• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: OSMANLI DEVLETİ’NİN BATI’YLA İLİŞKİSİ

1.6. Roman Meselesi

1.6.1. Bizde Roman

Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler adlı kitabın “Romana ve Romancıya Dair

Notlar” yazısında, roman hakkında şu bilgileri vermektedir: İnsanı ferdî ve

içtimâî hususiyetleriyle, ruh hâletleriyle, ferdiyetini besleyen bin türlü şartlarla verebilmek için muasır garp hikâyeciliği, başlangıç noktası olan Don Kişot’tan Goriot Baba’ya ve Chartreuse de Parme’a varıncaya kadar muazzam bir inkişaf devresi geçirmişti. Arada klâsik on yedinci asırla aydınlanma asrının bütün kazançları, bütün hayal sukutları, müsbet ilmin tekâmülü, yeni bir felsefenin doğuşu, bir yığın içtimâî mücadele ve ihtilâl ve tenkit fikrinin bütün hayat ve fikrin üstündeki saltanatı vardı.

İnsanoğlunun iç hayatı ve kıymetler dünyası kaç defa yıkılıp sonra yeniden

kurulmuştu. Hâlbuki Don Kişot’un kendisi de bu cinsten merhalelerin biriydi. Ortaçağ romanı ona, kendi an’anesi içinde birçok içtimâî gelişme ve değişmelerden sonra erişebilmişti. Bu roman Ortaçağ romanının tenkidi idi ve yeni bir zihniyetin doğuşunu müjdeliyordu. (Tanpınar, 1992:57)

Berna Moran, Türk Romanında Eleştirel Bir Bakış I adlı kitabında romandan şöyle bahsetmektedir:

Biliyoruz ki bizde roman, Batıda olduğu gibi feodaliteden kapitalizme geçiş döneminde burjuva sınıfının doğuşu ve bireyciliğin gelişimi sırasında tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulların etkisi altında yavaş yavaş gelişen bir anlatı türü olarak çıkmadı ortaya. Batı romanından çeviriler ve taklitlerle başladı; yani Batılılaşmanın bir parçası olarak, Semseddin Sami, Namık Kemal, Ahmet Mithat gibi romanı ilk deneyen yazarlarımızın edebiyat ve roman ile ilgili yazılarını okuyacak olursak görürüz ki Avrupa edebiyatını ve romanını ileri bir uygarlığın işareti, kendi dünyamızı ve özellikle anlatı türündeki yapıtlarımızı da geriliğin bir işareti sayarlar. (Moran, 2004:9)

İnci Enginün de roman hakkında şu tespitlerde bulunmuştur: “Roman kelimesi nesirle

anlatılan kurmaca anlamındadır.” Çoğunlukla olaylarda kurmaca olduğu için, olayları esas alan tarihten ayrıldığı gibi, “çoğunlukla olaylardan ve kişilerden söz eden denemelerinden de farklıdır. Küçük hikâyeden farkı birçok kişiyi ve onların tecrübelerini anlatmasıdır.” (Enginün, 2006:163)

Berna Moran’ın verdiği bilgiye göre, “Batılılaşma hareketi sonucu bazı Türk aydınları” Batı’yla temasa geçerek 19.yüzyılın ikinci yarısında Batı romanını tanımaya başladılar. “Türkiye’de o zamana kadar anlatı türünde Leylâ ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Hüsn ü Aşk gibi manzum hikâyeler, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre gibi âşık hikâyeleri, Köroğlu, Battal Gazi gibi kahramanlık hikâyeleri, masallar, meddah hikâyeleri, velâyetnameler vardı. Avrupa romanı bizdeki anlatı türüne çok üstün görülüyordu.” (Moran, 1985:409)

Yine Berna Moran’a göre, Türk yazarları geleneksel hikâyeyi çocukça bulur, hor görürlerdi. Ancak roman denemesine başladıklarında çocukluklarından beri dinleyip okudukları bu hikâyelerin etkisinde kalırlar. Olay örgüsü kurma, bazen de anlatım üslubu bakımından onlardan faydalanırlar. Eski âşık hikâyelerinin olay örgüsünün bu hikâyelerde tekrarlandığı görülür. Bu formül dört ana bölümden oluşur. 1)Genç kız ile erkek arasında bir aşkın başlaması; 2)Sevgililerin ayrı düşürülmesi; 3)Sevgililerin bir birine kavuşmak için verdikleri savaş (erkek, kendisinden kaçırılan kızın peşinden gider; 4)Evlilik ya da ölümle bitiş. İdealize edilen bu aşk, hikâyelerdeki en büyük değerdir. Sevgiliye sadık kalmak, onun yolunda ölmek en büyük erdemdir. Berna Moran, ilk romancılarımızın bu formülü kendi romanlarının olay örgüsünü kurarken kullandıklarını söylemektedir. “Ahmet Mithat’ın ilk romanı Hasan Mellah (1874) bunun en açık örneğidir.” (...) “İlk romancılarımız yalnız âşık hikâyelerinden değil, meddah hikâyelerinden de yararlanmışlardır. Konuları masallardan alınmış olanlar bir yana bırakılırsa, meddah hikâyeleri geleneksel anlatı türünde romana en yakın(dır). Bunlar gerçekçi sayılabilecek halk hikâyeleriydi. Doğaüstü varlıklara, olaylara yer vermezler, konularını şehir yaşamından alırlardı.” (Moran, 1985:409-410)

Ahmet Cüneyt Issı’ya göre, Türk romanı “modern bir görünüme” (…) “ilkel diyebileceğimiz ilk örneklerle ‘emekleme ve çocukluk devresi’ geçirdikten sonra olgun ürünler vermeye başlamıştır.” Modern Türk romanı esas olarak Batı’dan yapılan roman çevirilerini örnek alan bir türdür. Türk edebiyatının romanla tanışması Batı’dan yapılan çevirilerle başlar. Batı’dan yapılan çevirilerden etkilenen ilk romancılarının karşısında

tekniğiyle geleneksel Türk halk hikâyelerini “uzlaştır(ır)”. Namık Kemal ise batılı roman tekniğini doğrudan uygulamaya çalışır. (Issı, 2002:16-17)

Nurullah Çetin’in verdiği bilgiye göre, Ahmet Mithat Efendi ve Namık Kemal

“romanın amacının eğlendirerek öğretmek, hoşça vakit geçirirken sosyal, medenî ve ahlakî birtakım dersler vermek, okuyucuları bilgilendirip bilinçlendirmek” konusunda birleşirler. İki yazar da romantizm akımına bağlıdırlar. Kendi dönemlerinde güncel konumda olan realizm yerine romantizmi tercih ederler. “Mithat Efendi popüler romanın, Namık Kemal de edebî romanın öncü(lüğünü)” yapar. Onlar romanın kurgusunda, tekniğinde, dil ve üslûbunda ayrılarak iki ayrı çizgi oluştururlar. Ahmet Mithat kendisine halk kitlelerini seçer. Kolay okunabilen, “basit kurguya sahip, açık ve yalın bir dil ve üslûbu olan, sürükleyici, eğlendirici, sıkmayan bir teknikle roman yazar.” Fransız edebiyatından özellikle Aleksandr Düma Per’in etkisi altındadır. Namık Kemal ise belli bir eğitim ve kültür seviyesine sahip olan kitleleri hedef seçer. Estetik kaygıları, dil ve üslûbu sanatlı roman kaleme alır. Onda Fransız edebiyatından özellikle Victor Hugo’nun etkisi görülür. (Çetin, 2002:21)

Batı’da roman türü ortaya çıktığı zaman Osmanlı toplumunda hangi eserlerin bulunduğunu Güzin Dino Türk Romanının Doğuşu adlı eserinde şöyle sıralamaktadır:

Romandan önce klasik Osmanlı yazınında anlatım türü Farsça’dan kaynaklanan mesnevilerle kendini gösterir; bunlardan en çok bilinenler Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Hüsrev ile Şirin, vb.dir. Bunlar Aruz vezniyle yazılmış, efsaneleşmiş sevda temalarını işleyen, çoğu kez tasavvufî nitelik taşıyan ve özellikle şiirsel hikâyelerdir. İncelmiş, bilgince, Arap-fars sözcükleri ve deyimleriyle yazılmış olan bu hikâyeler sadece seçkinler içindir. Gene yazına bağlanan, Hint kaynaklı, Türkçeye Arapça’dan çevrilen Kelile ve Dinme ya da tarihsel ve efsaneleşmiş olayları düzyazıda bir araya getiren (Farac Bad’es Sidde gibi) Farsça ve Arapça’dan daha sade ve açık bir dille yazılmış kitaplara rastlandığı gibi, Aziz Efendi’nin düzyazı olarak kaleme alınmış töresel ve gizemli Muhayyelât’ı da anlatım yazınının başka bir yönünü ortaya koyar.

Yazın türünün yanı sıra sözlü halk hikâyeleri, kimi zaman doğrudan doğruya mesnevilerden, destanlardan, dinsel, tarihsel konulardan ya da efsanelerden

Dede Korkut gibi ulusal destana bağlı olanlardan ya da folklor niteliği taşıyan Köroğlu, köy çevrelerinde daha yaygın olan Karaca Oğlan, Kerem ile Aslı, vb. hikâyelerden başka Battal Gazi, Hazret’i Ali’nin yaşantısı, Firuzşah’ın serüvenleri, Binbir Gece Masalları, âşıkların romanlaştırılmış yaşantıları, Tıflî’nin usdışı serüvenleri Tutîname hikâyeleri, özellikle hikâye türünü özümleyen Hançerli Hanım, Tayyarzade ve Cevri Çelebi’nin hikâyeleri, romanın doğuşundan önceki anlatım yazınını oluşturmuştur. Sözlü anlatım geleneğine bağlı olan bu yazarlar ilkin taşbasması olarak, sonra da aşağı yukarı Batı etkisindeki ilk Türk romanlarının çıktığı sıralarda genel basım tekniğiyle yayınlanmıştır. (…)

Kimisi yazın geleneklerine, kimisi halk ve folklor kaynaklarına bağlanan bu anlatı çeşitlerinin özellikleri, birinciler için dinsel ya da alegorik (orunlamalı), diğerleri içinse doğa dışı, büyü ve tılsıma başvuran, olağanüstü, serüven dolu olmalarıdır.

(Dino, 2008:6-7-8)

Güzin Dino’ya göre, “Türk romanı hem geç doğmuştur, hem de aceleye gelmiştir. Roman türüne ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında yaklaşılmıştır. Batı romanının çeşitli tarihsel süreçler içindeki yavaş oluşumu ile Türk romanının doğuş ortamı arasında hiçbir benzerlik yoktur.” (Dino, 2008:6)

Jale Parla da bu konuda şunları söylemektedir:

Roman Osmanlı kültürüne 19. yüzyılın son otuz yılında, 1870-1890 yılları arasında girdi. Roman kuramcılarına göre, romanın Batı’da burjuvalaşmasıyla eş zamanlıdır ve yeni bir ideolojinin (liberalizmin) ve yeni bir epistemolojinin (ampirik pozitivizmin) temel ilkelerini yansıtır. Ayrıca, roman türünün, belki de bütün diğer türlerden daha fazla, döneminin ikonoklastik gerilimlerini taşıdığı kabul edilir. (Parla, 1993:9)

Servet-i Fünûn yazarlarından Hâlid Ziyâ da Hikâye adlı çalışmasında hikâye ve romanı değerlendirir. Roman türünün Batı’daki gelişmesini ele alan yazar, romanın tarihi gelişimini anlatmıştır. Bunun dışında Romantizm ve Realizme değinmiş, bu akımların

Bilge Ercilasun’un verdiği bilgiye göre, “yazarın tek eksiği, masalcılar dediği folklor malzemelerini edebiyatın dışında tutması ve bunları edebiyat dışı malzemeler olarak değerlendirmesidir. Bunun bir sebebi, folklor hakkındaki o zamanki bilgilerin eksikliği ve yanlışlığıdır. Hâlid Ziyâ Batı’daki roman hakkında bütün bilgileri sıraladıktan sonra kendi tercihini de belirtir.” (Ercilasun, 1997:288)

Mehmet Rauf da Bizde Roman yazısında romanın ne olması gerektiği konusunu ele almıştır. Romanı belli bir tarife sığdıramayan Mehmet Rauf, Taine’den hareketle romanı tabiatın ve hayatın bütün çehrelerini gösteren bir ayna olarak tanımlamıştır. (Şen, 2006:568)