• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: OSMANLI DEVLETİ’NİN BATI’YLA İLİŞKİSİ

1.2. Kılık Kıyafet ve Yaşama Tarzı

“Devrin karakter ve temayüllerini göstermesi bakımından değişmelerin en mühimi,

şüphesiz içtimaî, bilhassa devlet ve saray teşkilâtında, yaşayış tarzında, kılık ve

kıyafette meydana getirilen yeniliklerdir.” (Turhan, 1951:193)

Kılık kıyafette ve yaşama tarzında bir takım yenilikler yapan II. Mahmud “Osmanlı padişahlarının İstanbul’da kapanmaları âdetini bırakır.” Avrupa hükümdarlarının ülkelerini tanımak için ara sıra yaptıkları seyahat fikrini benimser. “İlk seyahetini Rumeli’ye yapar. İlkin kalyonu ile Varna’ya gider. Oradan Rusçuk ve Tırnova yolu ile Edirne’ye kadar uzanır.” (Karal, 1999:158)

Mümtaz Turhan’ın verdiği bilgiye göre, bu devirde saray mensuplarının vekillerin, “askerlerin ve halkın kıyafetlerinde değişiklikler yapılır. Padişah Mısır zabitlerinin elbiselerini andıran yarı şarklı yarı garplı bazen tamamiyle eski kıyafetinde görülür. Ordu, belli memur ve halk tabakaları için ayrı ayrı serpuş ve elbiseler tayin edilir.” (Turhan, 1951:193)

II. Mahmud döneminde askerî birlikler şubara, talim elbisesi, kısa tunik ve bir çuha yelek, sıkı şayak dizlikler ve potin ile donatılır. (Lewis,1998:100) “Sarık kaldırılır, yerine fes konur.” (…) “Padişah resmî ziyafetlerde şarap içilmesine müsaade eder. Resmini ilk defa büyük merâsimlerde resmî dairelere astırır. Avrupa’nın başlıca devlet merkezlerinde sefir bulundurulmasına devam edilir.” (Turhan, 1951:193-194)

II. Mahmud’un yaptığı kıyafet reformu resmi görevlilerin yanında sivilleri de kapsar. Memurun giyeceği kıyafet ayrıntılı bir şekilde belirlenir. Cüppe ve sarık ulemaya mahsus bir kıyafetti. Siviller için fes zorunlu olmuş ve diğer başlıkların yerini almıştı. (Lewis, 1998:102)

Fatih Andı, Roman ve Hayat adlı kitabında bu konuyla ilgili şu bilgileri vermektedir: Türk insanının kılık-kıyafeti ile ‘sorunlu’ oluşu XIX. asrın ilk yarımı içerisinde başlar. Sultan II. Mahmud, Yeniçeriler’in ilgasından sonra kurduğu yeni ordusu Asâkir-i Mansûre’ye, Batılı ülke üniformalarına özenerek, yeni tip bir üniforma

yayımlayarak, kavuğu kaldırıp, sarık ve cüppeyi yalnızca ilmiye sınıfına hasreder; devlet memurları ve halk için fes, setre, pantolon, kaput veya redingotla sınırlı bir kıyafet mükellefiyeti getirir. Halkın fes ihtiyacını karşılamak maksadıyla bir de Feshâne açtırır. (Andı, 2004:127)

Saray ve çevresinde yapılan yenilikler hakkında Tanpınar şunları söylemektedir: “Saray Avrupa saraylarına göre” düzenlenir; “Vezir ikametgâhlarında Avrupalı mobilya ve Avrupa eşyası” yer almaya başlar. “Asırlarca (...) tekâmül etmiş bir zevkle döşenmiş sofalar ve odalar yerine orta halli bir Avrupa burjuvasının ikametgâhını andıran belirsiz zevkli bir mobilya ve dekor ortasında (...) hükümdar, Avrupa saraylarını taklit eden birtakım yeni merâsim ve hakikatte mâzi ile mukayese edilirse, çok fakir bir debdebe

içinde yaşamağa başlar.” (Tanpınar, 1988:69)

“Devletin garba kendini açışı ile İstanbul’da hayat birden bire değişir.” Önce “Mahmud II devrinde Avrupalılaşmağa başlayan saray, genç hükümdar ve Mustafa Reşid Paşa olmak üzere Tanzimat ricâlinin muhitlerinde başlayan yenilikler yavaş yavaş halkın arasına sokulur. Yazın Tarabya’da, Büyükdere’de görülen ecnebi kıyafet ve âdetlerini Müslüman halk, kışın sık sık gitmeye başladığı Beyoğlu’nda daha yakından görür.” Batı yaşayışının çeşitli “unsurları taklit ve moda yoluyla” günlük hayatımıza girmeye başlar. “Beyoğlu’nda açılan Avrupakârî müesseseler, terziler, manifaturacılar, tuvalet eşyası, mobilya satan dükkânlar”, özellikle “Kırım harbinden sonra halkın sık sık uğradığı yerler olur. Devrin gazetelerindeki ilânlar her gün Avrupa’dan yeni bir modanın girdiğini gösterir.” Bu ilânlarda “Büyükdere’deki kotra yarışlarından”, satılık “İngiliz usulü mobilyalardan, ecnebî bir kadının ‘piyano denen ve bizim kanuna benzeyen bir çalgıyı’ istenirse ‘haremlerde’ öğreteceğinden bahsedilir.” (Tanpınar, 1988:131)

“Az çok Fransızca okuyup söyleyen, piyano çalan, tiyatroyu ve Garp musikîsini seven, Fransızca resimli gazetelerden hoşlanan Abdülmecid, her gün bir yeniliğin peşinde(dir).” Özel hayatında Batılı yaşayış tarzını benimser; “Dolmabahçe Sarayı’nın yanı başında küçük bir tiyatro yaptırır, saray orkestrası kurdurtur, saray kadınlarına, alaturka teganni ve sazın yanı başında garp müsikisi öğretilir, küçük balo ve dans

Tanpınar ayrıca 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı kitabında, 19. yüzyılın başlarından itibaren “Beyoğlu’nda garp usulü lokanta, kahvehane, otel ve eğlence yerlerinin” açılmağa başladığı bilgisini de vermektedir. (Tanpınar, 1988:69)

Rauf Mutluay da bu konuda şunları söylemektedir:

İstanbul fethinde bazı koşullarla yönetime giren Galata aman verilmişleri

(müste’men), imparatorluk ticaretine el atan Batı devletleri temsilcileriyle birlikte Beyoğlu yakasında ayrı bir azınlık olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Sarayın Topkapı’dan Dolmabahçe’ye taşınması, yüksek memur tabakasını da Nişantaşı, Beşiktaş, Teşvikiye ve Boğaz’ın Rumeli yakasına çeker. Yeni mahalleler daha alafranga kurulmakta, Cihangir moda olmakta; İstanbul yakası ile Beyoğlu iki ayrı dünya gibi ayrı ayrı çizgilerde yaşamaktadır. İslam şehrinden ayrı bir kişilikte yarı yerli, yarı batılı bir koloninin Tanzimat sonrasında çok artan Avrupalı ziyaretçilerle zenginleşen manzarası, özlenen ve imrenilen bir hayatın merak ve istek merkezi haline gelir. Avrupa ticaretine aracılık yapan azınlık temsilcileriyle gittikçe güçlenen Galata bankerleri ve Beyoğlu sarrafları, dış ticaretin açık pazara döktüğü ithal mallarıyla gözünü kamaştırır yüksek memur tabakasının. Yeni eğlence biçimleri ve yaşama özenleri başlar. (Mutluay, 1970:57)

“Yabancı tiyatro trupları, konserler, çeşitli ulusal bayram yıldönümlerinde elçiliklerde hazırlanan balolardan başka Beyoğlu hayatını canlandıran gazinolar, müzikli içki yerleri, erkeklerle kadınların nisbî bir özgürlük ve açıklık içinde yaşadıkları yeni bir eğlence hayatı gelişir.” Hatta “İstanbul erkeklerinin bu ayrı dünyaya kaçamakları, roman ve tiyatro eserine konu olur, Türk erkekleriyle yabancı ve azınlık kadınlarının yaşadıkları aşklar ve eğlenceler aile dramları olarak sunulur. Alafrangalık modası kılık kıyafetten başlayarak günlük hayat alışkanlıklarına geçmeye başlar. Batılılaşmayı bir züppelik gösterişi biçiminde anlayan kişiler, edebî eserlere konu edinir.” (Mutluay, 1970:58)

Tanzimat’tan sonraki yıllarda yaygınlık kazanan merkezlerden biri de Boğaziçi olur. “Selim III, Mahmud II devirleri, Boğaz’ın muhtelif semtlerini zaten yeni bir zevkle

benimsemişti. Bu sefer her sınıf halk, hattâ orta halli memurlar ve tüccarlar sayfiyeye çıkarlar.” (Tanpınar, 1988:133)

Abdülmecid devrinde, “devlet adamlarının telâkkilerinde ve hayat şartlarında bazı Avrupalı telâkkilerle âdetler yer almaya başla(r). İstanbul’da ötedenberi delikanlılar için maruf ve mutad olan aşk ve alâka hali tabiisi üzere kızlara müntakil oldu. Ahmet III. zamanında mutat olan Kâğıthane seyri ziyade rağbet buldu. Gerek orada gerek Bayezıt meydanında arabalara işaretle muaşaka usulü haylı meydan aldı.” (Karal, 1998:278)

Kıyafetlerin ve âdetlerin değişimi hakkında Karal, şunları söylemektedir:

Üzerlerine teksif edilmeye başlanan bu hissî alâkadan faydalanan kadınlar; kıyafet ve âdetlerin gelişmesinde müessir oldular. Avrupa modasını ve âdetlerini kabul etmeye başladılar. Avrupa kadınları gibi iç çamaşırı, korse ve eldiven kullandılar. Bu hal ilkin, saraydan başladı ve paşaların ailelerine sirayet etti. Yavaş yavaş evlerin iç eşyaları da değişmeye başladı. (Karal, 1998:278-279)

“Büyük devlet adamlarının, hali vakti yerinde olan gayri müslimlerin, devrin icaplarına, sarayın gidişine uyarak Avrupalıları” bazı yönlerden; mobilya seçiminde, “evlerin tefrişinde” özellikle “yaşayış tarzında taklit ettikleri” görülür. (Turhan, 1951:194)

“Minderler, divanlar terkedilir.” Onların yerine “konsollar, kanepeler ve sandalyeler kullanılmaya başlanır. Avrupakâri sofra takımları revaç bulur.” Önce “askerlikte ve sonra hukuk nizamında, eğitimde ve edebiyatta garplılaşma hareketleri neticesinde kurulmuş olan ikilik cemiyet âdet ve şekillerinde de görülmeye başlar. Alaturka ve alafranga tâbirleri bundan sonra bu ikiliği ifade etmeye başla(r).” (Karal, 1998:279)

Hayatın her sahasında yapılan değişmeler, İstanbul’u görmek için gelen Batılı seyyahların da dikkatini çeker. Onlar, eserlerinde ülkede gördükleri değişmeleri kaleme alırlar. İstanbul’a 1835 yılında II. Mahmud zamanında gelen İngiliz yazar Julia Pardoe,

Ünlü İtalyan edibi ve seyyahı Edmondo de Amicis de İstanbul (1874) adlı eserinde o yılların İstanbul’una, gelenekçi yaşayışa ait gözlemlerini şöyle dile getirir:

Her şey tam manasıyla Şarklı’dır. Çeyrek dakikalık bir yol yürünür ama ne kimseye rastlanır ne de bir ses duyulur. Orada burada rengârenk boyanmış, birinci katı zeminden, ikinci katı birinci kattan taşmış küçük ahşap evler vardır; (...) Bütün kapılar kapalıdır, zemindeki bütün pencerelerde demir parmaklıklar vardır.

(Amicis, 1981:40)

Yazar, İstanbul’da Batılı yaşayışın örneklerine de rastlar ve bu konuda şunları söyler: Pera deniz seviyesinden yüz metre yüksektedir: hem sakindir, hem eğlenceli, hem Haliç’e bakar, hem Boğaz’a. Avrupa kolonisinin West-End’idir, zarafet ve safa

şehridir. Yürüdüğümüz yolun iki tarafına İngiliz ve Fransız konakları, şık kahveler,

kulüpler, sefaret konakları sıralanmış, bunların arasından bir kale gibi Beyoğlu’na Galata’ya ve Boğaz sahilindeki Fındıklı’ya hâkim olan Rus sefaretinin kargir sarayı yükseliyor. Burada Galata’dakinden çok farklı bir kalabalık var. Aşağı yukarı, soba borusu gibi erkek şapkalarıyla, tüylerle, çiçeklerle süslenmiş kadın

şapkalarından, başka bir şey görülmüyor. Rum, İtalyan ve Fransız kibarları,

zengin tüccarlar, sefaret memurları, yabancı gemi zabitleri, sefir arabaları ve her milletten ne olduğu bilinmeyen, karışık suratlı insanlar görülüyor. (Amicis,

1981:68)

Amicis kitabında müslüman kadınların giydikleri kıyafetlerden ve Şark usulü döşenen Türk evinden de bahsetmektedir:

Bu güzel ve zengin Müslüman kadınlarının yaşadıkları evler cazip ve acaip elbiselerine oldukça uygundur. Kadınlara tahsis edilmiş odalar ekseriya iyi yerlerdedir, buralarda fevkalâde kır ve deniz manzaraları ve İstanbul'un büyük bir kısmı görülür. Aşağıda sarmaşıklarla, yaseminlerle örtülü yüksek duvarlarla çevrilmiş küçük bir bahçe, yukarıda bir taraça, sokak tarafında, İspanyol evlerinin miradoser'i gibi şahnişinler vardır. Evin içi pek güzeldir. Salonların hemen hepsi küçüktür; yerler Çin hasırları ve halılarla kaplanmıştır, duvar kaplamaları meyve ve çiçek resimleriyle boyanmıştır; duvarlar boyunca geniş sedirler, ortada mermer bir çeşme, pencerelerde saksılar ve şark evine mahsus hafif, tatlı bir ışık…

(Amicis, 1981:268)

Yazar eserinde hayatın her alanında geleneksel olanla batılı olanın çatıştığı noktaları da göstermektedir.

(Ev) Avrupalı bir hanımın evine benzer. Evde bir piyano bulunur ve Hristiyan bir kadın hoca hanıma piyano çalmayı öğretir; dikiş kutuları, küçük hasır iskemleler, bir şezlong, bir yazıhane görülür; efendinin Peralı İtalyan bir ressam tarafından kara kalemle yapılmış güzel bir resmi duvara asılmıştır; bir köşede aşağı yukarı yirmi cilt kitabı olan kütüphane vardır, kitapların arasında küçük bir Türkçe-Fransızca lûgat ile hanımın ikinci elden, İspanya konsolosunun karısından aldığı Resimli Moda mecmuasının son sayısı bulunur. Evin hanımının suluboya resim yapmak için ne lâzımsa herşeyi vardır ve büyük bir şevkle çiçek ve meyve resimleri yapar. Kadın arkadaşlarına canının hiç sıkılmadığını söyler. İki işin arasında hatıralarını kaleme alır. Günün belli bir saatinde, (tabiî kambur ve nefes darlığı çeken bir ihtiyar olan) Fransızca hocasını kabul ederek onunla konuşmaya çalışır. Bazen Galatalı bir Alman kadın fotoğrafçı resmini çekmek için gelir. Hastalandığı zaman, Avrupalı bir hekim muayene eder. (...) Arada bir Fransız terzi kadın gelip son moda mecmuasına göre biçilmiş bir elbisenin provasını yapar. (Amicis,

1981:189-190)

Batılılaşmanın insan hayatındaki etkileri, batılı tarzda yaşanan Türk evi, tüm ayrıntısıyla Edmondo de Amicis’in İstanbul adlı eserinde yer almaktadır.