• Sonuç bulunamadı

Kahvehaneler, Kıraathaneler, Cafeler ve Pastaneler

BÖLÜM 2: SERVET-İ FÜNÛN ROMANLARINDA MEKÂN

2.5. Kahvehaneler, Kıraathaneler, Cafeler ve Pastaneler

“Ortadoğu ve Akdeniz çevresinde 12.yüzyıldan beri tanınan kahve, ancak 14.yüzyılda keyif verici bir içecek olarak” yaygınlaşır. “Daha önceki dönemlerde, şairlerin ‘şarap’ anlamında kullandıkları kahvenin Habeşistan’da hamur şekline getirilerek ekmekle yenen bir yiyecek maddesi olduğu tarihi kaynaklarda kayıtlıdır.” (Işın, 1993:386) “Kahve” kelimesinin nereden geldiği konusunda çeşitli rivayetler var. Vatanı Habeşistan olduğuna göre akla yatan en iyi düşünce oradaki kahve yetişen bir bölgenin eski adı Kaffa’dan alınmış olmasıdır. “Kahvenin bazı eski kitaplarda bâde yani içki, hatta şarap anlamına geldiği yazılıdır. Kahve, rayiha yani koku anlamını da

kuvvet verdiği için bu adı almıştır.” (Toros, 1998:4) Almanya’nın en önemli kahve uzmanı Ulla Heise’ye göre, kahvenin vatanı Doğu Afrika, özellikle de Etiyopya’dır. Bölgenin yerli halkı olgunlaşan kahve meyvelerinden yararlanmayı çok iyi bilirlerdi. Fakat kahve çekirdeğinin kavrulmasını ve ondan faydalanmasını ilk önce bilen Araplar’dır. 14. ve 15. yüzyılda Etiyopya’dan Yemen’e getirilen kahve bitkilerinin meyvelerini değil, çekirdeklerini toplamak amacıyla yetiştirilmesini, Ulla Heise Araplar’a borçlu olduğumuzu söylemektedir. (Heise, 2001:13)

16.yüzyılda yapılan Yemen-Mısır bağlantılı kahve ticaretinin son durağı İstanbul’du. Müslüman tüccarların Yemen’den Cidde’ye getirdikleri kahve, buradan Kahire ve

İskenderiye’ye gönderilir, daha sonra gemilerle İstanbul’a getirilirdi. İstanbul’da kahve

içmek çeşitli dönemlerde farklı gerekçelerle yasaklanmıştır. İstanbul’da 16. ve 17. yüzyıllarda kahve tüketicileri çok sert bir tepki görürler. “Uykunun ve aşkın kara düşmanı” diye adlandırılan bu içecek, Müslümanlığın yasak içkisi şarapla bir tutularak, suça yönelten birçok davranışın nedeni olarak görülür. Kahve tüketimine karşı ilk baskıyı 1609-1657 yılları arasında yaşayan Kâtip Çelebi’nin eserinde görürüz. “Kâtip Çelebi’ye göre, ulemanın ilk tepkisi 950/1543 yılında kahvenin İstanbul limanında ortaya çıkışıyla” başladı. Kahveye karşı bir fetva çıkarılır. “Ebussud Efendi’nin kahve taşıyan gemileri batırttığı ve yükün denizin dibine boşaldığı söylenir.” Kanuni döneminde, “kahvenin İstanbul’a rahatlıkla girdiğini gösteren birçok veri var. Kahve ve keyif verici içeceklerin kullanımına karşı baskının artması bu dönemden sonraya 17.yüzyıla rastlamaktadır.” Sultan IV. Murad (1623-1640) “bu baskıyı kahve içenleri ölüm cezasına çarptırmaya dek götürmüştür.” (Saraçgil, 1999:27-28) Ne yasaklamalar, ne fetvalar İstanbul’un dört bir yanında yer yer genel kahvehaneler açılmasına engel olamadı. Bu kahvehaneler eski meyhanelere benzer geniş, kâgir yapılardı. Ancak bunların çiçeklerle süslü bahçeleri, içinde fıskiyeler savrulan havuzları vardı. “İstanbul halkı bu kahvehanelerde kat kat fıskiyeli havuzun, havanın içinde döne döne serpilen suları karşısında çevrede güvercinler kanat çırpıp hu hu’larla sırdaş olurken, toprak kâselerle kahveler içerler, sohbet ederler, bazen içlerinden biri bir kitap okur, diğerleri dinlerlerdi.” (Sevengil, 1985:22-23)

“İstanbul’daki ilk kahvehanelerin 1555 yılında” açıldığı bilinmektedir. (Saraçgil, 1999:33) “Bu dindışı kültür mekânları 16.yüzyıl İstanbul’unda gündelik hayatın geleneksel kültür dokusunu şekillendir(ir), insanın kendi çevresiyle olan ilişkilerini düzenle(yerek) toplumsal kurumların temellerini at(ar). Kahvehaneler bu toplumsal kurumların şehir ölçeğindeki en yaygın örnekleri olup geleneksel şehir hayatının cemaat tipi örgütlenmesi içinde aynı kültürü paylaşan, fakat değişik sosyal tabakalara mensup insanların ortak faaliyetlerini organize ettikleri mekânlar olmuşlardır.” (Işın, 1993:387)

“Kahvehanelerin temel özelliği sosyalleştirici olmaları, toplumsal ve kültürel engelleri ortadan kaldırmaları ve insanları bir araya getirmeleri”dir. Kahvehanelerin bu sosyalleştirici özelliği, “tüketiciler arasındaki toplumsal ayırımları (da) geçici olarak ortadan” kaldırırdı. “Bir kahvehanede istediğiniz insanla konuşabilir, her hangi bir sohbete, kendi aralarında konuşanları tanısanız da tanımasanız da” katılabilirsiniz. (Saraçgil, 1999:35) Kahvehanede toplumsal farklar ortadan kalkardı. “Kahvehaneye gitmek erkekler için öncelikli bir eğlenceydi. Sohbet edilen, satranç, tavla, dama ve kâğıt oynadıkları, kışın ısınmak için geldikleri bir yerdi; çünkü kahvehanenin ortasında soba, ya da mangal” olurdu. “Mahalleler için kahvehane buluşma yeri ve haberleşme merkeziydi. Olup bitenler ağızdan ağza yayılır” insanlar bilgilenirdi. Ayrıca her türlü dedikodu yapılırdı. (Georgeon, 1999:48-49)

Yüzyıl sonunda İstanbul’u ziyaret eden Amicis şöyle yazmaktadır: “Galata ve Serasker kulesinin tepesinde, bütün vapurlarda, mezarlıklarda, berber dükkânlarında, hamamlarda, çarşılarda içilir. İstanbul’un neresinde olusanız olun, etrafınıza bakmadan ‘Kahveci!’ diye seslenmeniz kâfidir. Üç dakika sonra önünüzde bir fincanın dumanı tüter.” (Amicis, 1981:82)

“Basının gelişmesiyle birlikte, kahvehanelerde gazete okunmaya başlan(ır).” Kahvehane sahibi müşterilerine okumaları için gazete alırdı. Bu gazete elden ele dolaşılır, ya da aralarından biri okur, okuma yazma bilmeyenler dinlerdi. “Kahvehanelerdeki bu okuma tarzı basının kamu üzerindeki etkisini yaygınlaştır(ır).” Bunun sonucunda her kahvehanede aynı konu tartışılmaya başlanır. “Gazetelerle birlikte haberleşme de

dönemde İstanbul’da kahvehanelere benzer yeni yerler, “okuma salonları” ya da “odaları” ortaya çıkar. Söz konusu yeni tür kahvehaneydi; buralarda esas olarak okuma yapılırdı, yani “kıraat”. Böylece “Kıraathaneler” açılmaya başlanır. (Georgeon, 1999:71)

İstanbul Suriçi’nde altı kıraathane vardı. “Arif Bey, Sami Bekir, Sarafim Efendi;

Divanyolu üzerinde bulunan şöhretli üç kıraathane ise Hacı Şemsi, Mustafa Ahmed ve Salih Ahmed kıraathaneleridir.” 1900 yılında en tanınmış kahvehane “Fevziye Kıraathanesi’ydi.” Özellikle Ramazan ayında Şehzadebaşı’nda kurulmuştu. Burada musiki yapılıyor, kukla ve tiyatro gösterileri sergilenirdi. “Fevziye Kıraathanesi’nin siyasî bir işlevi de olmuştur: Jön Türk rejimince ordudan atılan subaylar, 13 Nisan 1909’da darbe girişimini takip eden günlerde Fevziye Kıraathanesi’ne toplan(ırlar).” 19.yüzyıl’ın sonunda ilk sinema gösterisi İstanbul’da Fevziye Kıraathanesi’nde yapılır.

İlk Milli sinema da Fevziye Kıraathanesi’nin bulunduğu yerde açılır. (Georgeon,

1999:72-73)

“Avrupa’ya açılma yolunda yeni toplumsal, mesleki alanlar oluşmaktaydı.” Toplumun bu büyüyen farklılaşması yeni sosyal mekânların yavaş yavaş çoğalmasıyla belirginleşir. Şehirde tiyatrolar, sinemalar, dans salonları çeşitli kulüpler açılır, ancak bunlar geleneksel buluşma ve sohbet mekânlarına zarar vermiyordu. Kahvehaneler de “bu genel çeşitlenme eğiliminden payını alır. Aynı dönemde ‘cafe’ terimi çok geniş anlam kazan(ır).” Fransız kültüründen fazla etkilenen yerel burjuvazi, Türkçe’deki kahvehane sözcüğüyle karşılanan (Yunancası kafeneio) “cafe” denen yerler açılır. “Cafe”ler denen yeni mekânlarla kahvehanenin arasında bir ayrım yapılır. “Geleneğe ve toplum kurallarına göre kahvehaneye, yanlarında eşleri de olsa girilmesi yasaktı; buna karşılık ‘cafe’ müşterisi olabildiğince karmaydı. Burada yalnız çiftlere değil aileye de rastlanı(rdı). Bir Türk kahvehanesinde Musevî ve Yunanlı’ya” rastlanmazdı. Yunanlı ve Musavîler de kendi işletmelerine başka mezhepten olanları ender olarak kabul ediyorlardı. “Bu etnik dinsel engeller ‘cafe’de ortadan kalkıyordu: Modernleşmeye ve Batılılaşmaya çabalayan bir toplum söz konusuydu.” Cafelerde “yaldızlı çerçeveli Venedik aynaları, deri kanapeler, sandalyeler, mermer masalar” bulunurdu. “(M)üşterilere hâlâ Türk kahvesi nargile sunuluyordu, ama bunların yanında bitki

çayları, meyve suları lokumlar, reçeller, iskambil kâğıtları, gazeteler ve dergiler de veriliyordu.” (Anastassiadou, 1999:90)

17.yüzyılın sonlarında Avrupalı gezginler kahvehane türü yerlerden bahsetmek için özel seçilmiş “cafe” sözcüğünü kullanmaya başlarlar. Bu da Avrupa’nın büyük şehirlerinde ilk cafelerin açılmaya başlamasından ileri gelirdi. (Tuchscherer, 1999:114) İstanbul’da, özellikle Pera ve Galata’da yeni tür, yani “alafranga kahvehaneler” açılmaya başlanır. Böylece Avrupa’ya Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen kahvehane “biçim değiştirerek anavatanına” geri dönüyordu. Bu yeni alafranga kahvehaneler, Kırım Savaşı sırasında müttefik askerleri İstanbul’a gelince ortaya çıkmıştı. Bu “cafe”ler, dekoru, aydınlatması ve müşterisiyle diğerlerinden ayrılırdı. Çünkü burada servis yapmak için kadınlar çalışırdı. Bu kahvehanelerde “Fransız usulü hazırlanmış kahve ve sütlü kahve dışında, likör ve rakı içilir ve Viyana pastalarının tadına bakılırdı.” Bunun dışında değişik eğlenceler düzenlenir, bilardo oynanılırdı. “Bu mekânlar Türklerin Avrupalılarla karşılaşma ve Batılı âdet ve düşünceleri öğrenme şansının en fazla olduğu yerlerdi.” (Georgeon, 1999:65)

“Galata ve Pera’da açılan ‘alafranga’ kahvehaneler, geleneksel kahvehane modelini de etkiledi.” Bu “Avrupai” ve “modern” cafe modeli, “İstanbul’daki eski geleneksel kahvelerin kıyıda köşede kalmasına yol açtı.” (Georgeon, 1999:66)

Servet-i Fünûn romancılarının romanlarında çok sayıda kahvehane, kıraathane, cafe ve pastane gibi mekânlar bulunmaktadır.

Hâlid Ziyâ’nın Bir Ölünün Defteri’nde iki arkadaş Hüsam ve Vecdi’nin bir gün “Valide Kıraathanesi”nde buluştuğu görülür. Ancak kıraathanenin tasviri yapılmamıştır.

Mâî ve Siyah romanında Ahmet Cemil ve Ahmet Şevki Efendi bir süredir evine

uğramayan Raci’yi aramak için matbaadan gece on buçuğa doğru dışarı çıkarlar: Galata’ya geldikleri vakit buraya mahsus gece hayatının uyanmaya başladığını gördüler. Geçerken doğru yola baktılar; sokağın çamurlarında kahvehânelerin,

hayatı bir iki kere yakından görmüş, o maîşetin sefâletinden titremişti. (Hâlid Ziyâ, 1896:82)

Biraz dolaştıktan sonra Tunel’i geçip Beyoğlu’na gelirler. Luxenbourg’da otururlar: Burası Ahmet Cemil’in en çok sevdiği yerlerden biriydi. Burada ön tarafta oturur, aşağı yukarı geçen halkı seyrederdi. Onun,

Beyoğlu’nda en ziyâde hazzettiği yer burası idi; orada ön tarafta bir yere oturur, önünden aşağıya yukarıya geçen halkı seyreder, bu binlerce yolculardan intihap ettiği bazı çehreleri oturduğu yerin mahdut nezâreti dairesinin müsâade ettiği kadar takip eder; o çehrelerin kimisinin paltosundan, kimisinin eski elbisesinden, birisinin elindeki paketten, bir kadının yanındaki çocuktan manalar anlar; zihnen birer dakikalık zaman içinde bu çehreler için birer mufassal hikâye yazardı. (Hâlid

Ziyâ, 1896:83)

Salah Birsel, bu mekânın o zamanki durumunu şöyle anlatmaktadır:

Şimdiki Saray sinemasının yerinde de, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Luxembourg

Kahvesi görünür. Bossy adında birinin işlettiği kahvenin arka tarafı bilardo ve oyun salonudur. Luxembourg'ta resimli gazeteler de bulunur. Sandalyeler kadifedendir. Kahvenin ön yüzündeki masalarda oturanlar dışardan geçenleri seyreder.

Luxembourg Halit Ziya’nın da sevdiği bir kahvedir. Orada çokluk cam önündeki bir masaya oturur. Kahvenin önünden geçenleri gözden yitirinceye değin izler. Kiminin paltosundan, kiminin eski elbisesinden, kiminin de elindeki paketten anlamlar çıkarır. Kafasında birer dakikalık zaman içinde bu insanların her biri için ayrıntılı bir öykü durur.

Ebüzziya Tevfik, Luxenbourg Kahvesi’nin 5 haziran 1870’deki Büyük Beyoğlu Yangınından önce, Tokatlıyan’ın karşısında, Kanzuk Eczanesi'nin yerinde olduğunu söyler. Eni, boyu çok geniştir. Duvarları baştan başa aynalarla kaplanmıştır. Perdeleri kadifedendir. Tavanı altın nakışlarla süslenmiştir.

Romanın başlangıcında da Ahmet Cemil, matbaa çalışanlarıyla birlikte gazetenin onuncu kuruluş yılını kutlamak için Tepebaşı Bahçesi’nde ziyâfette görülür. Salah Birsel’in verdiği bilgiye göre, “Tepebaşı Bahçesi bütün Servet-i Fünûncuların bahçesidir. Mehmet Rauf orada sık sık boy gösterir. (...) En gediklileri Halit Ziya, Ahmet Hikmet ve Saffet’i Ziya’dır. (...) Halit Ziya buradan Üsküdar’ın deniz kıyısını seyretmeyi çok sever.” (Birsel, 2002:49,56)

Bu tür mekânlar daha çok ‘edebiyat kahvesi’ diye anılır. İstanbul’da XX. yüzyılla

birlikte bu tür kahveler de çoğalmaya başlamıştır. Sarafim Efendi Kıraathanesi, Lebon, Tepebaşı Bahçesi, İkbal Kahvesi, Nisuaz, Viyana Kahvesi, Elit, Baylan, Ankara Pastanesi, Cennet Bahçesi bunların başlıcalarıdır. (Birsel, 2001:25)

Salah Birsel Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu adlı kitabında Tepebaşı hakkında şu bilgileri verir:

Tepebaşı Bahçesi’nin yerinde, geçen yüzyılda büyük bir mezarlık vardır. (...) Frenklerin Petit Champ adını verdikleri bu yerde 1854-1855 yıllarında Fransızların askeri bandosu çağşaklı marşlar çalmıştır. Çünkü Kırım Savaşı’nda Türklerin yanında yer alan Fransız ordusu İstanbul’da da konak tutmayı unutmaz.

O yıllar burası Beyoğlu’nun başlıca seyir yerlerinden biridir burası. Buranın bahçe olarak düzenlenmesi 1870 yıllarına rastlar. (...) Bahçenin dört bir yanı parmaklıklarla çevrilmiştir. Cumhuriyet Caddesi’ne bakan yüzünde tek bir kapı vardır. İki yanında birer gişe. Bahçenin arka tarafları çukurlar, tümsekler, otlar, dikenler, molozlar, süprüntülerle doludur.

Ortalık yerinde sivri çatılı, güvercinlik biçiminde bir kameriye, bir orkestra yeri -sonradan bunun yerine havuz yapılmıştır- vardır. Bahçe ikindiden sonra dolmaya başlar, sular kararmaya başladığı vakit de tam yükünü almış olur. Masalar, iskemleler çokluk kameriyenin çevresindedir. Bahçenin ortasında bir de yol vardır. (...)

ödemeniz gerekir. Ama pasta, dondurma, sütlü kakao için de sizden beş kuruş alınır.

(...)

Buranın garsonları giyimlerine son derece dikkat ederler. İş görürken ağızlarında sigara olmaz. Elleri pırıl pırıldır. Tırnakları da hep dibinden kesilidir. (...)

(B)urada hızlı konuşulmaz. Bir şey içer, ya da yerken ağız pek açılmaz. Dirsekler masaya dayanmaz. Islık çalınmaz. Şunun bunun yüzüne dalarcasına bakılmaz. Burada rakı ile meze de verilir. Ama mezeler pastırmalı, sucuklu, sarmısaklı olmaz.

(Birsel, 2002:47-48)

Aşk-ı Memnû’da Adnan Bey’in çocukları Nihal ve Bülent’i Beyoğlu’na alışverişe

çıkaran Matmazel de Courton onları Lebon’a da götürür:

Ara sıra Mlle de Courton çocukları Beyoğlu’na indirir; onları, öteden beriden bin türlü şeyler almak heveslerine serbest bir cevelan vermek için, mağazadan mağazaya dolaştırırdı. Bu seferler esnasında Bülent’i en ziyade çıldırtan araba seyranıydı. Yaz kış mahkûm oldukları yalı hayatından böyle nadir vesilelerle kurtularak arabada gezmek onun için bir bayramdı.

Şimdi Beşir’le beraber Beyoğlu'nda böyle bir araba seyranı yapıyorlar, koltukların

önünde tevakkuf ederek mağazalara uğruyorlar, ufak tefek alıyorlardı

Arabacı, diyordu; şimdi Bon Marche’ye!.. Ah! Geldik mi? Evet, geldik! İşte camlığın içinde bir kılıç!.. baksanıza, bu kılıç kaç lira! Beş lira mı?.. Hayır, pahalı! On beş kuruş.. Amma iyi sarınız? Hazır mı?.. Ne kadar uzun! Arabaya sığmayacak..

Şimdi şekerlemeciye, Lebon’a!.. Biliyorsun ya, arabacı, şekerlemeci Lebon’a!..

(Hâlid Ziyâ, 1316:66-67)

Salah Birsel, bu mekânı şöyle anlatır:

“Kurtuluş Savaşı’ndan önce Doğruyol diye anılan İstiklâl Caddesi’nin Asmalımescit ve Kumbaracı Sokakları ile birleştiği yere uzun zaman ‘Dörtyol’ denmiştir. Şimdilerde yerini teknik eşya satan bir mağazaya bırakan Lebon Pastanesi Dörtyol’da İstiklâl Caddesi’yle Kumbaracı yokuşunun birleştiği köşede 459 numaradadır.” (Birsel, 2002:33)

Yine Salah Birsel’in verdiği bilgiye göre, XIX. yüzyılın ikinci yarısında açılan Lebon (O) vakitler Markiz’in yerindedir. Pastanenin sahibi Bay Lebon burayı açmadan önce Galatasaray’da Sahne Sokağı’nın sol köşesindeki Valaury Pastanesi’nde çırak olarak çalışır. Valaury’nin kızıyla evlendikten sonra Şark Pasajı’nda Tremas bakkal dükkânını alır, orada Cafe-Restaurant de Saint Petersbourg yemek de yenen bir kahve aç(ar). Bay Lebon işlerini ilerlettikten sonra Şark Pasajı’nın bitişiğinde, cadde üzerindeki dükkâna yerleş(ir) ve bu yeni yere kendi adını ver(ir).

Ama bunu yapmadan önce Paris’teki Lemeunierin ustaya ısmarladığı pasta fırınını

İstanbul’a getirtir. Bu fırının bir eşi İstanbul’da yoktur. “Ancak 1888 yılında Alman

Kayseri II. Wilhelm İstanbul’a geleceği vakit Abdülhamit de aynı ustaya bunun bir ikincisini ısmarlat(ır) ve Dolmabahçe Sarayı’na yerleştir(ir).” (Birsel, 2002:35)

Nesl-i Ahîr romanında Tepebaşı’na gelen İrfan ve Şevket bahçenin girişini karşılarına

alacak şekilde otururlar. Buradan bütün bahçe görünürdü. İçerisi oldukça kalabalıktı.

İrfan’ın buraya ilk gelişiydi. Çocukluğuna ait hâtiralarında Tepebaşı pek az yer

almaktaydı. Tepebaşı Bahçesi’nde garson boş şişeleri kaldırıp masayı yeni gelecek

şişeler için silip temizlerdi. (Hâlid Ziyâ, 2009:160)

Romanda Süleyman Nüzhet ve kızı Azra Beyoğlu’nda biraz dolaştıktan sonra gidilecek evin çocuklarını düşünerek Lebon’a uğrar bir takım şeker ve çikolatalar alırlar. Bu sırada kendileri de “camekânın” önünde dolaşan zabıtalardan çekinip oturmaya cesaret edemezler. Baba kız ayakta ikişer dilim pasta yerler.

Bir gün Süleyman Nüzhet Azra’yı okuluna bıraktıktan sonra Mulatiye’ye uğrayıp pasta yer. “Ayakta, yanında biraz fazla çiçekli şapkasıyla mürebbiyesi duran genç kız, peçesini kaldırmış, güzel bir Fransızca ile bir kutuya fondan konduruyordu. Nüzhet yine aynı zamanda sokakta genç bir zabitin camekânda güya bir şey muayene ederek lüzumundan fazla geciktiğini görüyordu.” Bir süre sonra Nüzhet Jeannette’i hatırladı. Onun yanına boş gitmek istemedi. O da bir kutu şekerleme yaptırdı. Kayl’a uğradı.

saatte Tepebaşı’nda provada olacağını düşündü. Bonmarşe’den geçerken parfümerinin yanında demin Mulatiye’de rastladığı genç kızla zabiti gördü. (Hâlid Ziyâ, 2009:279)

Bir başka gün Süleyman Nüzhet’i, Splendid Cafe’nin köşesinde İrfan’ı beklerken görürüz. Bebek’te Şakir’i ziyaret ettikten ve İstanbul’da görülecek işleri yoluna koyduktan sonra İrfan’la görüşecekleri saatten önce buraya gelerek dinlenmek istemişti. Burada Gıyas hakkında düşünürken birden Cafe Royal Palas’a kadar yürüdüğünü fark etti. Saatini çıkarıp baktı. İrfan gelmiş olacaktı. Hızlı adımlarla Galatasarayı’na kadar geldi. Splendid Cafe’ye girerken başında kırmızı fesiyle Pişon’a rastladı. Burada beş dakika görüştü. Pişon genç musikişinâsla Jeannette’nin içeride olduğunu söyledi. (Hâlid Ziyâ, 2009:353-354)

Bir diğer gün Süleyman Nüzhet Büyükada’da Ayanikola’ya gitmek için arabaya biner. Arabada gideceği yere yaklaştıkça, Server yalnız mı olacak? Yalnız değilse ne yapacaktı? gibi soruların cevabını bulmaya çalışır. Bela Vista’nın önünden geçerken camın yanında yalnız oturan biriyle ta diğer uçta oturan küçük bir zümre görür. Yaklaşınca tanır. Sâhir olduğunu anlar. Arabayı durdurup yürür sonra köşeyi döner, birazdan Hâdi Efendi’nin bahçe kapısının önünde bulunacaktı. Kapıda iki gölge görünür. Biri Server’di, fakat yalnız değildi. Server’le görüşür, diğerinin Nevvare olduğunu öğrenir. Nevvare, Hâdi Efendi’nin “hemşirezadesi”, Server’in küçüklükten beri arkadaşıydı. (Hâlid Ziyâ, 2009:423-427) Server’le arabaya binen Nüzhet,

Ayanikola’ya gider.

Son Yıldız romanında Perranlar’la Tokatlıyan’da oturan Hidayet Hanım Lebon ve Dimitrakopulo’ya uğrayacaklarını söyleyerek salondan kalkmak ister. Fahri Cemal hep

beraber çıkmayı teklif eder. Perran Hanım da ufak tefek şeyler (havyar, bal) almak istemektedir. (Mehmet Rauf, 1927a:27) Otomobile binerek neşeler ve kahkahalar içinde

Lebon’a sonra Dimitrakopulo’ya giderler. Fahri Cemal onların istediklerini ve

istemediklerini alır. Hepsi elinde şık ve renkli paketlerle tekrar otomobile doluşup kahkahalar ve neşeler arasında dönerler. (Mehmet Rauf, 1927a:38)

Bir başka gün tiyatrodan çıkan Perran ve Fahri Cemal yağmurlu ve rüzgârlı havada yürüyerek Ağa camisini geçtikten sonra küçük karanlık bir pastacıya girerler. Garsondan çay ve pasta isterler.

Hüseyin Cahid’in Nadide romanında Kanber, Fuat’ın hana indiğini öğrendikten sonra hanın karşısındaki kahvede oturur. Fuat hana gelince peşine düşeceklerdi.

Hüseyin Cahid’in Hayal İçinde romanında Nezih’in kıraathanede oyun oynadığını, bezik masasından ayrılmadığı görülür. Bu mekân hakkında fazla bilgi verilmemiştir.

Romanda Nezih, Şükrü ve Ziya Bey sık sık Tepebaşı Bahçesi’ne gitmektedirler. Nezih, Diyapulular’la ilk defa Tepebaşı Bahçesi’nde karşılaşmıştır. (Hüseyin Cahid, 1901:129)

Tepebaşı Bahçesi’nde gördüğü mavi gözlü güzel kızdan etkilenen Nezih, bunu Vedad’a

anlatır. İki arkadaş, üç kız kardeşten ortancasını mavi gözlü sarışın olan güzel Fransız tiyatro oyuncusunu görmek için Tepebaşı Bahçesi’ne gelirler. (Hüseyin Cahid, 1901:29)

Safvetî Ziyâ’nın Salon Köşelerinde adlı romanında Rostavlar, Tepebaşı taraflarında oturmaktadırlar. Rostavlar’ın yemeğinden sonra sokağa çıkan Şekip, Pera Palas’ın önünden geçtiği sırada Lidya’yı görmeyi arzusu etmektedir. Arabanın camından sokağa baktığında “Tepebaşı Tiyatrosu’ndan birçok maskelerin gülüşerek, bağırışarak, latifeleşerek” çıktıklarını görür. (Safvetî Ziyâ,1912:50)

Beyoğlu’nu diğer semtlerden farklı kılan tarafı buradaki kahvehane ve pastanelerdir. “Peykelere, arkalıksız alçak iskemlelere oturulan, nargile ve uzun çubukla tütün içilen eski Türk kahveleri Galata, Tophane, Kasımpaşa, Beşiktaş gibi yerlerde eskiden beri mevcuttu. XIX. yüzyılın başlarından itibaren Beyoğlu farklı” bir şekilde gelişme gösterince, “eski tip kahveler de ara sokaklara sokularak (…) varlığını sürdür(ürler).” Beyoğlu’nda modern kahve ve pastaneler, modern lokantalardan önce görülmeye başlanır. Kırım Savaşı’ndan sonra Beyoğlu’nda kahvehaneler ve müzikli yerler artmaya başlar. (Cezar, 1991:408-409-410)

Hâlid Ziyâ’nın Aşk-ı Memnû ve Nesli Ahîr romanlarında Beyoğlu’na gezmeye çıkan roman kişilerinin Lebon’a uğrayarak şekerleme aldıkları görülür. Matmazel Courton Beyoğlu’na gittiklerinde Adnan Bey’in çocuklarını Lebon’a götürür. Süleyman Nüzhet