• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM: KURAMSAL ÇERÇEVE: CİNSİYET ODAKLI TEORİLERE

2.2. Norm’ale karşı Queer Yaklaşım

“Ötekilerin şiddetine maruz kaldığımızda, bir şekilde, paradoksal olarak,

sorumluluğumuz artar. Başkalarının şiddet eylemlerine maruz kaldığımız anlarda kendi yolumuzu çizme yetimize tümüyle sekte vurulmuş gibidir. Ancak o şiddeti yaşadığımız zaman şiddet yoluyla yaralanmaya nasıl tepki vereceğimizi etik açıdan sormak zorunda kalırız. Tarihi şiddet vardiyasında nasıl bir rol oynayacağız, tepkimiz bizi kime dönüştürecek ve verdiğimiz tepkiyle şiddeti sürdürecek miyiz yoksa engelleyecek miyiz?” (Butler, 2005, s. 32).

Butler (2005), Kırılgan Hayat adlı eserinin ilk bölümünde, şiddete ve baskıya uğrayanların, ötekilere karşı mücadelede yine kendilerinin en önemli aktör olacaklarını vurgulamıştır. Her ne yönüyle olursa olsun, her kim olursa olsun şiddete karşı verilen tepki ve mücadele elbette ki bir duruşu ortaya koyacaktır. Ayrıca şiddete maruz kalmayanların da dolaylı olarak o şiddet hakkında mücadele vermesi o kişiler hakkında eleştirilere sebep olacaktır. Eleştirel görüşleri dillendirenler ahlaki görecelikle, post-modernizmle, çocuksu davranışlarla, iş birlikçilikle, tarafçılıkla suçlanacaktır. Butler, böylesine etiketleyici tavırları, yaftalama yapılarak rezil olunmayı (edilmeyi) göze almak olduğu bir korku iklimi üretme (toplumsal yapı ve iktidarlar tarafından) çabası olarak görmektedir (Butler, 2005, s. 16). Bu çalışmanın problemlerinden yola çıkarak, ayrımcılığa, ötekileştirmeye, norm’ale ve norm’alin birçok bireyi ve grubu dezavantajlı konuma getirmesine, kimliğin dayatılmasına karşı insancıl bir tutumla eleştiri getirmek ve bir duruş sergilemek bu çalışmanın en önemli ruhudur. Zira bir boyutu ile ele alınarak ayrımcılığa olan karşı duruş, aslında her tür ayrımcılığa, ötekileştirmeye, şiddete, baskıya, dayatmaya vb. karşı duruştur. Aslında toplumsal sorumluluğumuz, bu olumsuz koşulların

62

nasıl meydana geldiğini sorgulamamızı ve bizi daha iyi ayakta tutabilecek sağlam temellere dayanan toplumsal ve siyasi koşulları yeni baştan yaratma cesaretini sergilememizi gerektiriyor. Bunun yolu, her türlü anlatılara, yazılara, literatüre, eleştirilere, yaşantılara, tercihlere, yönelimlere ve birçok şeylere açık olmaktan geçiyor. İnkâr ederek şiddeti devam ettiren bir gelecek vizyonundan daha farklı bir gelecek vizyonu sunmaya başlarız (Butler, 2005, 33-34).

Butler’e göre ne heteroseksüel ne de homoseksüel olarak doğabiliriz; heteroseksüel olsun ya da olmasın her cinsel yönelim, her arzu kültüreldir. Butler’in da aralarında bulunduğu Gayle Rubin, Adrienne Rich, Eve Kosofsky Sedgwick, Iris Marion Young gibi yazarlar, baskıcı olmayan bir toplumsal cinsiyet düzeninin ancak cinsiyette radikal bir değişimle gelebileceğini iddia etmişlerdir. Biraz daha ileri giderek cinselliğin kısmen ayrı bir inceleme ve eylem alanı olduğunu da savunmuşlardır (Warner, 2013, s. 150).

Foucault’a göre beden, ona doğal ve özsel bir cinsiyet fikri yükleyen bir söylem tarafından belirlenmeden önce cinsiyetli bir varlık değildir (Direk, 2009, s. 71). Cinsiyet (sex), bedenin özellikle de üreme organının fiziksel ve biyolojik yapısına göre belirlenmiş doğal bir olgu iken, cinsellik bir olgu değildir; bedenlerin belli bir yönüne ya da işleyişine atıfta bulunmaz (Halperin, 2013, s. 87). Foucault’a göre beden, iktidar ve söylemler ilişkisi içerisinde şekillendirilen cinsiyetli bir formdur; buna bağlı olarak cinsellik de iktidarın, söylemlerin, bedenlerin ve duygu-hislerin tarihsel olarak düzenlenmesidir. Norm’alliği kuran normları ve işleyişlerini sorgulayan Foucault, normların insan doğasında temellenmediğini, aksine toplumsal, kültürel ve tarihsel olarak inşa edildiğini ve dayatıldığını ileri sürmektedir. Ona göre cinsellik, her ne kadar denetimi altında olduğunu söylesede iktidarların kontrol altında tutabileceği doğal bir durum veya açıklığa kavuşturulması gereken karanlık bir alan değildir; her şeyden bağımsız bir cinsellik mümkündür (Direk, 2009, s. 70). Cinsellik, tarihsel bir tertibattır; karanlık ve içinden çıkılamaz bir şey değildir, bedenlerin uyarılması ve hazların yoğunlaşmasıdır (Halperin, 2013, s. 87-88). Tüm bunlar ışığında özellikle Foucault’un cinsellik ve öznelliğin inşasını tartışması aslında Queer kuramın yolunu açmış belki de temellerini atmıştır.

Düalist cinsiyet odaklı teorilerin cinsellik ve cinsiyet temeli, doğuştan gelen biyolojik ve fiziksel farklılıklar (özellikle üreme organı) üzerine kuruludur. Queer ise cinsiyetin doğuştan gelen bir şey olduğuna karşı çıkmaktadır ve diğer teorilerle bu noktada karşı karşıya gelmektedir. Toplumda normal görülen cinsiyetin (sex), toplumsal cinsiyetin

63

(gender) ve cinsel yönelimin heteroseksüel normlarla tanımlanması ve feminizmin kadın ve erkek kimliği zemininde dar anlayış kalıpları mücadele etmesi, queerin hedef ve eleştiri konusu olmuştur. Yani feminizm ve bahsedilen diğer teorilerin tanımları ve mücadeleleri, doğuştan gelen bir takım farklılıkların kabul edilmesi üzerinde şekillenmiştir ve queerin eleştiri hedefi olmuştur. Queer kuram ise, özellikle feminizmi ve diğer teorileri bu konuda heteronormatif bir söylem olma durumundan çıkarma çabasındadır (Direk, 2012, s. 72). Her ne kadar ayrımcılık ve ötekileştirmeye karşı duruş queer ile feminizmin ortak noktası gibi gözükse de aslında düalist kadın ve erkek kimliği temelinde bir mücadele veren feminizme karşı queer, kimlik adı altında sınırlandırmayı ve düalist kimlik ekseninde mücadele verilmesini eleştirmekle ve kendisini herhangi bir sınırlandırma olmaksızın mücadele vermekle tanımlamaktadır; bu yönü ile queer aslında feminizmden oldukça farklı bir bakış açısı sunmaktadır.

Aslında Queer kuram kendisini, kadın veya erkek arasındaki hak ve eşitlik mücadelesi olarak değil insanlar arasındaki ayrımcılığa ve ötekileştirilmeye karşı bir mücadele olarak tanımlamakta ve her türlü otoriter sınırlandırma ve bu sınırlandırmaya boyun eğerek kabullenmiş teorilere ve söylemlere karşı durmaktadır. Bu bağlamda da aslında queer, sadece eşcinsel veya transların değil aynı zamanda heteroseksüellerin de kullanabileceği bir kavramdır. Yani kendisini toplum tarafından yakıştırılmış bir şekilde tanımlamayan ve toplum tarafından farklı veya aykırı görünüme sahip olan heteroseksüellerin de alanına girer. Örneğin heteroseksüel olan ve toplum tarafından erkek olarak adlandırılmış insan, heteroseksüel olmayı özgür iradesi ile benimseyerek aynı zamanda kadınlara yakıştırılmış kıyafetleri giyerek kadınlara yakıştırılmış rollerde bulunmayı isteyebilir (cross-dresser’lar). Bu noktada feminizm ve idealleri eksik kalacaktır, çünkü feminizm, kadın hakları alanında mücadele verirken zaten doğuştan gelen atanmış kadın cinsiyetini kabul edilmesi felsefesi üzerine kuruludur.

64