• Sonuç bulunamadı

DEMOKRATİKLEŞMEYE ILIMLI DÖNÜŞ

Tartışmaları: Çoğunluk Milliyetçiliği, Azınlık Milliyetçiliği ve Ulusal Gurur

DEMOKRATİKLEŞMEYE ILIMLI DÖNÜŞ

10-11 Aralık 1999’da yapılan Avrupa Birliği Helsinki Zirvesi’nde ülke lider- leri, Türkiye’yi “diğer aday ülkelere uygulanan kriterler temelinde Birliğe ka- tılacak olan aday ülke” olarak ilan ederek, ülkedeki milliyetçi atmosferin ılımlı bir biçimde tersine dönmesine katkıda bulundular. 1993’te Kophenhag’daki AB zirvesinde kabul edilen Avrupa Birliği Kopenhag siyasi kriterleri demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve azınlıkların korun- masıyla ilgili hususların tam olarak yerine getirilmesini gerektiriyor. Helsinki’de alınan kararlar Türkiye-AB ilişkilerinde bir dönüm noktası teşkil etmektedir ve Türkiye’deki etnik, kültürel ve dini azınlıkların sorunlarının, özellikle de Kürt Sorunu’nun çözümü için iyimser bir ortam yaratmıştır. Hem toplumun çoğunluğunu oluşturan kesimler hem de Kürtleri de içine alan di- ğer etnik gruplar Tükiye’deki kararı heyecanla karşıladılar.

Helsinki sonrası dönemde, AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen 2000 Haziran’ında Ankara’yı ziyaret etti ve Türkiye’nin Birliğe tam üyeliğinden önce tamamlaması gereken yasal reformları sıralayan Katılım Ortaklığı Belgesi’nin bir taslağını sundu. Ziyareti sırasında, Tür ki- ye’deki çeşitli etnik gruplara atıfta bulunan özellikle de Kürtlere işaret eden “azınlık” kelimesinin telaffuzu yüzünden geniş yankı uyandırdı. Katılım Or- taklığı Belgesi’nin son hali, anadilde yayın ve eğitim hakkı, ölüm cezasının kaldırılması, daha çok ifade özgürlüğü, ordu egemenliğindeki Milli Güvenlik Kurulu reformunu kapsamaktadır. Bu dönemde dikkat çekici olan, azınlık te- riminin yukarıda da belirtildiği gibi, etnik grupların sorunlarına atıfta bulun- ma amaçlı kullanılmamasıydı. Türkiye’de azınlık kavramına gösterilen tepki- lerin ardından Komisyon hazırladığı metinde daha dikkatli davranarak bu kavramı kullanmamaya özen göstermiştir. Katılım Ortaklığı metnindeki söy-

avrupa birliği sürecinde milliyetçilik tartışmaları: çoğunluk milliyetçiliği, azınlık milliyetçiliği ve ulusal gurur 123

lemsel değişiklik, yalnızca Günter Verheugen’in Türkiye’de yarattığı tartış- malardan değil aynı zamanda Avrupa Birliği’nin Bask, İrlanda, Korsika ve Yugoslavya gibi kendi içindeki etnik ve ulusal meydan okumalardan kaynak- lanmaktadır.

Son zamanlarda Batı Avrupa’daki birçok etnik azınlık grubu, sorunla- rını Avrupa Birliği kurumlarına taşıyarak, tabi oldukları ulus-devletlerin ken- dileri üzerinde kurduğu baskıcı hegemonyayı aşmaya çalışmaktadırlar. Örne- ğin, Basklar, Korsikalılar ve Katalanlar kendi sorunlarının ulusaşırı bir temel- de çözülmesi için taleplerini Avrupa Komisyonu’na taşıdılar. Türkiye’deki Kürtler, Aleviler ve diğer etnik azınlıklar da benzer politik manevralara giriş- tiler. AB, özellikle Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Avrupa’daki azınlık probleminin yükselişi nedeniyle azınlık söyleminin kullanımında sınırlamaya gitme eğilimi göstermiştir. Türkiye’nin AB’ye entegrasyon sürecinde yerine getirmesi gerekli hususları bildiren Katılım Ortaklığı Belgesi’nde de görüldü- ğü gibi, “azınlık” teriminin yerine “farklılık içinde bütünlüğü” ön plana çı- karmak için “kültürel farklılık” terimi kullanılmıştır. Batı Avrupa çerçevesin- de bazı tehlikelere ve pratik ihtiyaçlara karşılık gelen “azınlıktan” “kültürel çeşitliliğe” geçiş yönündeki söylemsel değişikliğin, Türkiye bağlamında “azınlık” teriminin kullanımının çeşitli grupları şu ya da bu şekilde provoke etme riski açısından kendine has nedenleri vardır. Ancak, 2004 Türkiye İler- leme Raporu’nda, yeniden yer yer ‘azınlık’ kavramının özellikle Aleviler ve Kürtler özelinde AB Komisyonu tarafından kullanılmış olması da gözden ka- çırılmamalıdır.

‘Azınlık’ kavramı konusunda bu noktada genel bir değerlendirme yap- makta fayda olabilir. 2004 İlerleme Raporu’nun ardından Türkiye’de özellik- le Kürtler ve Alevilerin de taraf olduğu bir platforma ‘azınlık’ konusunda ya- pılan tartışmalarda yine sıklıkla Lozan’da gayri-Müslimlere ilişkin yapılan azınlık tanımlanmasına atıfta bulunulmuş ve AB Komisyonu’nun bu gafının kabul edilemeyeceğinin pek çok kez altı çizilmiştir. Sevr sendromunun, bö- lünme senaryolarının, AB’nin Türkiye’nin bütünlüğünün parçalanmasına iliş- kin dile getirilen “gizli gündeminin”, Misak-ı Milli söylencesinin ve Ergene- kon tartışmalarının sıklıkla dillendirildiği bir dönemden geçen Türkiye toplu- munun hiç şüphesiz hangi nedenlerle olursa olsun ‘azınlık’ kavramını kamu- sal düzeyde tartışması olumlu katkılar sağlayacaktır.

Tartışmalarda açık bir şekilde beliren AB karşıtı milliyetçi, statükocu ve muhafazakâr görüşlerin özellikle altını çizdiği nokta, Alevi ve Kürt grupla- rın Türkiye Cumhuriyeti’nin asli kurucu unsurları olduklarıdır. Ancak, AB

124 altıncı bölüm

Komisyonu tarafından İlerleme Raporu’nda kullanılan “azınlık” kavramının

siyasal bir içerik taşımadığını, aksine sosyolojik bir anlam içerdiğini söyle-

mekte fayda var. Sosyolojik olarak bakıldığında, bir grubun azınlık olarak ta- nımlanabilmesi için iki öncelikli şartın oluşmuş olması gerekir: a) Söz konusu grubun çoğunluğun sahip olduğu siyasal, sosyal, medeni ve/veya kültürel haklar karşısında dezavantajlı bir konumda olması; ve b) Söz konusu grubun çoğunluk grubu karşısında bir tür grup dayanışması ve aidiyet bilinci geliştir- miş olmaları. Hiç şüphesiz bu açılardan bakıldığında, İlerleme Raporu’nda Kürtlerin, Alevilerin, Çerkeslerin ve diğer bazı grupların sosyolojik olarak azınlık şeklinde nitelendirilmelerinde bir art niyet aramanın anlamı yoktur. Her defasında yeniden Lozan’a dönmenin, Türkiye içerisinde siyasal, toplum- sal, iktisadi ve kültürel kaynakların adaletli bölüşümü konusundaki eşitsizlik sorununun üstünü örtmek ve böylelikle devlet adına bir tür Foucaultiyen yö- netsellik (governmentality) sağlanması anlamına geldiğini anımsatmakta fay- da var (Foucault, 2000). “Azınlık” kavramına vurgu yapanların bir kısmı İş- çi Partisi, bazı askeri seçkinler, bazı işçi sendikaları gibi bizatihi AB karşıtı gruplar olabildiği gibi AKP ve CHP gibi AB yanlısı gruplar içerisinden de çı- kabilmektedir. Sanıyorum buradaki temel sorun, henüz yeterince bir konuş- ma ve tartışma kürüyle toplumsal bilinçaltından kurtarılamamış bölünme ve parçalanma paranoyasının son dönemde yeniden tezahür etmesidir. Ben bu kaygının tamamıyla yersiz olduğunu, AB projesinin bir bütünleşme ve barış projesi olduğunu, aynı zamanda bu projenin ne sadece Brüksel merkezli ulu- süstü bir yönetişime ne de ulusal yönetişime müsaade ettiğini, bunun tersine içinde bölgesel yönetişimi de bulunduran çok katmanlı bir yönetişim modeli- ni benimsediğini hatırlatmak istiyorum. Bu yönüyle bakıldığında, AB’nin olu- şum sürecinde bulunan siyasal, toplumsal ve iktisadi bir bütünü parçalamak niyetinde olmadığını vurgulamakta fayda var. Kaldı ki, AB projesi parçalan- maları ve bölünmeleri tasvip etmeyen bir projedir. Türkiye’de AB’nin ulusal yapılanmaları bölen parçalayan bir perspektife sahip olduğu yönünde de sık- ça değerlendirmelere tanık olunmaktadır. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bağlamında dile getirilen bu değerlendirmelerin yersiz korkular ol- duğuna ilişkin bir saptamayı AB’nin kendi içsel deneyimlerine bakarak yap- mak mümkündür. 12 Şubat 2004 tarihinde Avrupa Birliği Parlamentosu Sos- yalistler Grubu’ndan İngiliz İşçi Partisi Parlamenteri Eluned Morgan, Roma- no Prodi başkanlığındaki AB Komisyonu’na gönderdiği yazılı mektupta, İskoçya’yı ima ederek, bağımsızlığını kazanan bir bölgenin AB üyeliğinin de- vam edip etmeyeceğini sormuştur. Komisyon Başkanı Prodi’nin 1 Mart 2004

avrupa birliği sürecinde milliyetçilik tartışmaları: çoğunluk milliyetçiliği, azınlık milliyetçiliği ve ulusal gurur 125

tarihli yazılı cevabı, böyle bir durumda, söz konusu bağımsız ülkenin üyeliği- nin son bulacağı ve üyelik için diğer üye olan ülkelere uygulanan sürecin bu ülke için de geçerli olduğunu bildirmiştir.1 Buradan da anlaşılacağı üzere, AB bölen, parçalayan bir oluşum olmaktansa birlikteliğe vurgu yapan bir olu- şumdur. Komisyon’un bu cevabı hiç şüphesiz İskoçya içindeki ayrılıkçı talep- lerin rasyonel olmadığı yönünde ayrılıkçılara net bir mesaj vermiştir. Bu ne- denle, günümüz AB projesinde egemen olan söylem “azınlık söylemi” olma- yıp “kültürel çeşitlilik söylemi”dir.

“Azınlık söylemi”nden “kültürel çeşitlilik” söylemine geçişe paralel olarak, “Bölgeler Avrupası” anlayışının ön planda olması, daha az gelişmiş bölgelerdeki siyasal, ekonomik ve sosyal eşitsizliğin idaresi üzerinde etkili ol- du. Pek çok Kürt, Türkiye Cumhuriyeti ve Kürtler arasında bir siyasal uyum çerçevesi sunabilecek olan ‘Bölgeler Avrupa’sı nosyonundan etkilendi (Ya- vuz, 2001; Ekinci, 2001). Benzer şekilde, Çerkesler, Aleviler, Gürcüler ve Lazlar gibi diğer etnik ve/veya dini gruplar, Birliğin kültürel homojenliği olumsuz yönde eleştiren ve kültürel farklılığı yücelten demokratik kalitesin- den etkilendiler. Sonuç olarak, Türkiye’deki etnik grup oluşumları, Batı’da değişen siyasal söylem karşısında azınlık politikalarını zaten terketmişlerdi.

Helsinki zirvesi, kültürel ve etnik çeşitliliğin tanınması anlamında, Türkiye’deki resmi siyasal söylemin daha ılımlı bir hale dönüşmesine yol açtı. Dönemin Anavatan Partisi lideri Mesut Yılmaz açıkça şunu ifade ediyordu:

(...) AB yolu Diyarbakır’dan geçer... Demokrasi hem Türklerin hem de Kürtlerin hakkıdır... Türkiye’yi devlet tarafından küstürülmüş bir milletle, toplumu tehdit olarak gören bir sistemle, yurttaşı küçümseyen bir bürokra- siyle, bireyi dışarıda bırakan bir cumhuriyetle ve bu olumsuzluklar karşı- sında bir şeyler yapmaktan aciz bir siyasal sistemle Türkiye’yi yeni bir dö- neme taşıyamayız (Turkish Daily News, 17 Aralık 1999).

Benzer şekilde, dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem “anadilde yayına izin verilmesi gerektiğini” bildirdi (CNN-Türk, 12 Aralık 1999).

Ancak eski Başbakan Bülent Ecevit ve Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Cumhur Asparuk gibi bazı devlet görevlileri bu tür ılımlı görüşleri dile getirme konusunda çekimser davrandılar. Bunlar, bu tür çabaların “Türk toplumunun mozaiğini parçalayabileceği” kaygısıyla bu türden demokratik açılımlar karşısında daha ziyade şüpheci bir tavır sergilediler (Financial Ti-

mes, 17 Şubat 2000). Katılım Ortaklığı Belgesi, Milliyetçi Hareket Partisi’nin 1 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Chambers (2005).

126 altıncı bölüm

ve Genelkurmay’ın “kültürel ve etnik haklar”la ilgili bazı çekinceleri dışında prensip olarak olumlu karşılandı. 19 Mart 2001’de, Türk hükümeti, “Türki- ye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin ve resmi eğitim dilinin Türkçe olduğunu” vurgulayan Ulusal Programı açıkladı. Ulusal Program, Türk yurttaşlarının günlük yaşamlarında farklı dil ve lehçeler kullanmalarını yasaklamamış ve bu özgürlüğün, bölünme ve ayrılıkçılık amacıyla kötüye kullanılmayacağını be- lirtmiştir.

Hem Katılım Ortaklığı Belgesi hem de Ulusal Program, daha başka si- vil toplum organizasyonlarının kurulmasını ve Türkiye’deki etnik grupların kimlik arayışlarını sesli bir şekilde duyurmalarını cesaretlendirdi. Sivil olu- şumların yükselişi, sosyal hareketler, ayaklanmalar ve devlete karşı kamusal direnişin odak noktasını devletten topluma doğru kaydırmış durumda. Bun- lar otonom bir sivil toplumun gelişmesine işaret eden anlamlı göstergelerdir. Helsinki sonrası dönem, işadamı derneklerinden (Türkiye Sanayici ve İşa- damları Derneği TÜSİAD, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği, MÜSİ- AD) sendikalara, etnik gruplardan dini gruplara kadar pek çok yeni sosyal hareketin bir patlama yaşamasında etkili oldu. Kürtler, Aleviler, Çerkesler, Ermeniler ve Süryaniler Avrupa Birliği kurumlarından önce kendi kaygılarını seslice duyuran gruplardan bazılarıydı. Mesela, çoğu Alevi ve Çerkes dernek- lerinin temsilcileri, Ankara’daki Avrupa Birliği Delegasyonu temsilcisi Karen Fogg’la sırayla görüşmelerde bulundu (20Haziran ve 6 Kasım 2000). Bu iki görüşme, medyada büyük tartışmalara neden oldu ve Türkiye’deki resmi ma- kamlardan sert eleştiriler aldı. Bununla beraber, bu gibi çabalar, Türkiye dev- letinin Sünni olmayan ve Türk olmayan gruplar karşısındaki baskıcı egemen- liğini azaltmada belirleyici oldu.

17 Aralık 2004 tarihinde AB Devlet ve Hükümet Başkanları tarafın- dan Türkiye ile müzakerelerin başlatılması yönünde verdikleri kararın onan- dığı 3 Ekim 2005 tarihine değin milliyetçi, yurtsever, devletçi ve statükocu oluşumlar ile AB yanlısı oluşumlar arasındaki gerilimin tırmandığına tanık olundu. Bu dönemde yeni bir milliyetçilik dalgasının hemen tüm toplumsal kesimleri etkisi altına aldığını söylemek mümkün. Yine bu dalganın nasıl ve neden çıktığı konusunda da fikir yürütmek o denli zor olmasa gerek. Ancak zor olan bir şey vardı: Bu dalga karşısında ‘vatan haini’, ‘işbirlikçi’, ‘Soros uşağı’, ‘bölücü’, ‘AB yaltakçısı’ gibi yakıştırmalardan herhangi birine maruz kalmamak imkânsızlaşmıştı. Ve yine zor olan bir başka şey de, neredeyse dünyanın tamamını etkisi altına almış milliyetçilik dalgaları karşısında etki- lenmeden, mesafeli ve eleştirel bir şekilde durabilmek.

avrupa birliği sürecinde milliyetçilik tartışmaları: çoğunluk milliyetçiliği, azınlık milliyetçiliği ve ulusal gurur 127

Türkiye’de 2005 yılının ilk yarısında ortaya çıkan yeni milliyetçi dal- gayı, gerek dışsal gerekse yerel birtakım unsurlara karşı gösterilen ‘doğal’ toplumsal milliyetçi refleks olarak anlamlandırmak pek yeterli olmayacaktır. Yabancıya, azınlıklara ve ötekine karşı gösterilen dışlayıcı toplumsal refleksi son yıllarda yeniden ABD, Hollanda, Fransa, İrlanda ve daha pek çok ülkede gördük. Bu tür ülkelerde gündemi belirleyen şey, büyük ölçüde milliyetçi ve yabancı düşmanı toplumsal tepki olmuştur. Ancak bu tepkinin devamı veya sona erdirilmesi her zaman siyasal iktidarın tavrına bağlı olmuştur. Batı’da özellikle göçmenlere, Müslümanlara ve yabancılara karşı yükselen bu milli- yetçi ve yurtsever toplumsal tepkiyi, Almanya’da olduğu gibi Sosyal Demok- rat ve Yeşil iktidar eleştirmiş ve ‘öteki’ ile birlikte yaşayabilmenin siyasetini oluşturmaya çalışmışlardır. Dolayısıyla, sol ve liberal iktidarlar, milliyetçi toplumsal refleksin karşısında durarak gündemi iktisadi, siyasal ve kültürel bölüşüm-paylaşım konularına çekmeye çalışmışlardır. Ancak, ABD, Hollan- da, Fransa ve İrlanda’da olduğu gibi muhafazakâr iktidarlar ise, statükocu bir yaklaşımla varolan popüler milliyetçi refleks üzerine yatırım yaparak ken- dileri lehine fayda sağlamaya çalışmışlar ve enformel milliyeçiliği formel dü- zeye taşımışlardır. Türkiye’de de yaşanan gelişmeler, sadece hükümetin değil bütün siyasal partilerin ve devlet kurum ve kuruluşlarının çoğunluğunun ge- lişmekte olan popüler milliyetçi tepkiye yatırım yaptığını göstermektedir. Öy- leyse, önce söz konusu popüler/spontan milliyetçi reflekse neden olan içsel ve dışsal faktörleri ve hemen ardından da bu refleksin nasıl resmi milliyetçiliğe dönüştürüldüğüne göz atalım. Söz konusu dönemin ayrıntılarıyla açıklığa ka- vuşturulması, Çerkeslerin değişen kimlik oluşum süreçlerini anlamak açısın- dan çok yerinde olacağı kanısındayım.