• Sonuç bulunamadı

Kadınların Türkiye Toplumunda Karşılaştığı Sorunlar

Kadınların karşılaştığı sorunların başında “şiddet” gelir. Şiddet, bilinçli olarak bir kişiye ya da kişilere üstünlük kurmak amacıyla fiziksel, sözel, cinsel, psikolojik, ekonomik olarak zarar verici hareketlerin ve sözlerin tümü diye tanımlanabilir. Dünyada en çok şiddet gören gruplar başta çocuklar olmak üzere kadınlar ve yaşlılardır (Köşgeroğlu, 2010b: 9). Yani toplumun, fiziksel ve duygusal olarak en zayıf kesimidir. Genel manada şiddet “sahip olunan güç veya kudretin, yaralanma ve kayıpla sonlanan veya sonlanma olasılığı yüksek bir biçimde bir başka insan, kendine, bir gruba veya bir topluma karşı tehdit yoluyla ya da bizzat uygulanması olarak tanımlanmaktadır (Özerdoğan; 2010: 85-86). Güçlünün daha az güçlü olana uyguladığı fiziksel ve sözel saldırıdır.

Erkeğin güçlü bir egemenlik kurduğu toplumlarda kadın, erkeğin hizmetinde bir nesne olarak görülmüştür. Bu bakış açısı da erkeğin kadına her türlü şiddet uygulamasının olağan, yaşamım bir parçası, normal bir iletişim tarzı olarak algılanmasına yol açmıştır. Kadına yönelik şiddet hemen her toplumda, yüzyıllar boyunca sözlü ve sözsüz kültürler de dahil, erkek otoritesinin bir dışa vurum biçimi olarak algılanmış, hatta toplumsal yapılar tarafından desteklenerek günümüze kadar gelmiştir (Köşgeroğlu, 2010b: 19-20). Bazı erkekler şiddeti erkek olmanın bir getirisi gibi görüp, şiddet uygulamayı doğal hakları gibi kullanmışlardır.

30

“Kadınların karşılaştıkları şiddet, onları kısıtlanmış bir yaşama olduğu kadar değersizleştirilmiş bir bedene de maruz bırakır.”(İnceoğlu ve Kar, 2010). Şiddet gören kadın doğal olarak kendini değersizleşmiş hissetmekte ve özgüven kaybına uğramaktadır.

Genel olarak şiddet uygulayan kişi, temelde sevgisiz büyüyen, çocukluk döneminde değersizlik duyguları ile tanışan kişilerde, bir anlamda yaşamdan intikam alma güdüsüyle hareket eden bir davranış biçimidir. Bencillik duygusu bir anlamda şiddetten beslenir, pekişir ve gittikçe artarak hem şiddet uygulayan kişiyi, hem de şiddet mağdurunu içine alır. Böylece başkalarına şiddet uygulayan insan kendinin güçlü ve işe yarar olduğunu kanıtlamak için sürekli şiddete başvurur (Köşgeroğlu, 2010b: 21-22). Şiddetin temelinde empati yoksunluğunun da olduğunu söylesek hiç haksız olmaz. Çünkü kişi şiddet uyguladığı kişiyle empati kursa, istese de artık şiddete devam edemeyecektir.

Uygulanan bu şiddetlere karşı kurumsallaşma da “1990’da Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı ve Ankara Kadın Dayanışma Vakfı ile olmuştur” (Çubukçu’dan akt: Gökhan, 2010: 56). Bu kurumda şiddetin çözüm yolları kadın lehine kesilmeye çalışılmıştır.

Kadınların karşılaştıkları sorunlardan biri ise eşlerinin üzerine evlenmesidir. Savaş sonrasında toplumda kadınlar çoğunluğu oluşturmuş ve toplumsal bir çözüm olarak çokeşliliğe başvurulmuştur. Ekonomik şartların ağırlaştığı toplumlarda imkânı olanlar çokeşliliği tercih etmişlerdir. Çokeşlilik erkek için aşırı libidonun tatmininden çok bir statü meselesi olmuştur. Bununla birlikte kimi toplumlarda kadın için de aşağılayıcı bir işlem sayılmıyor, kadın bile ikinci eşe, işlerinde bir yardımcı gözüyle bakabiliyordu(Aydın, 2000: 59). Fakat normal durumlarda tekeşlilik kabul gören bir durumdu. Ekstrem durumlar göz ardı edilirse tek eşlilik toplumlarda genellikle kabul gören bir tercih olmuştur.

Kadınları birbirine bağlayan şey, uğradıkları baskıların benzer olmasıdır. Yani diyebiliriz ki sosyolojik bir nosyondur. Söylemsel olarak kurulmuş “kadınlarla” kendi tarihlerinin özneleri olan “kadınlar” arasında kurulacak bağlantı bu şekilde atlanmış olur (Mohanty, 2008: 36). Süregelen sorunlara üretilmiş çözümler, kadınları daha çok birbirine bağlamaktadır. Kendi sorununa başkası nasıl bir çözüm üretmiş, bunun araştırmasıyla başlayan süreçte, kadınları ortak sorunlar birbirine bağlar.

31

Eskisine nazaran kadınlara yönelik olan fiziksel şiddette bir azalma gözlense de, kadınları görsel bir malzeme haline getiren, metalaştıran görsel bir şiddete kendisini bırakmıştır. Fakat iki şiddet türünün aralarındaki fark birinin gönülsüz, diğerinin ise gönüllü olarak şiddete maruz kalmasıdır.

Kültürümüzde kadınlar ve erkekler daha doğdukları andan itibaren farklı değerlendirmelere maruz kalırlar. Erkek çocuğun doğum müjdecisi bile farklı ödüllendirilir. Çocukluk çağında, yetiştirme usullerimiz gereği kız çocuklar koruma ve denetim altında büyütülürken, erkek çocuk daha özgür bırakılır (İnceoğlu ve Kar, 2010: 39-40). Erkeklerin bir takım yanlışlar yapmaları hoş görülürken, kız çocuğuna hatadan münezzeh bir rol çizer Türk toplumu. Toplumumuzda şiddet uygulayan tarafın genellikle erkek olduğu düşünülürse, sebeplerini hiç de uzakta aramamak gerekir!

Kültürler arasında genel olarak değer erkeğe verilmiştir. Öyle ki oğlan çocuğu doğuran anne bile oğlandan dolayı değerli görülmüştür. Erkek çocuk, gençlikte saygınlık, yaşlılıkta güvence olarak düşünülmüştür. Türk kültüründe kızlara “Yeter, Döndü, Döne, Dönay, Kafiye, Songül, Kifayet…”gibi isimler takılarak, ya da ağaca taş atılıp “Kızı boşladım, oğlana başladım” diye önlemler alınırdı. Öyle ki bu durum oğlan doğurmayan eşleri boşamaya kadar giderdi (Günbulut, 2002: 261-262). Olan, oğlan çocuğu doğuramadığı için kendini değersiz hisseden kadına olurdu. Fakat bilinmezdi ki çocuğun cinsiyetini belirleyen faktör erkeğin ta kendisi olmaktaydı.

Kadına bakışı gösteren, eril tasavvurları pek çok alanda görmek mümkündür. Bu tasavvurların yansımalarından biri de şiirlerdir. Şarkışlalı Talibinin yazmış olduğu şu şiir o dönemin kadın tasavvurunu ele verir tarzdadır:

“Gel git olur kadınların akılı, Kör şeytandır kadınların hocası, Hemi cömerdi var hemi palılı, Doğru yola gitmez genci kocası, Saçlarında beş yüz plan takılı, Dost görünür düşman olur nicesi, İçlerinde hile düzen kadınlar. Ters yel gibi devre esen kadınlar.

Güzeller peşine çokça düşerdim, Karadeniz gibi kaynar coşardım, Bunların aşkına üzülmeseydim, Bu dünyada beş yüz sene yaşardım

32

Türk atasözleri ve deyimleri de genel olarak kadını kötüler mahiyettedir. Bu atasözlerinden bazıları şöyledir: “Ateş elini yakar, kadın ömrünü. Allah kadını yarattı, şeytanı niye yarattı? Saçı uzun aklı kısa, Değirmen damı zindandır döndüğünden bilinmez/ Kadınlar şeytan olur güldüğünden bilinmez… ” gibi. (Günbulut, 2002: 238- 239). Geleneksel yoldan gelen bu sözler kadın algısını ele verir tarzdadır. Maalesef genelini hiç de iç açıcı olmayan sözler oluşturmaktadır.

TV’de şiddet içeren programları izleyen ve şiddet oyunları oynayan çocukların ileriki yaşlarda dikkat eksikliği ortaya çıkmakta bilişsel, duygulanım ve davranışsal süreçleriyle olumsuz değişikliklere neden olmakta ve izleyenlerde yaşama karşı duyarsızlaşma başlamaktadır. Yaşanan şiddet, olayın gerçekleştiği yerle sınırlı kalmayıp, kitle iletişim araçlarıyla dünyanın en ücra köşesine kadar ulaşabilmektedir. (Halıcı, 2010: 76-78). Bu da şiddeti artıran diğer önemli sebeplerden biridir.

Fedakâr, sadık bir eş veya kutsal, saygıdeğer bir anne konumunun vurgulanması ile geleneksel kadın rollerinin pekiştirilmesi sürecini hızlandırmakla birlikte aynı durumun erkek için geçerli olmadığı varsayılmaktadır. “Diğer bir durum ise, kadınların cinsellikleri ile var olmalarıdır. Kadının cinsel kimliğini ön plana çıkartmakta ve kadın adına oluşan olumsuz durumu artırmaktadır. Medyada kadının görünürlük kazanması daha çok bu süreçte yoğunlaşmaktadır. Kadınlar medyada cinselliklerinin dışında önemli bir değerlendirmeye alınmadıkları gibi, cinselliklerini kendilerinin yaptığı tanımlama ile kimliklerinin olağan bir parçası haline getirerek var olamamaktadırlar.” (Saktenber, 1995: 215). Kişiliği arka plana atarak cinsel bir obje gibi bakılan kadın, bu durumda geleneksel durumunun da ötesinde kişilik yitimine uğramaktadır.

Türkiye’de seksenli yıllarda Müslüman kadın, evle ve özel alanla bütünleştiği oranda Bacı’laşarak varlık gösterebiliyordu. Bacı olarak Müslüman kadın evin kızı muamelesi görürken, kamusal alana yönelik ısrarları nedeniyle ahretlik muamelesine maruz kaldı (Aktaş, 2005: 11). Kadının kamusal alanda yer almasını, öncü niteliğe sahip Müslüman erkekler, “bacı”larının büyük ölçüde çekingen ve kuşkulu bir tutumla karşıladılar (Aktaş: 2005: 12). Önceleri garipsenen Müslüman kadının kamusal alanda yerini alması, gün geçtikçe normalleşmeye başladı ve gittikçe gereklilik olarak bakılmaya başlandı.

33

İslami kesimin, modernleşmeyle gelen birçok değişikliğin yol açtığı sorunlara çözüm aranırken sanki bu değişmelerden kadın hiç etkilenmeyebilirmiş gibi kadının geleneksel konumunun korunmasına ve bu korunmanın bizzat kadının bireysel çabalarına yükletilmesine ilişkin beklenti ve ısrarları, kadına ilişkin efsanevi yargılardan kaynaklandığı kadar, kanının sessizliğinden de beslenmektedir (Aktaş: 2005: 15). Kadın kamusal alanda var olmaya çalışırken, başörtülü kadınlar kamusal alanın dışına itilmeye çalışıldı.

“Kadın meselelerinin beyaz, batılı kadın modelinden tartışılması nedeniyle örtünmenin Müslüman kadınlar için taşıdığı anlam anlaşılamamaktadır. Beyaz batılı kadın modelinden hareketle örtünmenin kadınlar için aşağılayan baskılayan ve erkeğin yanında ikincilleştiren bir zorunluluk olduğu varsayılıyor.” (Aktaş, 2006:347) “Karşıtlığın modern, çağdaş, laik kutbunda, yani bilgi/iktidarın merkezinde yer alan araştırmacılar geleneksel, çağdışı ve şeriatçı diye nitelenen karşı kutbu incelemekte ve onların evrensel norm ve standartlara göre değerlendirmesini yaparak eksiklerini tespit etmektedirler.” (Şişman, 2000:136).

Ev eksenli çalışma, kadınların ev işleri, çocuk bakımı ve yuva kurmayla ilintili diğer işlerin ortasında, genellikle bitmek bilmeyen işlerin altından kalkmaya çabalayarak evde çalışması anlamına gelir. Ev kadını “anne” ve “yuva kuran” kadın şeklinde nitelendirilmeleri, onları düzenli ücret alan hak sahibi çalışanlar olarak görmemizi olanaksız kılar (Mohanty, 2008: 228). Fakat “ev hanımı” diye adlandırılan bayanlar, çok çalışmasına rağmen çabaları bir türlü hak ettiği şekilde karşılık görmez. Çünkü elde somut bir veri yoktur, yaptıkları karşılıksızdır ve her daim yaptığı için normalleşmiştir.

Modern bir zihne sahip kadın “bedenim benimdir” sloganıyla yola çıkmaktadır. Fakat bedeninin moda, pazarlama, tanıtım, reklam, pornografi sektörlerinin bir aracı olmasına da engel olmadığı gibi karşı çıkmanın gerekçelerinden de yoksunlaştırılmaktadır. Modanın şekillendirdiği tasavvurlar çıplaklık ve giyinikliğin anlamlarını da çarpıtmaktadır. Çıplak artık giyinik olmayan değil, günün modasına uygun giyinmeyen ve makyaj yapmayan biri olarak gösterilmektedir (Aktaş: 2005: 76). Algımızın özgür olmadığı bir ortamda nasıl özgür olduğumuzu iddia edebiliriz ki? Giyimimizi bile başkaları belirlerken, nasıl “bu benim zevkim” diyebiliriz ki?

34

Feminist bir yaklaşımda erkeklerin eril kimliklerini abartarak sergiledikleri giyim kuşam ve davranışlardan şikâyet ederken, kadının dişil kimliklerini sergilemeleri yeterince eleştiri konusu yapılmamaktadır (Aktaş: 2005: 207). Kadın, eskinin kapalı ev hayatından kurtulmuştur belki ama bugünün teşhir afetine tutulmuş görünmektedir.