• Sonuç bulunamadı

KİMLİK TEMSİLİNDE BEDEN

“Beden bir dünyaya sahip olmamızın en temel vasıtasıdır” Merleau-Ponty

Beden ya da beden imajı son zamanlarda giderek önemli bir kaygı konusu haline gelmiştir. Kimliğin önemli bir bileşeni olan beden başlı başına bir kimlik algısına dönüşmüştür. Kimlik göstergelerinin pek çok insan tarafından bedende toplanması ve bunun tüm insanların izleniminde olması, öteki algısını ve beni oluşturabilmesinden, bununla birlikte dekorlarla birlikte en iyi sınır etkisi yaratmasından kaynaklanmasıdır.

Simge ve göstergelerin en iyi görüldüğü mekân olan bedenin sözlerden önce kullandığı bir dil vardır. Sosyal kodlarla algılanan beden, bütün otoritelerin ele geçirmek istediği bir alandır. İnsan vücudu üzerinden tarih boyunca insanlığın geçirmiş olduğu ideolojik, dini, mitolojik evreleri ve bu evrelerin farklı kavramlaşmaları okunabilir. Anlamlarla yüklü beden konuşan bir “dil”dir. Ve bu dile hâkim olmak otoriteyi ele geçirmek demektir. Bu yüzden tarih boyunca pek çok ideolojinin, hatta dinlerin bile bedeni ele geçirme savaşına şahit oluruz.

Beden; “olayların kaydolma yeri ben’in ayrışma yeri, sürekli aşınan hacimdir”(Foucault, 2004: 238). Beden ve bedene bağlı olan her şeyde tarihin yansıması bulunur. Bu yüzden beden üzerinde bitmek bilmez mücadelenin izlerini görmek mümkündür. Fikirlerin kendini ifadesini ya da silinip gittiğini beden üzerinde görürüz.

Benzeyişle de farkla da hep bir şeylerden söz ederiz. Bunlar arasında bir boyun eğme ilişkisinin bulunması gerekir. Yani, “ya metin görüntünün egemenliğindedir ya da görüntü metnin egemenliğindedir”(Foucault, 2008: 32) Dışarıya yansıtıldığında bedenin kaderi aynı zamanda dünyanın kaderi haline gelir ( Donnan & Wilson, 2002: 223). Beden iktidarın maddi, fiziksel olarak göründüğü yerdir. 1960’ lara kadar ailelerde, okullarda bütün kamusal ve özel mekânlarda bedenin iktidar tarafından

sabit bir kuşatılmaya maruz kalması gerekliliğine inanılarak davranılması bunun bir göstergesidir.

Beden üzerindeki iktidar algının değiştiği daha esnek bir boyuta girdiği “1960’lardan başlayarak, daha önceki gibi hantal bir iktidar biçiminin eskiden zannedildiği kadar kaçınılmaz olmadığı sanayi toplumlarının beden üzerinde çok daha gevşek bir iktidar biçimi kurmakla yetinebilecekleri anlaşılmaya başlandı”( Megill, 1998: 366–367) . Günümüz toplumu özgür iradenin hâkimiyetinde yeni bir denetim anlayışına girmeye başladı. Ancak “özgür iradelerin anlaşılması üstüne kurulmuş olan modern toplum biçimleri yalnızca kırılgan ve tutarsız değil, aynı zamanda yanlış ve yalancı”( Levinas, 2002: 47) görülmesi kaygan bir zemin oluşmasına neden olmuştur. Cinselliğin denetiminin zayıflatılabileceği görülmüştür. Bu farkındalık iktidar algısındaki ve temel göstergelerdeki değişimi beraberinde getirmiştir.

20 yy lı etkisi altına alan önemli düşünürlerden Nietzsche için “tüm kültürün kökeni, insan bedenidir; ona göre, bedenin kendisi, güç sisteminin sadece sonlu bir ifadesi değildir (Eagleton, 1998: 242). Buda tüm güç sistemlerinden daha önemli bir güce sahip olan bedeni ve bu güç sistemlerinin neden o gücü ele geçirmeye çalıştıkları üzerinde düşünmemize neden olmuştur. Nietzsche,“ bedenin kendisinin, sürekli onu denetlemeyi hedefleyen dinler, siyasi ideolojiler, siyasi iktidarlar ve organizasyonların isterlerine karşı bir direniş içerisinde olduğunu, çünkü bizzat kendisinin iktidar istenciyle belirlendiğini söylemiştir”(Aktay, 2003: 18) “Bedenine zincirlenmiş insan, kendinden kaçma gücünün elinden alındığını görür”(Levinas, 2002: 48). Kendinden kaçamayacaksa kendini kendi egemenliği altına alma savaşına giren insan, 20.yy’a kadar tinsel anlayışın egemenliğinde, görünmezin demir kafesinde görünmez olan bedenini görünür hale getirme uğraşına girmiştir. Hatta bedenden kurtulma çağrısı ile her toplumsal yapıda bir şüphe gediği açmıştır.

Ruhu sarmalayan çıplaklık “estetik” algısıyla birleşip bir arzu çağına doğru ilerlemektedir. Gösterge ve moda göndergesi olarak bedenin kendisi prestij kaynağıdır. Simge ve göstergeler prestijin kim tarafından kullanıldığına işaret eder. Bedenin, “son zamanlarda, toplumsal ve siyasal anlamların taşıyıcısı olarak ilgi

çektiği doğrudur. Ama bu başarı bile, ortaya buharlaşmış biçimiyle dökülmüştür”(Connerton, 1999: 161). “Bir alanın dinamiğini ancak yapısını çözümleyerek kavrayabiliriz”( Bourdieu, 2003: 74). Bedeni ve üstündekileri algılamak bu mekânın kimin ya da kimlerin tahakkümü altında olduğu algılamak demektir.

Tek başına bedenin kendisine bile baktığımızda: saç rengi, göz rengi, derinin rengi, çene yapısı, alın yapısı vb. bedensel özellikler, kimliklendirici, kişisel anlamda, hatta toplumsal anlamda bize ayırt edici nitelikler sunmaktadır. Modern anlayışta dinsel kimlik algısından kurtulma çabasındaki birey bedene tutunmuş, tüm köken arayışını ve simgeleri estetik bir algıya dönüştürerek beden üzerinde gösterme çabasına girmiştir. Shilling göre “beden üzerine yazan değişik yazarlar, son zamanlarda yüksek modernlik koşullarında, beden için artan bir biçimde modern kişinin öz-kimlik duyusunun merkezi haline gelmiş olduğunu savunurlar”( Turner, 1999: 161). İnsandaki hiçbir şey –bedeni bile- tanımlama yapabilmek için artık o kadar sabit bir noktada değildir.

Marleau-Ponty’nin haklı olarak belirttiği gibi akışkanlık olgusu, “anlama” kavramımızı ve “beden” kavramımızı gözden geçirmemizi, değiştirmemizi sağlamalıdır”( Connerton, 1999: 147). Çünkü 1960’lardan sonra büyük ideolojilere olan inancın yıkılmasıyla fikirlerde oluşan gedikler fikirler arası geçiş kolaylığı sağlamıştır. Bu geçişler farklılıkları tanımaya ve anlamaya doğrultusunda esneklik, “akışkanlık” sağlamıştır.

Fikirler üzerinden yapılan beden simgeciliği, ya da bedene karşı alınan tavırlar üzerinde çok sık konuşulan bir söylem oluştuğunu görüyoruz. Bununla birlikte ilgili söylemlere baktığımızda çok fazla incelenmeden anlam bulanıklığı içinde bırakıldığını da görüyoruz. Benzemeden ziyade andırışlar çoğalmakta, bu yüzden beden ve kimlikle ilgili net ayrımlar her geçen gün silikleşmektedir. Benzeyişte olduğu gibi andırışta bir kategorileştirme yapamamaktayız. “Benzeyiş” in sınıflayan yapısı, “andırış” ın başı sonu belli olmayan sınırsızlığı içinde her yönden izlenebilmekte, ucu bucağı belli olmayan bir yinelenme içinde etkisizleşmektedir.

Tarihsel ve toplumsal şartlanmışlıklarımızı yok sayamamakla birlikte Deleuze gibi düşünürlerden sonra ve teknolojinin gelişmesiyle iletişimin yaygınlaşmasıyla birlikte pek çok şartlanmışlıklarımızın yapı bozumuna uğradığı da bir gerçektir. Ancak tarih Foucault’un da belirttiği gibi “bizzat varlığımız içine süreksiz olanı dâhil ettiği ölçüde “gerçek” olacaktır. Duygularımızı bölecektir; içgüdülerimizi dramatikleştirecektir; bedenimizi çoğaltacak ve onu kendine karşıt kılacaktır”(Foucault, 2004: 242) Kendimizi tanıma ve tanımlama adına tarihin teselli edici figürleriyle, simgeleriyle oyalansak ta, bu kendimizi yeniden bulmak ve yeniden tanımak değildir. Çünkü hiçbir simge, hiçbir figür, hiçbir gösterge kullanım dönemindeki anlatılarına sahip olamaz. Çünkü bütün bu iletişim araçları yeni eklenmelerle yeni bir süreç içindedir.

Barthes’ın de dediği gibi görmeye ilişkin sorunlar her zaman bedenle ve sosyal iktidarın işleyişiyle ilgili olmuştur(Barthes, 2008: 63). Gözün iktidarı öznenin değişen statüsünü, bedeni ve iletişimi her dönem yeniden tanımlamıştır. Bedeni, göstergeleri kuşatan ve onlar tarafından kuşatılan okunması gereken bir metin olarak görmemiz gerekir. “Gösterge üzerindeki mücadele kesinlikle başlamıştır. Onların otoritesini haklı çıkarabilecek hiçbir öncel iddia yoktur( Jenks, 2007: 182). Beden bilinci, çıplaklık, güzel, estetik gibi kavramlar değişen iktidarın bedenleşen yüzüdür. Beden kullandığı göstergelerin hep bir paniğe neden olması bu yüzdendir.

Modern iktidar da “bedeni belirlemeye çalışır, onu denetim altında tutar. İktidar bedenin tüm kodlarına ve edimlerine nüfuz etmek ister (Aktay, 2003: 19). Ahlaki ve ideolojik işlevde ruhun yerini işgal eden beden Post modern dönemde “dokunulabilir plastiklik, zihinsel esneklik, çok yönlü psikotropizm evresindeki, homojen beden; nükleer ve genetik manipülasyona yani mutlak görüntü yitimine şimdiden yakın beden; ne başkaları için, ne kendileri için temsil olasılığı olmayan bedenler ”e ( Baudrillard, 2004: 124) dönüşmekte, varlık tarihsel anlamdan yoksun bir görüntü içinde haz ve prestij sergileyici olmaktadır.

Bin yıllık bir püritanizm çağından sonra fiziksel ve cinsel özgürleşme biçiminde bedenin ‘‘yeniden keşfi’’ ve reklamda, modada, kitle kültüründeki (özelliklede dişil bedenin ki bunun neden böyle olduğunu açıklamak gerekecek)

mutlak-varlığı-bedenin etrafını kuşatan sağlık, perhiz, tedavi kültü, gençlik, zariflik, erillik/dişilik saplantısı, bedenle ilgili bakımlar, rejimler, fedakârca uygulamalar, bedeni kuşatan Arzu söylemi-bunların hepsi bedenin günümüzde kurtuluş(salut)nesnesine dönüştüğünün tanığıdır (Foucault, 2008: 251). Beden, “ben niye zannedildiğim şeyim, niye böyle bir görevim var? Ben niye…(öğretmenim, efendiyim, kralım… ya da George Kaplan’ım)?Kısacası:”ben niye senin(büyük öteki’nin)olduğumu söylediğin şeyim?”( Zizek, 2004: 129) sorgulamasının ardından kurtuluşu kanıtlamaya çalışan, fetiş dünyasına neden olan sayısız statü göstergelerinden biri olarak güdümlenir.

Bedeni ilk iletişim anındaki bir metin olarak okumalıyız. Bourdieu’nun habitus alanı olarak tanımladığı beden, tarih boyunca, mitolojide, dinde, ideolojilerde yani her dönemde anlamlarla yüklü konuşan bir şey olarak birçok anlayışa işaret etmiştir. Merleau-Ponty’in de dediği gibi bir dünyaya sahip olmamızın en temel vasıtası olan bedeni ve o dünyayı anlamlandırmak için nesneleri algılamak kimlik temsil araçlarının-gösterge, simge vs.- kim tarafından ve nasıl ve hangi süreçte kullanıldığını bilmemiz gerekmektedir.