• Sonuç bulunamadı

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

BAŞKAN - Toplantımızın üçüncü oturumunu açıyorum. Bi­ liyorsunuz sabahki gecikmeden dolayı, daha önce olması gere­ ken üçüncü oturumumuzu şu saatlere almış bulunuyoruz. Otu­ rumun konusu "Din ve Ahlâk İlişkisi” . Bildiri sunacak olan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Sayın Yrd. Doç. Dr. Tüten Ang. Buyurun efendim.

TÜTEN ANG - Sayın Başkan, Sayın dinleyiciler,

"Din ve Ahlâk İlişkisi" üzerine konuşmama fırsat verdikleri için Türk Eğitim Derneği Bilim Kurulu Başkanı Sayın Prof. Dr. Mah­ mut Âdem ve Dernek ilgililerine teşekkür ederim.

Toplumsal yaşamın onsuz olunamaz iki yönünü, yani din ve ahlâkı ve onlar arasındaki ilişkiyi irdelemek aynı zamanda ülkemizdeki önemli sorunlardan birini de irdelemek demek. Çünkü din ve ahlâk arasındaki ilişki ve bu ilişkinin din ve ahlâk açısından sonuçları daima gündemde kalan sorunları da berabe­ rinde getiriyor. Bu nedenle bu ilişkiyi netleştirirken öncelikle din ve ahlâk alanlarının neliği ve nasıllığı üzerinde durmak gere­ kiyor.

Felsefenin başlangıçlarında Aristoteles tarafından ortaya atılan üç soru, felsefenin üç önemli, üç ana disiplinini belirliyor­ du. "Ne bilebiliriz" sorusu bilgi felsefesinin, "ne yapmalıyız" ahlâk felsefesinin, "ne ümit edebiliriz", sorusu ise din felsefesi­ nin temel sorularıydı. Bir başka anlatımla, ahlâk felsefesi, ümitlerimizi, dayanılması insanın gücünü aşan bazı durumları katlanır yapan anlamlandırmaları, çıplak realite karşısında kalan yüreğimizin ümitlerle doldurulmasını amaçlıyordu. "Ne ümit ede­ biliriz" sorusu inanan bir insan için olanaklıydı. Temelini insanın

varlık yapısında bulan inanma, ümit etmeyi olanaklı kılıyordu. Ancak inanan bir varlık olarak insan "ne ümit edebiliriz" sorusunu sorabilir ve yanıtlayabilir.

Din ayni zamanda insan ve dünya ile ilgili bütün olayları yo­ rumluyor ve açıklıyor. Bunu yaparken, yani yorumlarken, açıklarken her olayı artıksız çözdüğünü sanıyor. Din sadece bunu yapmakla kalmıyor, ayni zamanda insanın ne yapması ge­ rektiğini ve ne yapmaması gerektiğini de söylemeyi amaçlıyor. İşte tam bu nokta bir öğreti olarak dinin ahlâkla iç içe girdiği alandır. Çünkü ahlâk da insanın nasıl eylemesi, nasıl eylememe­ si gerektiğini insana söylemeyi amaçlıyor.

Dinin temelini oluşturan inanma, insanın onsuz olunamaz bir niteliği olduğuna göre, nerede insanla karşılaşıyorsak orada inanma ve din vardır. İnanma, günlük hayattan başlayarak "trans- cendental", (transsendental) bir varlığa inanmaya kadar yükselir. Bu "transcendental" varlığa inanmanın şekli, "transcendental" varlığın nitelikleri insanın, toplumun içinde bulunduğu tarihsel yapıya göre değişir. Tarihsel yapı ile toplumun ve bireyin içinde bulunduğu sosyo - ekonomik ve kültürel çevrenin bütününü göz önünde bulunduruyorum. Sözünü ettiğimiz farklılıklara rağmen, bütün dinlerin birleştikleri nokta, dinin tem elini oluşturan inanmanın, hepsinde, insanla "transcendental" varlık arasında bir ilişki olması, böyle bir ilişki olarak algılanması, kav­ ranılmasıdır.

Bütün dinler, insanla "transcendental" varlık arasında ilişki kurmada tarihsel yapılarına göre farklılık gösterseler bile, bu ilişkinin kurulmasında dogmalardan hareket etmeleri, insana ve evrene ilişkin bütün soruları sonuna kadar çözmüş olmaları, din­ sel bilgileri her türlü şüphe, kuşku ve eleştiri dışı mutlak doğrular

olarak sunmaları, "transcendental'' varlığın buyruklarına sorgu­ suz sualsiz boyun eğmeleri bakımından ortak özellikler taşımaktadırlar.

Bütün dinlerde ortak olan bir başka özellik ise evrende mey­ dana gelen her olayın nedenini "transcendental" bir varlığa bağlamaları, bu dünya ve öte dünya arasında ontik bir ayırım yapmaları, insanın ödüllendirilme ve cezalandırılmasıyla bu dünya ve öte dünya arasında bir münasebet bekleyen bir varlık olarak görmeleridir. Bu dünya ve öte dünya ayrımı insanın ruh ve beden olarak ikiye bölünmesiyle sıkı sıkıya ilgili bir problemdir bütün dinlerde. Oysa bugün felsefe ve bilim, insanın somut bütünlüğünden hareket ediyorlar. Özellikle insan felsefesi, insa­ na özgü niteliklerin ancak insanın bio - psişik bütünlüğünde te­ mellendiğini savunmaktadır.

Kısacası din var olan herşeyi açıklıyor, yorumluyor, ona bir anlam veriyor; ama bunu yaparken de açıklamasına, yorumla­ masına, anlam vermesine mutlak surette inanılmasını, boyun eğilm esini, uyulm asını istiyor. Eğer bunu yaparsak ödüllendireceğini vaat ediyor, eğer aksini yaparsak bizi ceza­ landırma ile korkutuyor. Bu durumda insan, "transcendental" varlığın isteklerinin gerçekleşm esinin bir aracı olarak düşünülüyor.

Oysa eylemlerimizin neliğini ve nasıllığını, gerekliliğini sor­ gulayan ahlâk ve ahlâk felsefesine gelince burada yapısı ve özellikleri çok farklı bir alanla karşılaşıyoruz. İlkin şunu tespit ede­ biliriz: Din daha önce sözünü ettiğimiz insanın ve toplumun içinde bulunduğu tarihsel yapıya bağlı. Ahlâk felsefesinin tarih­ sel yapıya bağlı olan değişebilirliği yanında onda üç büyük değişmeden de söz etmemiz gerekiyor. İlkçağ felsefesinin

"eu-daemonist" (mutçu) karakterli ahlâk anlayışı ortaçağın dinsel ni­ telikli ahlâk felsefesini de içine alarak Kant'a kadar devam eden birinci dönem; Kant'ın özgürlüğü, otonomiyi ve ahlâk yasasının gerekliliğini temel alan ahlâk anlayışı ikinci dönem ve Nietzs- che'den başlayarak günümüze kadar devam eden üçüncü dönem. Bu üç dönem, ahlâk felsefesi tarihinin ana dönemlerini oluşturmaktadır. Hiç kuşkusuz, bu dönemler ve onların temsilci­ leri tarihsel yapı ile de bağlantılı.

Bu üç dönemde ahlâk alanının problemleri eylemlerimizle, onların neliği ve nasıllığını, gerekliliğini araştırmaktadır. Eylemle­ rimizi, yapıp etmelerimizi ve eylemlerimizin, yapıp etmelerimizin arkasında olan karar vermelerimizi, seçmelerimizi ahlâklı yapan şey nedir? İşte bu soru her ahlâk felsefesinin vazgeçemediği temel sorusudur. Ahlâk felsefelerinin çeşitliliği bu temel soruya verdikleri yanıta da bağlıdır.

Ahlâk alanının din alanından farklılığını ilk kez çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyan filozof Kant'dır. Kant,insanın otonomisinin, insanın bağımsızlığının, ahlâksal eylemlerimizin vazgeçilmez koşulu olduğunu söylerken, din ve ahlâk alanlarının birbirlerin­ den farklılığını da dile getirmiş oluyordu. Bir başka deyişle, etik alanın bağımsızlığını ileri sürüyor, onun teolojinin kölesi olma durumunu ortadan kaldırıyordu. Bu, gerçekten düşünce tarihi­ nin en önemli dönüm noktalarından birisidir. İnsanın vesayetini Tanrıdan alan, insanın bir araç değil, bir amaç olduğunu savunan Kant, böylece, kararlârının sorumluluğunu da insana vermiş oluyordu. Ama insanın sorumluluğu, onun özgür olmasını ge­ rektirmektedir. Kant'a göre insanın kararlarını kendisinin verebil­ mesi, seçmelerini kendisinin yapabilmesi, bunların sorumlu­ luğunu taşıyabilmesi ahlâk alanının temellerini oluşturmaktadır. Kant, "ne yapmamız gerek" sorusunu, özgürlük ve otonomi ile

bağlılığı içinde ayni zamanda gerekliliğe dayalı bir ödev kav­ ramını da gündeme getiriyor ve irdeliyordu.

Kant'ın bütün bu bağlantıları, bağlılıkları göz önünde bulun­ durmasının, onları ahlâkın temel öğeleri olarak görmesinin kanımca asıl nedeni ahlâklılığı dayandığı, dayanması gerekli genel geçer ve zorunlu olma niteliğini ortaya çıkarmaktır. Ama Kant'ın burada savunduğu ahlâklığının genel geçer ve zorunlu­ luk ilkesi, kaynağını akıl sahibi bir varlık olan insanın kendisinde bulmaktadır. Bu ilke, bu nitelik din alanında olduğu gibi Tanrısal bir güçten kaynaklanm am aktadır. Bütün ilkçağ ahlâk anlayışlarında eylemlerimizin en son amacı mutluluktur. Oysa mutluluk çok farklı içeriklerde anlamlandırılabilir. Buradaki göreciliği en açık bir şekilde ünlü sofist Protagoras'ın şu düşüncesinde görebiliriz: "İnsan her şeyin ölçüsüdür". İşte Kant'ı ilkçağ ve kuşkusuz ortaçağ ahlâk felsefelerinden de ayıran en önemli noktalardan birisidir bu. Ahlâk yasalarının bütün akıl sahibi varlıklar için genel geçer ve zorunlu olmaları, onların kaynağının Tanrısal bir varlıkta değil, bizzat insan olmaları, Kant'ı kendinden önceki dönemlerden ayırmaktadır. Oysa ilkçağ fel­ sefelerinde, ahlâk anlayışlarında mutlu olmak için "nasıl eyleme­ liyim" sorusu mutluluğun farklı biçimlerde ve farklı içerikle kav­ ranılması nedeniyle birbirlerinden farklı eylem türlerini, birbirlerinden farklı yaşama tarzlarını beraberinde getiriyordu.

Kant'tan çok sonraları çağımızın bir düşünürü olan Erich Fromm, "Kendini Savunan İnsan" adıyla dilimize çevrilen kitabında göreceliğin getireceği tehlikeleri şu şekilde gözler önüne seriyor: "İnsanın özerkliğine ve insan aklına karşı duyulan ve giderek artan kuşku bir de aklın ve göksel esinlemelerin yol göstericiliğinden yoksun bırakılınca ahlâksal bir kargaşa ya­ ratmıştı. Bunun sonucu, değer yargılarının ve etik normlarının

beğeni sorunları ya da keyfî seçimler olduklarını ve bu alanda nesnel geçerliği olan önermeler dile getirilemiyeceğini ileri süren göreci tutumun benimsenmesi oldu. Ama insan, değerler ve normlar olmaksızın yaşamıyacağına göre bu görecelik onu ko­ layca akıl dışı değer ve dizgelerin avı yapmaktadır. İnsan Yunan Aydınlanması'nın, Rönesans'ın ve 18. yy. Aydınlanmasının çoktan aşmış olduğu bir tutuma yeniden geri dönmektedir. Böylece güçlü liderlerin büyülü nitelikleri, güçlü makineler ve maddî başarı için duyulan coşkunluk, insanın normlarının ve değer yargılarının kaynakları olmuştur. Bu işi böylece bırakacak mıyız? Din ve görecelik arasındaki seçeneğe razı olacak mıyız? Ahlâk felsefesine ilişkin sorunlarda aklın aradan çekilmesi görüşünü onaylayacak mıyız? Özgürlük ve kölelik, sevgi ve nef­ ret, doğruluk ve yanlışlık, bütünsellik ve fırsatçılık, yaşam ve ölüm arasında yapacağımız seçimlerin yalnızca pek çok öznel tercihlerin sonuçları olduklarına inanacak mıyız? "Gerçekte bir başka seçeneğimiz olduğunu ileri süren Fromm şöyle devam ediyor : "Geçerli ahlâksal normlar yalnız ve yalnız insan aklı tarafından oluşturulabilir. İnsan, akıldan türetilen tüm öteki yargılar kadar geçerli olan değer yargıları verme ve bu tür yargıları kavrayabilme yeteneğine sahiptir." (Sayfa 15)

Günümüz etiği ise insanın bütün eylemlerinin, kararlarının, seçmelerinin, değerlendirmelerinin, onları belirleyen ilkelerle, prensiplerle yani değerlerle bağlantılı olduğunu ileri sürmekte ve böylece ahlâk felsefesinin alanını "olması gerek" te dile gelen son derece dar bir anlam olmaktan çıkarmaktadır. Böylelikle ahlâk felsefesi, bütün eylemlerimizi ve eylemlerimizi belirleyen değerleri araştıran, bunları özel bir problem alanı ola­ rak görerek araştıran ve eylemlerimizin ve değerlerin kaynağını Tanrıdan alarak insanın kendisine veren bağımsız bir felsefe di­ siplini oldu.

Görüldüğü gibi, neliği ve nasıllığı birbirinden farklı iki alan ahlâk ve din. Her iki alanın bağımsızlığının öyküsü insanlık tari­ hinde, kültür ve uygarlık tarihinde yer almaktadır. Nice savaşımlar, nice acılar pahasına.

Din ve ahlâk, her ikisi de, birinin temelinde insanın inanan bir varlık olması, diğerinin temelinde ise insanın eyleyen ve değerleri gerçekleştiren bir varlık olması nedeniyle, insanın olduğu her yerde ve her zaman var olacak bu iki alan arasındaki ilişki birbirlerinin bağımsızlıklarını ortadan kaldırmadan ve birbir­ lerine geri götürülmeden kurulmalıdır. Özellikle birbirlerine dayandırılmadan, birbirleriyle temellendirilmeden kurulmalıdır. Oysa düşünce tarihine baktığımız zaman baskın olarak gördüğümüz, dinin her zaman ahlâkı temellendirmek istemesi ve onun yerine geçmek istemesidir. Bir başka deyişle, ahlâkın dinsel temellere dayandırılmak istenmesidir. Çünkü başta da be­ lirttiğimiz gibi, din evrendeki her şeyi açıklıyor, yorumluyor, an­ lamlandırıyor ve insana da ne yapması, ne yapmaması gerek­ tiğ in i söylüyor. O halde eylem lerim izle ilg ili bütün temellendirilmeler kolaylıkla din açısından yapılabilir. Problem alanlarının bağımsızlığı sağlanmadığı sürece bu yapılmıştır da. Din sadece ahlâkın temelinin "transcendental" bir varlıkta olduğunu iddia etmekle de kalmaz, ayni zamanda her tür bilginin kaynağını, onun gerçekliğini de "transcendental" bir varlığa bağlanmasını, eleştiri konusu yapmadan kayıtsız şartsız onaylar. Dinsel bir temele dayandırılan bütün ahlâk anlayışlarında eylem­ lerimizi belirleyen ana ilke, prensip sevap ve günahtır. Sevap işlemek ve günahtan kaçınmak için çabalarken eylemlerimize eleştirel bir bakış hiçbir zaman söz konusu olamaz, sadece "transcendental" bir varlığın buyruklarına uymak ya da uymamak önemlidir. Değil kuşku duymak, eleştirmek; insandan istenen,

sadece ve sadece boyun eğmedir, itaattir. Sonuçta insanın özgürlüğünden değil, insanın sadece kulluğundan söz edebili­ riz. En yüce değer, insanın "transcendental" varlığın buyruk­ larına,- isteklerine boyun eğmesidir. Bu buyruklara kesinlikle uyulması öbür dünyada ödüllendirilmemiz demektir.

İnsanın özgürlüğünü, otonomisini ortadan kaldıran dinsel kökenli ahlâk anlayışlarının en tipik örneklerini ortaçağda görebiliriz. Gerçekten ortaçağ ahlâk felsefesinin en belirgin üç büyük döneminden söz ederken ilkçağ ahlâk felsefesinin olduğu kadar ortaçağ ahlâk felsefesinin de "eudaemonist" nite­ likli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü buradaki amaç, "Tanrının inayetine ulaşmak için nasıl eylemeliyim?" sorusunda gizlidir. Bu dünyada nasıl eylemeliyim ki öteki dünyada "transcendental" varlığın ödülüne lâyık olayım? Öbür dünyada ödüle lâyık olmak için bu dünyada nasıl davranmalıyım? Bu ilişkide inanma, halis bir inanma olmaktan çıkıyor, bir araç niteliğine bürünüyor. Ödülü kazanma, cezadan kurtulmanın bir aracı haline geliyor.

Eğer ahlâk dine dayandırılırsa insan kişi olma özelliğini de yi­ tiriyor. Zaten buna pek gerek de kalmıyor, çünkü onun yerine düşünen ve karar veren bir güç var. İnsana düşen sadece onun kararlarına, isteklerine karşı çıkmaksızın, sorgulamaksızın boyun eğme.

"Transcendental" bir varlığı her şeyin temelinde görmenin, onun gücünün mutlaklığını peşinen kabul etmenin sonucunda, din temeline dayandırılan her tür bilginin yeniliğe ve değişmeye kapalı olduğunu söyleyebiliriz. Hemen hemen her dinde reform isteklerinin acımasızca bastırılması, ortaçağ engisizyonları bu durumun utanç verici örneklerinden bazılarıdır.

Dine dayalı bir ahlâk anlayışında insanın ancak bir kul ola­ rak, "transcendental" varlığa karşı bir sorumluluğu olabilir. Yaptığı eylemlerin sonuçları bu dünyada değil, öbür dünyada sorulur ve değerlendirilir. Eylemlerimizin hukuksal açıdan da ele alınması söz konusu değildir. Çünkü bu yargılama da "transcendental" varlık tarafından yapılacaktır Dine dayandırılan ahlâk anlayışlarında belirsizlik ve korku duygusu baskın bir rol oynar.

Dine dayalı bir ahlâk anlayışında bir başka tehlike, insanın bütün eylemlerinin, bütün yapıp etmelerinin sömürülmeye açık olmalarıdır. Öte dünyada bize sunulan vaatler bu dünyadaki ey­ lemlerimizin şöyle ya da böyle olmasını belirliyor; oysa ahlâksal niteliği olan bütün eylemlerimiz her türlü sömürüyü ve sömürülmeyi dışlayan eylemlerdir. Bu tehlike beraberinde dinin herhangi bir çıkar uğruna kutsallığından, yüceliğinden kaybet­ mesini de getirir. Böylece din çürük inançlara ve hurafelere dönüşür. İnsanlara büyük zararlar verir. Din egemen güçlerin geniş halk kitlelerini baskı altında tutmanın bir aracı haline gelir. Kuşkusuz bu da dinin yüceliğini ve kutsallığını ortadan kaldırdığı gibi dinin kendisiyle de çelişir. İşte tam bu noktada ve bu bağlamda laiklik ilkesi - ki çağdaş olmanın bütün ilkelerinin kendisine dayandığı bu temel ilke - ayni zamanda dinin kendine özgü işler dışında kullanılmamasının garantisidir.

Dine dayalı bir ahlâk anlayışının ya da - bir başka türlü dile ge­ tirirsek - din ve ahlâk arasındaki ilişkinin dinin ahlâkın bağımsızlığını ortadan kaldıran müdahalesinde kaybeden hep ahlâkın kendisi oldu. Bağımsız bir alan olan ahlâkın dinin içinde erimesi istendi. Özellikle bu nokta ülkemiz açısından son derece önemli bir nokta. Her şeyin din açısından temellendirilmesi gay­ retleri karşısında, dine dayanmayan bir ahlâk anlayışını savun­

manın, bunun gerçekleştirilmesine yardımcı olmanın din ve ahlâk alanlarının birbirinden farklılığını göstermenin, ama

bütün bunlara rağmen onların insanın ve toplumun

vazgeçilmez yanları olduğunu da kabul etmenin insanın yetkin­ leşmesinin önemli öğeleri olduğunu düşünüyorum. Bunu söylerken temelde inanmanın insanın bir niteliği olduğundan hareket ediyorum. Hatta bu inanmanın vasıtasız bir inanma olduğunu düşünüyorum.

Dinin içinde bağımsızlığını yitirmeyen bir ahlâk anlayışında insanın özgürlüğünden, otonomisinden söz edebiliriz. Ancak böyle bir özgürlük anlayışı, böyle bir otonomi anlayışı insanın eylemlerinin sorumluluğunu taşımasını olanaklı kılar. Özgürlük ve otonominin olduğu yerde eylemlerimizin belirliyici ilkesini, prensibini, değerin temelini "transcendental" bir varlıkta değil de sadece ve sadece insanda görüyorsak, işte orada insan bir araç değil, bir amaçtır. Artık insanın kulluğu sona ermiş, insanın insan olarak özgürlüğü gerçekleşmiştir.

Ahlâkın temelini dine bağlamamak, ahlâkın temelini her zaman insanın kendisine bağlamakla eşanlamlı olmuyor. Nitekim felsefenin tarihinde ahlâkın kaynağının, insanın ahlâk duygusu olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, bu kaynağı topluma bağlayanlar ya da değerlerin kendi başına bir varlık alanı oluşturduğunu savunanlar da var. Fakat bütün bu temellendir- melerin tek yanlı oldukları da bir gerçektir.Bu tek yanlı temellen- dirmeler, ahlâk alanının kompleks yapısını açıklamada yetersiz kalmaktadırlar. Tıpkı din ve ahlâk ilişkisinde dine dayalı bir ahlâk anlayışının, ahlâk alanının bağımsızlığını hemen hemen orta­ dan kaldırması gibi buradaki tek yanlı açıklamalar da ahlâk alanını her türlü metafizikliğe açık bir duruma sokmaktadır. Her iki du­ rumda yani, ister ahlâkın kaynağını tek bir prensipte görelim,

ister ahlâkın temelinin din olduğunu ileri sürelim önemli olan her iki durumda da alanların kendi bağımsızlıklarını kaybetmeleridir.

İşte burada nasıl bir eğitim söz konusu olmalı ki hem ahlâk hem de din, alanlarının birbirinden bağımsızlığını gösterebilsin, aynı zamanda her iki alanın da insan için onsuz olunamazlığını gözler önüne serebilsin. Bu noktada özgür ve otonom olabilen, eleştirel düşünebilen, önyargılara bağlı olmayan insanların yetiştirilm esi gündeme gelm ektedir. Çağdaş bir eğitim "ide"sinden de beklenen budur. Çağdaş bir eğitim "ide"si dine dayalı bir ahlâk anlayışındaki insanın kulluğunun karşısında din ve ahlâk alanlarının bağımsızlığında gelişen ve gerçekleşen in sa n ın ö zgü rlü ğ ün ü ve o to n o m is in i s a vu n u r ve gerçekleşmesine olanak verir. Kanımca dinci çevrelerde felse­ feye duyulan korkunun nedenlerinden birisi de bu olsa gerek.

Son olarak şunu söylemek istiyorum : Çağımız disiplinler arası bilgi alışverişinin ağırlık kazandığı bir çağ. Fakat bu karşılıklı etkileşim hiçbir disiplinin bir başka disiplin tarafından temellendi- rilmesi anlamını taşımamalıdır. Problem alanlarının farklılığı, kendi alanlarına özgü yöntemleri kullanmaları onların tek bir di­ sipline geri götürülmesini, bir disiplini diğerine bağlı kılmayı ola­ naksız yapıyor. Bu nedenle, ne ahlâk dine ne de din ahlâka bağlanmalı, insanın ve toplumun iki gerçeği olarak din ve ahlâk insanın ve toplum un somut gerçekliğinde varlıklarını sürdürmelidirler.

BAŞKAN - Mehmet Emiralioğlu'nun Başkanlığa verdiği bir öneri v a r :

"Türk Eğitim Derneği IX. Öğretim Toplantısı Başkanlığına, Toplantı gündeminin zamanlanmasına konu sığmadı. Zaman daralmasını artıran iyi gelişmelerde oldu. Konuşmalara

ve konuşmacılara katkı ve katılım sağlanamadı. Konuya önemli katkı ve katılım gereklidir. Zaman bulup katkı yapamayanların katkılarını belirlenecek bir süre içinde yazılı olarak yönetime sun­ maları, bunların da yayın içinde yer alması düşünülebilir mi?

Saygılarımla."

BAŞKAN - Evet efendim. Muhakkak düşünülecektir. Teşekkür ediyoruz.

Efendim, Sayın Tüten Ang’a teşekkür ediyoruz.

IV. OTURUM

DİN ve AHLÂK EĞİTİMİYLE