• Sonuç bulunamadı

KİMLİK: “KÜRTLER ÖZBEÖZ KÜRTTÜRLER!”

2. BÖLÜM: SEKÜLER MİLLİYETÇİLER VE KÜRTLER

2.2. KİMLİK: “KÜRTLER ÖZBEÖZ KÜRTTÜRLER!”

Bu kısımda Seküler Türkçü-Turancılar’ın Kürt kimliğine yaklaşımı ve bununla ilgili olarak Kürt meselesine çözüm önerileri tartışılacaktır Seküler Türkçü-Turancılar, Kürtlerin kimliğini etnik olarak tanıma konusunda zaman zaman farklılık gösterse de özellikle Nihal Atsız özelinde tanımışlardır. Ancak bu tanıma negatif bir şekildedir.

Seküler Türkçü-Turancılar uç sağ içerisinde Kürt meselesiyle ilk ilgilenen kesim olup 1950’lerde Kürt meselesine dikkat çekmişlerdir.

Fotoğraf 3: M. Fahrettin Kırzıoğlu, “Moskofların ‘Kürtçülük’ Yaratma Gayreti”

Kaynak: Kırzıoğlu, M. F. (1951a), Orkun, s. 35, s. 10-14.

Kürtlerin Türk olduğuna dair araştırmalar yapan bunu “bilimsel” olarak kanıtlamaya çalışan M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kürtlerin kimliğini uç sağda tartışanların başında gelmektedir. Kırzıoğlu “Moskofların ‘Kürtçülük’ Cereyanı Yaratma Gayreti” başlıklı yazısında, ilim âleminde Kürtlerin “İranî bir kavim” sayılageldiğini, hâlbuki seciye ve antropoloji gibi, ırk ve menşei tesbite yarayan ruhi ve bedeni iki esaslı hususiyetini tetkik eden Avrupalı âlimlerin şunları söylediğini belirtmektedir: “Bunların ‘Arap, Mukrî, Tevrat-yahudisi, Nasturî’ tipleri yanında ‘Türkmen tipi’ni daha yaygın olarak tesbit eyleyip, ‘Kürtlerin daha çok Turanî bir kavim vasıflarını taşımakta olduğu”nda birleşirler. Hele hayvancılık–yayla ve köy hayatı ile etnografya bakımından, Kürtleri Türkmenlerden ayırtetmek pek güçleşir.” Kısaca, Kürtlerin Türkmen olduğunu iddia eden Kırzıoğlu, Kürtlerin kendilerini “Kürt” sanmalarında ilmî amaçların yanında siyasi amaçlar güden Rusların etkili olduğunu öne sürmektedir. Buna örnek olarak ise Rus hariciye memurlarından V. Minorsky’nin “Kürtler” üzerine yaptığı çalışmaları vermektedir. Ayrıca Rusların Kürt cereyanı yaratma çabalarına, Erivan Ermeni Üniversitesi’ne bağlı Kürdoloji Enstitüsü kurulmasını da örnek vermektedir. Yine bu enstitünün “icat ettiği” Kürt alfabesi ve bu Kürtçe alfabe ile yapılan radyo yayınlarının 1930’daki Ağrı İsyanı’nda etkili olduğunu iddia etmiştir. Türkiye Devleti’nin yabancı

emperyalistlerin her türlü “tarihi, coğrafi, kavmi, jeopolitik” iddia ve propagandalar karşısında sessiz kaldığını öne süren Kırzıoğlu Orkun’un emperyalist devletlerin özellikle Rusların “Kürtlük ve Kürtçülük cereyanı” yaratma çabalarını okuyucularına tanıtmayı vazife olarak belirlediğini söylemektedir (Kırzıoğlu, 1951a, s. 10-14).

Kırzıoğlu’nun yanı sıra 1950’lerde Fehmi Cumalıoğlu da Kürtlerin kimliğini tartışmıştır. Cumalıoğlu, Orkun’da yayınlanan “Türkeli’nde Röportajlar” serisinde Kürtlerin Türk olduğunu varsaymıştır. “Türkeli’nde Röportajlar: Türkçe Bilmeyen Türk Köylüleri” başlığıyla Kürtleri, “Türkçe bilmeyen Türk” şeklinde ele almış ve bu yazıda ilk olarak şu tespiti yapmıştır: “Evet acıdır, hazindir, fakat ne yazık.. gerçektir ki yüzyıllardan beri Türk olan ve tarihe Türk kahramanlığının, Türk cesaret ve mertliğinin ve Türk olmanın ebedi örneklerini veren Türkelinden bir parça Türk Urfa’nın birçok köylerinde Türkçe bilmeyen Türklüğüyle övünmeyen bahtsızlar yaşıyor.” Doktor olarak Urfa’ya gitmesini ve oradaki anılarını anlatan Cumalıoğlu,

“tarih boyunca davasiyle, geleneğiyle hep Türk” kalan bu insanların Türklüğünü, ana dili olan Türkçeyi nasıl unuttuğunu sorgulamış ve şu cevabı vermiştir: “İhmal…

İlgisizlik… Bilgisizlik… Neme lazımcılık…” Kısaca devletin ilgisizliğinden dolayı Doğu’daki halkın Türklüğü ve Türkçeyi unuttuğunu ileri sürmüştür. Doğu’da Türkçeyi ve Türklüğünü unutanlara örnek olarak Urfa’da bir yaşlı ile yaptığı konuşmayı vermektedir:

- Merhaba ihtiyar nasılsın?

- Merhaba keyfe te höse!

- Ağam Türkçe bilmez misin?

- Nizani Türki. Kirmançi zani!

Sonrasında Cumalıoğlu, adamın gözlerinin derinliklerinde gördüğü Türklüğü şu şekilde anlatmaktadır: “Bu Türkçe bilmeyen Türkün gözlerinin derinliklerinde Orta Asyadan şahlanan, kılıçlarının uçlarında adalet ve medeniyet ışıkları parıldayan, Batıya, Güneye, Doğuya, Anadoluya kendi kültür ve asaletini götüren, Türk varlığı önünde cihanı diz çöktüren atalarımızın hayali canlanıyor.” Kısaca bölgedeki insanların özbeöz Türk olduğunu ancak ilgisizlikten dolayı Türklüklerini unuttuklarını ileri sürmektedir (Cumalıoğlu, 1951a, s. 6-7). Ancak Cumalıoğlu Birecik, Suruç ve Harran’da kaldığı üç yıl boyunca gözlemlemiştir ki, buradaki insanlar “tıp,

antropolojik hususiyetler, karakter, civanmertlik, cesaret, kendine güveniş, yurt ve misafirperverlik gibi Türke has” hususiyetlere apaçık sahiptir (1951a, s. 6-7).

Orkun’un 6 Temmuz 1951 tarihinde yayınlanan “Türkeli’nden Röportajlar” serisinde

“Türkçe Bilmiyen Türk Köylüleri” konusuna devam edilir. Bu yazıda Diyarbakır, Mardin, Siirt, Bitlis, Muş, Ağrı, Tunceli, Bingöl gibi illerin merkezinde ve bazı ilçelerinde de Türkçe bilmeyen “Türklerin” çok olduğu belirtilmiş ve dilini kaybeden bir Türk’ün “ilk önce benliğini, onurunu ve sonra da Türklüğünü” kaybedeceği öne sürülmüştür. Sonrasında da “artık duracak, seyirci kalıcak” vaktin kalmadığını hemen işe başlamak gerektiği ve oradaki uzak “Türk köyleri”ne kadar giderek Türkçe öğretilmesi gerektiği vurgulanmıştır:

Artık duracak, seyirci kalacak, vaktimiz kalmamıştır. Ülküye iman ile sarılmak, Türk davasına Türke has feragat ve fedakârlıkla katılmak ve hemen işe başlamak gerek. Tirenin, otomobilin, uçağın, hatta arabanın bile ulaşamadığı Türk köylerinin içlerine kadar gitmek, çok geri sıhhat şartları içinde ömür tüketen soydaşlarımızın kader çilelerini nasıl doldurduklarını görmek ve buralarda uzun yıllar kalarak bu derde ortak olmak gerek. Onlara Türklüklerini duyurmak, dünyada Türkçeden daha güzel ve daha sevimli bir dil bulunmadığını öğretmek, Türklükleriyle övünmesini belletmek gerek. Bu dava ve bu iş kolay değildir. Bu dava Türklük davasıdır. Bu dava Türkün bu gününün ve yarınının davasıdır. Bu dava feragat, fedakârlık, enerji davasıdır (Cumalıoğlu, 1951b, s. 6).

Serinin diğer sayısında, bölgede Türk’e yakışmayan evlilik meselesine değinilmiş, çok eşlilik ve kadının alınıp-satılmasının Türk’e yakışmadığı dile getirilmiştir (Cumalıoğlu, 1951c, s. 10-11). Serinin sonraki yazısında “Türk’e uymayan kılık, kıyafet” ele alınmış ve Doğu’da entari, puşu gibi “Türk’e uymayan” “kılık kıyafet sapıklığı” eleştirilmiştir. Bu tarz kıyafetlerin komşu ırkların taklidinden doğduğunu öne sürmüş ve bir an önce el atılması gereken önemli bir mesele olduğunu iddia etmiştir (Cumalıoğlu, 1951d, s. 11-12). “Türkeli”ndeki kaçakçılığın tartışıldığı serinin sonraki yazısında ise “Türkün adını, sanını içte ve dışta lekeliyen” ve Türk’ün akıncılık karakterini dejenere ettiği ileri sürülen kaçakçılığın bir an önce son bulması gerektiğinin altı çizilmiştir. Ayrıca Cumalıoğlu, kaçakçılığın “sınır boylarında yaşıyan halkımızın dilini öz Türkçeye çevirmezsek” çözülmeyeceğini iddia etmiştir (1951e, s.

4-5). Gerek Kırzıoğlu gerekse Cumalıoğlu özelinde Seküler Türkçü-Turancılar’ın 1950’lerde Kürt kimliğini tanımadığı ve onları Türk kabul ettiği görülmektedir.

Devletin ihmalinden dolayı Doğu’da “Türkçe bilmeyen Türklerin” olduğu söylenmiş ve acilen bölgeyle ilgilenilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Başka bir ifadeyle Doğu’daki yaşayan Kürtlerin asimile edilmesi gerektiği ifade edilmiştir.

1960’lı yıllara gelindiğinde ise Seküler Türkçü-Turancılar Kürtlerin kimliğini kabul edecektir. Ayrıca 1950’lerde Seküler Türkçü-Turancılar’ın yayınlarında Kürtlere ve Kürt meselesine dair birkaç yazı kaleme alınmışken 1960’larda, Kürt aktivizminin de artmasına paralel olarak birçok yazı yayınlanacaktır. Bu yazılarda Seküler Türkçü-Turancılar Kürtlerin özbeöz Kürt olduğunu iddia etmekte zira soyun karışmaması gerektiğini savunmaktadırlar. Türklüğü üstün gören bu kesim, Kürtlerin ya da Çingenelerin de Türk sayılması halinde Türklüğe halel geleceğini düşünmekte ve bu gerekçeyle Kürtlerin Kürt olduğu öne sürmektedir.

Nihal Atsız, Ötüken’in Nisan 1967’deki sayısında, “Konuşmalar I” adlı yazıda, dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın Gaziantep’e yaptığı bir gezide Türk topraklarında yaşayan herkesin Türk olduğunu iddia ettiğine dair sözlerini eleştirmektedir. Atsız, bu sözlerin gerçeğe uymadığını şu şekilde belirtmektedir:

“Fakat gerçek şudur ki Türk topraklarında yaşayan herkes Türk değildir. Türk, Arap diye hattâ Kürt, Zaza diye, şu veya bu diye 20 millet vardır ve bunlar Türk olmadıklarını bildikleri gibi Türklüğe mal olmamak için de kendi aralarında dayanışmalar kurmuşlardır.” Devamında ise Cevdet Sunay’ın “Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür” sözlerini Türk milletinin asla kabul etmeyeceğini iddia etmiş ve bu iddiasını da Türkiye’de yaşayan “Çingeneler” üzerinden örneklendirmiştir.

Atsız, Türkiye’de yaşayan Çingenelerin dillerini unuttuğunu, Türkçe konuşmaya başladıklarını belirtmiş ancak böyle olduğu halde Türk milletinin “Türkiye’nin düzenini ve ahlakını bozan çingeneleri” daima aşağı gördüğünü ve onlarla karışmaktan korku derecesinde çekindiğini öne sürmüştür. Bu çerçevede Anayasanın hükümleri ne olursa olsun, Türk milletinin Çingenelerin Türk olduğunu kabul etmeyeceğini belirtmekte ve bu yazıda “hırsızlık ve yankesicilik” yapan Çingenelerle ilgili bir

“fantazi”sini anlatmaktadır:

Şimdi, Türkiye’nin düzenini ve ahlakını bozan Çingeneler için bir teklif yapsam da: “Bunların hepsi anayurtları olan Hindistan’a sürülseler, Hindistan kabul etmezse Hakkâri vilâyetinde toplanıp yapabilecekleri işlerle uğraşmaya mecbur tutulsalar, yolları sayılı olan o dağlık bölgeden kaçmaları mümkün olmadığı için eğitim ve disiplinle adam edilseler” desem tabii derhal kıyamet kopar ve “insan hakları”, “anayasa hukuku”, “özgürlük”, “demokrasi, “cumhuriyet”,

“vatandaşlık” gibi tekerlemelerle faşistliğimiz ve ırkçılığımız tekrar yüzümüze çarpılır (…) (Atsız, 1967a, s. 2-10).

Atsız, Çingenelerle ilgili bu fantazisine Kürtleri de dâhil etmiş ve onları

“kaynaştırma”yı önermiştir: “Oysaki ancak 50.000 geri Kürd’ün yaşadığı ve Barzani’ye silâh kaçakçılığı yaptığı o geniş bölgeye Çingeneler’i de yerleştirip kaynaştırırsak gelecek yüzyılda kim bilir ne insan güzeli vatandaşlar kazanırdık.

Irkçılık düşmanları bu insan güzelleriyle evlenerek Hilâli yükseltirlerdi.” Yazının devamında tüm bunların fantezi olduğunu söylemiştir. İlerleyen kısımlarda ise Türkiye’de azınlıkların sadece Araplarla, Çingenelerle sınırlı olmadığını belirtmiş ve

“sayı bakımdan hepsinden üstün” ve “dışarından desteklenmesi bakımından”

hepsinden “talihli” olan Kürtlerin üstünde durulmaya değer olduğunu söylemiştir.

Atsız, Kürtlerin Türk veya Turanlı değil, “bal gibi İranlı” ve konuştukları dillerinin ise

“ilkel bir Farsça” olduğunu belirtmektedir. Kürtçe’de olan Türkçe kelimelerin ise onları Türk yapmadığını şu sözlerle savunmaktadır: “İngilizcedeki kelimelerin çoğunun Norman istilâsı hâtırası olarak Fransızca olması nasıl İngilizleri Fransız yapmıyorsa, dokuz yüzyıllık Türk hâkimiyetinin Kürtçeye doldurduğu Türkçe kelimeler de onları Türk yapmaz. Dilin hangi aileden olduğu kelimeleriyle değil, yapısıyla ölçülür. Bu bakımdan Kürtler Batı dağlarında kalmış birtakım Farslardır.”

Atsız Kürtlerin, Batı şehirlerine gidip ana dilini unutan veya “Kürt olmaktan utandığı için” kendini “Türk” diye tanıtanları hesaba katınca, Türkiye’de iki milyon civarı Kürt olduğunu söylemektedir. Ayrıca Türkiye’de Kürtçülük akımının geldiği boyutun Kürtlerin kendilerini Türk kabul etmediğini gösterir nitelikte olduğunu ifade etmektedir. Kürtlerin devletlerinin olmamasının ise normal olduğunu zira bunun onların “Farsların dağlı ve ilkel kolu” olmasından kaynaklandığını belirtmektedir.

Bundan dolayı da Koçero, Hakimo gibi eşkıyaların, katillerin, hırsızların Kürtlerden çıktığını öne sürmektedir. Sadece kendisinin değil Farsların da Kürtler hakkında

olumsuz kanıya sahip olduğunu Burhân-ı Kâti40 tercümesindeki Farsça-Türkçe Sözlük’ten yaptığı şu alıntı ile iddia etmektedir:

Kesâfethâ-yi âlem gird kerdend, Ez anhâ mîsiriştend, Kürd kerdend.

Bu beyitin tercümesini şu şekilde belirtmiştir: “Dünyanın kabalıklarını topladılar;

karıştırarak onlardan Kürt yaptılar.” Atsız sonrasında da Kürtlerin, “dört beş bin kelimelik iptidai dilleriyle konuşmak, yayın yapmak devlet kurmak” istiyorlarsa gidebileceklerini söylemiştir. Türklerin bu toprakları “oluk gibi kan dökerek”

aldıklarını Kürtlerin ise “dağlarda ve köylerde keçi” güttüklerini, fırsat buldukça da

“hırsızlık ve yağmacılık” yaparak yaşadıklarını öne sürmüştür. Kürtlere “Türk milletinin başını belaya sokmadan” gitmelerini önermiştir (Atsız, 1967a, s. 2-10).

Atsız, Kürtlerin Türk olmadığı iddialarına Ötüken’in Eylül 1967’deki sayısındaki

“‘Bağımsız Kürt Devleti’ Propagandası” başlıklı yazısıyla devam etmiş, Kürtleri yine Farsların “gayet geri ve iptidai” kolu şeklinde tanımlamıştır (1967d, s. 3-5).

Seküler Türkçü-Turancılar, Kürt meselesinin önemli olaylarını da Kürtlerin kimliğini tanıyarak yorumlamışlardır. Örneğin “kan bağının” hayatta mühim rol oynadığı bundan dolayı Şeyh Said’in bağımsız Kürt devleti kurmak için isyan bayrağı açtığını belirtmişlerdir (Orkun, 1951, s. 13-14). Nihal Atsız da kendisinden bekleneceği üzere Şeyh Said İsyanı’nın Kürt Ayaklanması olduğunu ve İngilizler tarafından desteklendiğini açıkça ifade etmiştir (1966b, s. 2-3). Başka bir yazısında ise Barzani’nin Irak’taki mücadelesi ile Şeyh Said İsyanı’nı kıyaslamış ve ikisinin de bağımsız Kürdistan devleti kurma amacında olduğunu öne sürmüştür: “(…) [Gaye ve karakter bakımından 1967’nin Molla Mustafa Barzani’si ile 1925’in Silvanlı Şeyh Said’in arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de bağımsız Kürdistan davası peşindedirler.

Şeyh Said’i İngilizler kışkırtmıştı. Molla Barzani’yi Ruslar kışkırtıyor” (Atsız, 1967d, s. 3-5). Atsız’ın Said Nursi’yi de Kürt kimliğine vurgu yaparak “Said Kürdi” şeklinde

40 Muhammed Hüseyin b. Halef-i Tebrîzî’nin yazdığı Farsça’dan Farsça’ya sözlük.

ele aldığını ve onun Müslümanlık kimliği altında Kürtçülük yaptığını söylediğini yukarıda vurgulamıştık.

Cümleye başlarken bile “Kürt” kelimesini küçük yazan Nihal Atsız, Kürtleri “iptidai, mazisiz, çirkin, hırsız, yağmacı” kısaca “aşağı ırk” şeklinde tasvir etmekte ve Kürtlerin bu özelliklerinden dolayı “üstün Türk” soyunu bozacağını düşünmektedir. Türk ırkının saf, temiz kalması ve bozulmaması için Çingeneler gibi Kürtlerin de Türk sayılmaması gerektiğinin altını çizmektedir. Seküler Türkçü-Turancılar Kürt meselesine çözüm olarak 1950’lerde Kürtleri asimile etmeyi önermiş, 1960’larda ise Kürt kimliğini tanımış ancak Kürt meselesine çözüm olarak Kürtlere “sessiz” olmalarını, Kürtçülük ile uğraşmamalarını ve bu topraklarda Türklerin hâkimiyetini kabul etmelerini istemiş aksi halde onları soykırımla tehdit etmişlerdir. Dolayısıyla Seküler Türkçü-Turancılar, 1950’lerde birkaç yazıyla Kürtler Türk olarak ele alsalar da 1960’larda Atsız öncülüğünde birçok yazıda Kürtlerin özbeöz Kürt olduğunu öne sürmüşlerdir.