uğramış ve nüfusu ancak 20.000 kadar kalmıştı. (Saral ve Saral, 1970, s. 341).

Büyük Millet Meclisi, Antep halkının yaptığı büyük fedakârlık ve azmi görmüş 08 Şubat 1921 tarih ve 93 sayılı kânun ile şehre ''Gazilik'' unvanı vermiştir. Gaziantep halkı da atalarının Millî Mücadele Dönemi'nde yaptıklarını unutmamış ve yerleşim mekânlarına onların isimlerini vermiştir. Gaziantep’teki yerleşim mekânlarına verilen belli başlı isimler şunlardır: Şehitkâmil, Şahin Bey, Karayılan, Gazi Muhtar Paşa, Gaziler, Fedai Mehmet, Alaybey, Tüfekçi Yusuf, Nakip Ali, Ali Nadi Ünler vb. (Işıkhan, 2008, s. 83).

Millî Mücadele Dönemi'nde çeşitli zorluklara mâruz kalmış ve geçmişe dâir Gaziantep Kalesi, Gaziantep Savaş Müzesi, Millî Mücadele Dönemi ile daha eski tarihi yaşatan müzeler gibi yerlerle anıların yaşandığı Gaziantep’te gelecek nesillerin daha bilinçli olmaları sağlanmaya çalışılmaktadır. Ahunbay (1996, s. 116)’ın belirttiği gibi tarihî çevre sayesinde içinde yaşayanlar yok olsa da, onları çevreleyen mekânların ayakta olması yaşayanlar ve gelecek kuşaklar için yaşayan tarih olarak çok önemlidir. Bu özgün veriler, günümüze ulaşamayan ve hakkında çok az yazılı bilgi olan yaşam biçimlerinin anlaşılmasına, düş gücüyle canlandırılmasına katkıda bulunmaktadır.

2.3.Bilinç

Etimolojinin, anlaşılmasında anahtar rolü oynadığı kavramlar arasında bilinç kavramı da bulunmaktadır. Latinlerin günümüz Türkçesindeki bilinç karşılığı kullandıkları conscientia, etimolojisi bakımından, ''aynı bilgi ve kanılara sahip kişiler arasındaki dayanışma ve danışma hâli'' anlamına gelir. Terimin Arapça karşılığı olan şuur da, ''dayanışma ve danışma'' anlamına gelen bir Arapça fiilden türetilmiştir. Türkçe'de hâlen yaşayan ve danışmak edimiyle ilgili olan istişâre, müşavere, müsteşar gibi terimler de, şuurla aynı kökten gelirler. Bilinç toplumsallık hâlinde, insanların başkalarıyla birlikteliğinde, bir karşılıklı etkileşim içerisinde kendisinden söz edilebilecek olan, kendisi bunlara bağlı kalan bir şeydir. Buna göre bilinç, toplumsallık ve karşılıklı etkileşim

temelinde insanın duygularının, irâdesinin, karakterinin, heyecanının, zihninin, kanılarının ve sezgilerinin farkında oluşu olarak tanımlanabilir (Özlem, 1999, s. 172).

Descartes’a göre bilinç, kendi üzerinde düşünmedir. Descartes’ın temellendirdiği cogito, zihninin üzerine eğilme, düşünme, yansıma anlamlarına gelmiş olduğu gibi, tasarlamak, planlamak anlamında da kullanılmıştır. Bazen de düşünce, fikir ya da maksat anlamlarını yüklemiştir (Bıçak, 1996, s. 46). Güçlü ve diğerleri (2002, s. 231)’nin yayınladığı Felsefe Sözlüğü'nde bilinç, kişinin kendisine, yaşantılarına, çevresine, öteki kişilere, bir bütün olarak içinde yaşadığı dünyaya ilişkin farkındalığı, yaşanan deneyimlerden kendiliğinden doğan kendinin ayırdında olma görüngüsü; öznenin duygularına, algılarına, bilgilerine ve kavrayışlarına bağlı olarak kendini anlama, tanıma yada bilme yetisi olarak tanımlanmaktadır.

Felsefe Sözlüğü'nde bilinci, bilme yetisi olarak tanımlanmaktadır. Başka bir deyişle insan beyninin özel bir fonksiyonudur ve insanlaşma eylemini gerçekleştirmiştir. Nesnel gerçeği insanda yansıtan bir fonksiyon ve insanın kendi öznel varlığıyla birlikte çevresindeki nesnel varlığı kavramasını sağlayan ansal süreçlerin bütünü olarak da tanımlanabilir (Hançerlioğlu'ndan aktaran Aslan, 1989, s. 61). Türk Dil Kurumu’nca yayımlanan Toplumbilim Terimleri Sözlüğü (1980)’nde ise bilinç, ''insanın çalışma süreci içinde, eş deyişle toplumsal ilişkiler süreci içinde nesnel çevresini ve kişisel var oluşunu anlamasını sağlayan düşünsel süreçlerin toplamı'' olarak tanımlanmaktadır (Ozankaya'dan aktaran Nazlıoğlu, 1988, s. 47).

Oymak (1997, s. 35) ise bilinci, kendiliğinden olmayan, gerçekliği düşüncede, yeniden üretme yeteneği olarak tanımlamaktadır. Çağdaş ruh bilime göre bilinç, salt insana özgü olan psişik işlevler ve düşünsel edimler bütünüdür. Özdekçi felsefeye (Marksist) göre bilinç, varolcuğunun ayırdında oluş, yüksek düzeyde örgütlenmiş özdeğin (maddenin) bir özelliği, nesnel dünyanın öznel bir imgesi, özdeksel olanla hem karşıt birlik içindeki düşünsel olandır. Bireysel ve toplumsal olmak üzere iki biçimi vardır. İnsan türünün milyonlarca yıllık dirimbilimsel, sosyal evriminin sonucunda oluşan ve özdeğin en yüksek aşaması olan insan beyninin bir işlevidir. Özetle bilinç, dış dünyadan algılar, sezgiler

aracılığıyla alınan bilgi ve sezişlerin dış dünya hakkında, dış dünyadaki olay, olgu, nesne, süreç hakkında yargı, yorum yapabilme yeteneği, gücü ve sürecidir.

Lock, bilinci kişi olmak ve kendim olmak açısından ele almıştır. Lock’a göre kişi, akla sahip olması nedeniyle düşünen, akıl yürüten bir varlıktır. Düşünce ile bilinç birbirinden ayrılmaz bir yapıdadırlar. Bilinç, her zaman duyum ve algılarla birlikte olduğundan herkes kendisi için kendim dediği şey olur. Bilincin düşünmeyle birlikte bulunması, herkesi kendisinin, kendim dediği şey yapması, kişinin kendini bütün başka düşünen şeylerden ayırt etmesini sağlayan şey olması, kişisel özdeşliğin dayanağı olduğunu gösterir. Ayrıca kişisel özdeşlik, büyük ölçüde, bilincin geriye, geçmişteki herhangi bir düşünceye erişebilmesiyle mümkün olmaktadır (Lock'dan aktaran Bıçak, 1996, s. 47).

Bilinç, verili bir anda bizim farkında olduğumuz düşünceler, algılamalar ve duygulardır. Bir insanın belli bir andaki bilincinin içeriği seçici bir süreç sonrasında oluşmuştur. Bu seçme üstü kapalı dış etkilerle belirlenmiştir (Tekeli, 2008, s. 23). Bilme yetisi, insan-doğal çevre ve insan-toplum ilişkisi ile eğitim süreci sonunda oluşur. Bu oluşum bir kültürleme ve sosyalleşme sürecidir. Kültürleme, sosyalleşmeyi de aşan bir kavramdır ve dolayısıyla daha kapsamlı bir süreçtir. Sosyalleşme, kişinin içinde doğduğu toplumun kültürünü öğeleriyle birlikte öğrenmesi, benimsemesi ve benimsetmesidir. Bu süreç doğuştan yok oluşa kadar sürer ve toplumun aktarma yoluyla devamlılığını sağlanmaktadır (Aslan, 1989, s. 61).

Bilinç, bilgiyi kendi olanaklarıyla elde eder, onu kendinden türetse de kendi dışından getirse de kendi olanaklarıyla sağlar. Bilgi, bilinci aşan şey değil, bilince görünen şeydir. Bilinç, ancak bakışın elverdiği şeyi görebilir. Hiçbir bilinç kendi olanakları dışında etkin olmaz yani mucize gerçekleştiremez. Biliyorum demek bilincindeyim demektir (Timuçin, 2000, s. 29). Bu kapsamda, insanın kendini bilme isteği ve bunu gerçekleştirme doğası gereğidir. Aynı zamanda kendini bilme çabası geçmiş ile gelecek boyutlarını da içererek, insanın zamanla olan bağlarını ortaya çıkarmaktadır. Bilincin zamanla ilişkisi, insanın tarihe ve geleceğe bağımlılığın bir göstergesidir. Bu noktada bilinç, insanı temsil eden en önemli unsur olarak öne çıkar. Çünkü insanın türünü sürdürme çabası, yaşadığı dönemin sorunlarının ortaya çıkış sürecine dayanarak kavramasına ve bunlar için üreteceği

çözümlere bağlıdır. Her çözüm denemesi, geleceği kurtarma çabasıdır. Bu çabayı en iyi ifade eden kavramlardan biri de bilinçtir (Bıçak, 1996, s. 49).

2.4.Tarih Bilinci

İnsan ne ölçüde bilinçliyse o ölçüde kendidir ve o ölçüde bütünün parçasıdır, başkalarının bir parçasıdır. İnsan olmak tüm anlamını bilinçte bulur. İnsan, bir bilinç varlığıdır, bilinçlilikten kaçamaz. Bilgiye, kendi bilgisine, kendiyle ilgili her şeyin bilgisine bağlı ya da hatta bağımlı kılar. İnsan, bilinci kadar insandır, insan olduğu için bilinçli eyleme zorunludur. Dünyanın bu tek bilinçli yaratığı, öğrendikçe insana ve dolayısıyla kendine yaklaştığını, bilgi edindikçe insanlığın ve kendinin olduğunu, bilinçlendikçe kendiyle arasındaki uzaklığın ve insanla arasındaki uzaklığın kapandığını görmüştür ve çeşitli deneylerle kavramıştır. O durumda onun tarihte aradığı şey tarihin kaba bilgisi değil, tarihsel olguların sıralı öyküsü değil, insan gerçeğinin özüdür. Kimileri tarihle oynarlar, tarihte eğlenir, tarihle oyalanır. İnsanların tarihle ilişkisi, kendisiyle ilişkisidir. İnsan gerçeğine ulaşabilmek için tarihin külleri eşelenmelidir. Bu yüzden insanlar, gerçek anlamda düşünmenin ancak ve ancak tarihsel boyutta gerçekleşebileceğini biliyor ya da bilmek durumundadırlar (Timuçin, 2000, s. 27). Bu doğrultuda insan, bilinci sabit kalmayan, bilgiyi değerlendiren ve bilinçlendikçe kıymetlenen bir varlıktır. İnsanın bilinçlendikçe kendini bulması, geleceğini şekillendirmesi, insan gerçeğinin özünü oluşturmaktadır.

Tekeli, bilincin oluşumunda çevre, beyin ve bedenin ilişki içinde olup, bilinçlilik ve bilincin içeriği bu üç öğenin karşılıklı etkileşimiyle oluştuğunu, bu sebeple bilincin tarihsel ve değişime açık olduğunu belirtmektedir (Kaya, Özdemir ve Şimşek, 2004, s. 272). Bu kapsamda, bir şeyi bilince taşımak o şeyi tarihe taşımak demektir. İnsan hafızası zaman içinde biriktirebilme yetisiyle parça parça bilgilerden anlamlı bütünler kurgulayan şuur oluşturucu bir özelliğe sahiptir. Bergson’a göre zaman insan bilincinin bir oluşumu ve yaratıcı gelişimidir. İnsan bilincinin dışında değil, gelişim süreci içindedir. İnsan bilinci ise belleğin oluşturduğu ayrı bir varlıktır. Belleğin kökeni de geçmişin şimdiki sürede uzamasıdır. Bellek bu özelliği yüzünden durağan değildir; geçmişten bugüne doğru uzayan kesintisiz bir akıştır (Çetin, 2010, s. 123).

Her bilgi bilinçteki özel yerine göre, tarihsel nitelikli konumuna göre bilgidir. Her bilgi, bilinç denilen bütünün parçasıdır. Bilinç denilen şey zaten bir bilgiler bütününden başka şey değildir. Birey nasıl toplumsallıkta anlamını bulursa bilgi de bilinç ortamında anlamını bulacaktır. Bilinçten kopartılmış bir bilgi, bilinçten soyutlanmış bir bilgi, bilgi olamayacaktır. Bilinç ortamı hem konumunda, hem sezgisinde tarihseldir. Yani hem tarihsel çerçevede oluşmuştur, hem de kendisini bir tarih olarak duyurmaktadır (Timuçin, 1998, s. 59). Çünkü bellek inşasında en etkili araçlardan bir tanesi geçmiş bilgisidir. Bireyin, birey olarak kendi geçmişine ve üyesi olduğu topluluğun geçmişine ilişkin bilgi, kimliği hem biçimlendiren hem de biçimleyen bir araç olarak kullanılır (Aslan ve Akçalı, 2007, s. 126). Bu kapsamda, tarih aslında bugünün inşasıdır. Politik tutumlar, değer yargıları, devlete ve topluma bakarken kullanılan argümanlar, tarihe bakışı belirlemektedir (Danacıoğlu, 2001).

Zaman algılamasının bir yüzü fiziki zaman algısı (nesnel) ise; diğer yüzü öznel zaman algısıdır. Yaşayan, yaşamış ve yaşayacak olan insanların ''ben''leri, öznel zaman algısını oluşturur. Öznel zaman algısının -bilinçten bahsedilmektedir- gideceği adres tarihtir. Çünkü tarihi kuran olduğu gibi zamanı kuran da insandır (Çiftçi, 2006, s. 6). Tarihsellikte kendini kurmamış bir bilinç, yabancılaşmaya, hastalanmaya eğilimlidir, yani tarihsellikte yerini bulamayan bir bilinç ya hastadır yada hasta adayıdır. Gerçeklikle, yani tarihle her uyuşmazlık, bilinci sakatlar. Tarihi her yanlış kavrama, bilince yeni bir hastalık, yeni bir sakatlık getirir. İyi bir bilinç ya da yetkin bir bilinç oluşturmak için kişiyi gerçeklikle, tarihsel gerçeklikle yüz yüze getirmek gerekir. (Timuçin, 1998, s. 63).

Bilinçten bağımsız tarih ile bilince bağımlı tarihselliğin kesişmesi, ortak anlam donanımı ve besini sayesinde olmaktadır. Anlamda buluşma ortak tarihselliktir, bireylerce taşınır. Ortaklığın yükselen derecesi doğruların doğrultusundaysa, tarihe sahip çıkma yüksek ölçüde olur. Aynı zamanda, geleceğe adımlar için sağlam taşlar döşenmiş olur (Nutku, 2000, s. 22).

Birey veya toplum, en uzak geçmişten sonsuz geleceğe doğru akıp giden zaman içinde var olduğu ve var olacağı duygusuna ancak tarih bilinci ile ulaşabilir. Bu bilinç, birey ve toplumda kendini gösterdiği zaman tarihîlik de gün yüzüne çıkar. Geçmişten, yaşanılan

zamana doğru kesintisiz geliş, her devri ile perde perde açılır. Tarih sahnesinde ne varsa, dikkatler bunların üzerine düşer. Düşünce hâlihazırın dar çerçevesinden çıkıp, yeni bakış ve yorumlar aralığından yeni ufuklara yönelir. Bunu tarih bilinci sağlar (Birinci, 2004, s. 3).

Bilincin farkında olacağı tarih, geçmişin yorumlarının, güncele ilişkin algılamaların ve geleceğe ait beklentilerinin karmaşık bir ilintilendirilmesidir. Böyle olunca tarih zihni bir kurgu olmaktadır. Bu kurgu, anlatısal bir yapıda, geçmişi anlamlandırarak, geçmişten geleceğe uzanan bir değişme içinde, insanın yaşamına yön vermektir. Tarih bilinci işte bu kurguya ilişkin bir bilinçtir, bir farkında olmadır. Geçmişe ilişkin farklı yorumlar farklı gelecek beklentilerine yol açabilecektir, aynı zamanda da farklı gelecek beklentileri farklı geçmiş yorumlarına neden olacaktır (Tekeli, 2008, s. 26).

Tarih bilinci, insanın tarihsel bir varlık olduğunu bilmesiyle, her bakımdan varlığını belirleyenin tarih olduğunun ayrımına varmasıyla edinilen bir bilinç aşamasıdır (Güçlü vd., 2002, s. 233). Kuban (1989, s. 37)'a göre ise tarih bilinci, geçmişte yaşamak değil, kendi kimliğini yapan öğeleri tanımak ve onları bugünün ışığında, bugünü de onların ışığında yorumlamaktır. Zıllıoğlu (1996)’da tarih bilincini, insanın tarih bilgilerinden hareketle belli bir tarih anlayışına sahip olması, tarihsel olayların anlamını, bu olayların nedenleri ve sonuçlarıyla ilişkilendirerek oluşturması olarak tanımlamaktadır (Zıllıoğlu'ndan aktaran Yeşilbursa, 2006, s. 33).

Şimşek (2006), tarih bilincini, kişinin tarihsel zaman içinde kendini konumlandırabilmesi, sosyal olayları bu konum ve konumun getirdiği değerler sistemi ile oluşan perspektiften yorumlayabilmesini sağlayan zihinsel beceri olarak anlaşılabileceğini belirtmektedir (Şimşek'ten aktaran Ulusoy, 2009, s. 60). Tarih bilinci gelişmiş olan birey, kendisini zamanın akışı içinde değerlendirebilir ve kaba çizgileri ile ortak bir kültür mirası ve gelecek kurgusuna sahip olmasının sağladığı davranış belirliliği, benzerliği ve sorumluluğu ile toplum yaşamında aktif, yaratıcı bir biçimde yer alabilir (Toplumsal Tarih Dergisi, 2002, s. 55).

Tarih bir genellilik içerir. Tasnifleri sistematik açıdan önemli ancak ondan önce bir bilinç olmadıkça hiçbir tasnifin anlamı olmaz (Haksal, 2008, s. 72). Tarih geçmişin bilgisidir, tarihsellik geçmişin şimdileştirilmesidir. Tarihe bireysel katılım, tarihselciliğin, bilincin şimdisinde yoğrulabilmesine bağlıdır (Nutku, 2000, s. 20).

Tarih bilinci denilince çoğu zaman haklarında çok fazla bilgi sahibi olunmayan tarihteki olgu ve olaylardan ibret almak, üstünkörü ders çıkarmak olarak anlaşılmaktadır. Hâlbuki bu sanıldığı kadar kolay bir iş olmayıp tarih bilinci de bundan ibaret değildir (Çakmak ve Bulut, 2013, s. 148). Tarih bilincini, bireyin yalnızca toplumu, çağı bağlamında yerleştirip, yeniden anladığı bir ''dün bilinci'' olarak ele almak tarihlilik bakımından yetersizdir. Tarih bilinci, dün bilincinden, bugünü anlamaya ve bunlara dayanak yarına ilişkin öngörüleri de kapsar. Yarına ilişkin öngörü içinde bir belirsizliği de barındırır. İnsan, bilme ve bilgiye dayanarak güvenmek ister. Güven yalnızca bugüne değil, daha çok yarına ilişkindir

Benzer Belgeler