• Sonuç bulunamadı

KÜRESELLEŞME İLE DEĞİŞEN KÜLTÜR NOSYONLAR

İKİNCİ BÖLÜM Göç Çalışmalarında Kullanılan

KÜRESELLEŞME İLE DEĞİŞEN KÜLTÜR NOSYONLAR

Antropolojik açıdan bakıldığında kültür nosyonu iki farklı şekilde ele alınabi- lir. Bu nosyonlardan biri ‘bütünselci’ (wholistic) kültür nosyonu, diğeri ise ‘senkretik’ (syncretic) kültür nosyonudur. İlk nosyon, modernitenin getirdiği anlayışın bir ürünü olup, kültürü yerel ve ulusal sınırlar içerisine hapseder. Öte yandan, ‘senkretik’ kültür nosyonu ise küreselleşme ile gündeme gelen bir nos- yon olmuştur. Bu nosyon, kültürün yerel ve coğrafi sınırlar içerisine hapsedi- lemeyeceğini ve bu sınırların ötesinde gerçekleşen bir alaşım süreci içinde oluş- tuğunu öngörür. Bütünselci kültür nosyonu ‘ortak anlam ve değerlerin’ kül- türlerin özünü oluşturduğunu söyler. Buna göre, herhangi bir toplum tarafın- dan ortaklaşa kabul gören belli anlam ve değerler, birer değişmez bütün oluş- tururlar ve diğer toplumların oluşturduğu ortak anlam ve değer bütünlerinden ayrılırlar. Birbirinden kalın sınırlarla ayrıldığı düşünülen bu kültürel bütünler, ulusal ya da yerel kültürleri ifade ederler. Kültürleri birbirleriyle karışmayan bütünler olarak kabul eden bu anlayışa göre, kültürel alaşım sorunlu bir süreç- tir ve bozulmaya yolaçar. Etnik azınlık kültürlerini değerlendiren, akademik

42 ikinci bölüm

çalışmalarda sıkça rastladığımız ‘kimlik krizi’, ‘iki kültür arasında kalmış’, ‘kayıp kimlikler’ ve ‘dejenere olmuş’ gibi tanımlamalar böylesine bir kültür nosyonunun ürünüdürler. Kültürel alaşımı reddeden ve ‘otantik’ olanı savu- nan bu yaklaşım, ayrıca kültürün etnik ve ulusal çerçevede oluştuğunu iddia eder. Bir başka deyişle bu nosyon, kültürü etnisiteye indirger.

Öte yandan, senkretik kültür nosyonu ise, kültürel kimliğin dinamik bir süreç içinde sürekli değişim sonucunda oluştuğu anlayışına dayanır. Senk- retik kültür nosyonunu benimseyen bilimsel yaklaşımlar, aynı zamanda, Fredrik Barth’ın ethnisite konusundaki yaklaşımını da kabul ederler. Norveç- li antropolog Fredrik Barth, etnisitenin baştan beri varolan tözsel bir olgu de- ğil, zaman içinde toplumsal koşullara bağlı olarak oluşan bir tasarım olduğu- nu söyler. Barth’a göre, etnisite töze ait bir şey olmadığı gibi, kültürel kimli- ğin sabit bir bileşeni de değildir. Etnik kimlik, bireylerin ya da grupların ken- di haklarında sahip oldukları düşünceler ve inanışlar ile ‘öteki’nin söz konu- su birey ya da gruplar hakkında sahip olduğu düşünce ve inanışların karşılık- lı etkileşimi ile oluşur (Barth, 1969 ve 1994). Etnisite konusundaki bu moder- nist anlayış, kaçınılmaz olarak, ethnisiteyi primordialist (tarihin başlangıcın- dan bu yana varolan) bir yaklaşımla ele alan bütünselci kültür yaklaşımıyla çatışma halindedir. Barthçı yaklaşım, Karl W. Deutsch (1953) gibi yazarların aksine etnisiteyi bir muhafazakârlık göstergesi ya da sadece psikolojik ölçek- te aidiyet hissine kadar indirgenebilen bir unsur olarak değerlendirmez. Etni- site, bireyler veya gruplar arasında gerçekleşen etkileşim süreçlerinde ortaya çıkan toplumsal bir tasarımdır. Bu yaklaşım, özne merkezli bir özellik taşı- makla birlikte etnik kimliklerin de diğer kimlikler gibi rasyonel bir temelde oluşturulduğunu iddia eder.1

Ayrıca, küreselleşme olgusunun bu denli önem kazandığı bir dönemde bütünselci kültür nosyonunda diretmek, toplumsal ve kültürel değişim süreç- lerini tam anlamıyla tanımlayabilme şansımızı ortadan kaldırabilir. Kültürün küresel ölçekte akışkan bir nitelik kazanmasıyla devam eden modernite, kül- türel çeşitlilik, ulus-aşırı toplumsal hareketler ve küresel kentler gibi bizim kültürel erime potaları diye adlandırabileceğimiz oluşumlara yol açmıştır. Kültürel coğrafyada yaşanan bu hızlı değişimin ardında küreselleşme rüzgâr- ları vardır. Küreselleşme pek çok araştırmacı tarafından gerek toplumsal, ge- rek siyasal ve gerekse ekonomik açılardan tanımlanmıştır.2 Küreselleşme, 1 Bu konuda daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Kaya (2002).

2 Küreselleşme konusunda daha geniş bilgi için bkz. Robertson (1992); Giddens (1990); Hall (1991); Appadurai (1994); Hannerz (1996); Brecher ve diğerleri (1993); Sklair (1991).

göç çalışmalarında kullanılan paradigmalar 43

kültürel açıdan ele alındığında Roland Robertson’un yaptığı tanımlamayı kullanmak gayet yerinde olur. Buna göre, küreselleşme ‘modern ulaşım ve ile- tişim araçları sayesinde dünyanın küçülmesi ve dünyanın bir bütün olarak al- gılanması’ şeklinde tanımlanabilir (Robertson, 1992; s. 8). Küreselleşmenin getirdiği en önemli sosyo-kültürel değişimlerden biri hiç şüphesiz, geleneksel kültür anlayışından farklı olan, zamanı, hafızası, konteksti ve belirgin bir coğrafyası olmayan, görece homojen bir küresel kültürün oluşumudur. Bu küresel kültürün temel niteliklerini anlamak için Arjun Appadurai’nin bu ko- nuda yaptığı değerlendirmelere kısaca göz atmak gerekiyor. Appadurai’ye göre küresel kültür birbirinden farklı beş ayrı eksende gelişir:

Turistlerin, göçmenlerin, sığınmacıların, sürgünlerin ve misafir işçilerin ha- reketlerinin gerçekleştiği ethnoscape bu eksenlerden ilkidir. İkinci eksen makinaların, teknolojinin, ulusal ve çokuluslu şirketlerin hareketliliğinin yaşandığı techoscapedir. Bir diğer eksen ise paranın uluslararası hareketli- liğinin yaşandığı finanscapedir. Dördüncü eksen ise imajların, sembollerin ve bilgilerin televizyon, radyo, gazete, dergi ve film yoluyla hareketini sağ- layan mediascapedir. Son eksen ise, devlet yanlısı ya da devlet karşıtı ideo- lojilerle ilgisi olan özgürlük, refah ve hak gibi söylemlerin yayıldığı ideosca- pedir (Appadurai, 1994; s. 6-7).

Appadurai’nin genel hatlarıyla resmini çizdiği küresel kültür olgusu, farklı kültürel renklerin bir arada kullanılmasına olanak tanıyan bir kültürel formdur.3 Bu formu anlatabilmek için günümüzde araştırmacılar tarafından farklı sözcükler kullanılmaktadır. Senkretik, brikolaj, ‘hibrid’ (melez), creole ve melangé gibi kavramlar bunlardan sadece birkaçıdır (Kaya, 2000).

Her ne kadar, farklı disiplinlerden hareketle farklı kavramsallaştırma- lara gidilmişse de, modern zamanların uluslararası göçmenlerini ve onların çocuklarını tanımlamak için kullanılan bu üç kavramın önemli ortak yanları vardır. Kavramların her biri, göç edilen ülkede, anavatandan uzakta, diaspo- rada yaşayan insanları, küresel kapitalizmin kurbanı olan pasif bireyler ola- rak değil, kendi kaderlerini tayin eden aktif özneler olarak değerlendirir. Bu- na göre, sözgelimi Almanya’da veya Fransa’da yaşayan Türkiye kökenli kit- leler, ne Alman ve Türk kültürü arasında kalmış ‘dejenere’ olmuş insanlar ne 3 Bu noktada küreselleşmeyi bir süreç olarak değerlendirdiğimi ve ‘küreselleşme’ ideolojisi tartışma-

sına girmek istemediğimi söylemek istiyorum. Küreselleşmenin bir süreç ve ayrıca bir ideoloji ola- rak ayrımsallaştırılması gerektiğini düşünüyorum. İngilizcedeki globalisation kavramı küreselleş- me sürecini ifade ederken, globalism kavramı ise küreselleşme ideolojisi anlamına gelmektedir. Türkçede ise globalisation ve globalism kavramlarını karşılayan tek sözcük küreselleşmedir. An- cak Türkçede bu şekilde bir net ayrıma gitmek çok faydalı olacaktır diye düşünüyorum.

44 ikinci bölüm

de ‘otantik’ kültürlerine bağlı egzotik bireyler olarak algılanamazlar. Ya da Bulgaristan’dan 20 yıl önce Türkiye’ye göç etmek zorunda bırakılan insanlar yaşadıkları bütün olumsuz koşullara rağmen geride bıraktıkları ülkenin de- ğerlerini kolaylıkla unutmayacaklardır. Bu farklı epistemolojik kavramsallaş- tırmaların ortak bir şekilde altını çizdikleri asıl nokta, ‘kimlik sorunu’ diye ta- nımlanan konunun kültürel mirasla ilgili olmadığı, aksine siyasal ve toplum- sal değişim ile doğrudan ilgili olduğudur. Her üç epistemolojik önerme, ulus- lararası göçle ortaya çıkan ulusaşırı alanların kendilerine özgü dinamik alan- lar olduğu savını ileri sürerler. Bu nedenle, bu alanda ortaya çıkan siyasal, toplumsal, etnik, kültürel ve dinsel kimlikler kendilerine özgü süreçlerin bir sonucu olarak ortaya çıkarlar. Öyleyse, bu alanı tam olarak anlayabilmek ve anlatabilmek için yeni bilimsel yatırımlara ve çalışmalara ihtiyaç vardır.