• Sonuç bulunamadı

Batı düşünce tarihinde Eski Yunan, modern felsefenin ve bilimin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Hak kavramını inceleyen Şenoğlu (2005), Bakewell (1963)’in M.Ö. 3.-4. Yüzyıllarda Dünya vatandaşlığı düşüncesinin temellerinin atıldığı sinik okul felsefesinin, insan haklarının tartışıldığı ilk örneklerin kıvılcımları olduğunu vurgular. Epikürcü okul taraftarları, toplumu; yönetenlerin yetkilerinin sınırlandırıldığı ve yönetilenlere haklar sağlayan bir sözleşmenin ürünü olarak görmüşlerdir. Ancak Platon gibi Devlet adlı eseri ve Ariston gibi Politika adlı eseri ortaya çıkaran ön plandaki düşünürlerde kölelik sistemini savunduğundan günümüz anlamında insan hakları ve özgürlükten bahsetmek mümkün değildir. Daha sonraki Roma hukukunda da kölelik yine kurumsallaştırılmış ve ayrıntılı bir şekilde düzenlenmişti (Şenoğlu, 2005).

Çin’de ise, imparatorların gökten aldıkları vekaleti, ahlaki bir yükümlülük anlamında halkın mutluluğu için kullanmadıklarında, halkın direnme hakkının olduğunun kabul edilmesi, günümüz öğretisinin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Ancak, bugün halen Çin’de bir, beş, on ve otuz yıllık kiralamalar bulunduğundan; mülkiyet olmadığından resmi bir kamulaştırmada yoktur (Magel, 2005).

Ortaçağ’da insanın tanrının benzeri olması düşüncesi bazı haklara sahiplilik düşüncesi gelişse de dinsel erkin siyasal erkin önüne geçmesi bireysel özgürlüğün olgunlaşmasını engellemiştir. Derebeylerle yaptıkları savaşları kazanan, tanrının

yeryüzündeki temsilcisi kabul edilen ve kendisinin bağlı olmadığı hukuku yaratan kralların yetkilerini kötüye kullanmaları, tepkilerin oluşmasına sebep olmuş ve iktidarın sınırlandırılması konuşulurken, devlet de merkezileşme yoluna girmiştir (Şenoğlu, 2005).

1215 Tarihli İspanya Şartı ve 1222 Macaristan Şartı ile aynı dönemde ortaya çıkan, 1215 tarihli İngiltere’de imzalanan, kralın yetkisini sınırlandıran Magna Carta Belgesi’de bu dönemde yapılan ayaklanmalar sonucu ortaya çıkmıştır. Bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin kaydedildiği, gözlem, deney ve akıl yürütmeye dayalı, insan, devlet ve topluma yönelik düşünce akımlarının geliştiği, tanrı yerine bireyin merkeze alındığı, Rönesans Dönemi ise insan hakları kuramının olgunlaşma sürecini tetiklemiştir.

İslam hukukunda bireylerin mülkiyet hakkı, fıtri bir ihtiyaç olduğundan hareketle, bir müessese olarak benimsenerek her türlü haksız müdahaleye karşı hukuki güvenceye alınmıştır (Çalış, 2004).

Avrupa ülkelerinde mutlak mülkiyet ve özel mülkiyet tartışılırken Osmanlı Devleti’nde padişahın, bütün toprakların ‘sahibi’ olduğunu söyleyen yasal bir hüküm vardır. Gerektiğinde tebaanın mallarının müsadere edilebilmesi ile toprağın tek elde toplanmasının önüne geçilmişti. 18. Yüzyıldan önce genelde yönetici sınıf tarafından kurulan çiftlikler mevat araziler üzerinde kurulmuş, köylüler tarafından da yerleşim birimlerine uzak boş topraklar ıslah edilerek on yıl boyunca vergisi ödenmek yoluyla mülke hak kazanılabilir bir yapı oluşmuştur. Bunun yanında, bir köylü kesimi oluşturma amacı güdülen, muhacirlerin ıslah ya da şenlendirme yoluyla topraklandırılması ile de, padişahın izni ile verilen toprağın sınırlarını belirleyen, defterlere kaydedilen ve mülkiyet hakkını teslim eden ‘Temlikname’ belgesine hak kazandırılmıştır. Böylece elde edilen toprakların gelirleri yine kervansaray ve sebil gibi kamu tesislerinin yapımında da kullanılmıştır (Ertaş, 2002).

19. Yüzyılın başında ise 7 Ekim 1808’de imzalanan, anayasal gelişmenin ilk adımı olarak kabul edilen, Magna Carta’ya benzetilen, Sened-i İttifak ile padişahın mutlak yetkisi ilk kez eşraf lehine kısıtlanmıştır. 1839 Tarihli ve hukuken tek taraflı bir beyan olan, Tanzimat Fermanı ile de, padişah kendi haklarını kendisi sınırlandırmaktadır.

Erkan (1989)’dan Pınar ve Çay (2005)’ın aktardığına göre Cumhuriyet Döneminde Türkiye’nin 7 Şubat 1921 tarih ve 1 Sayılı ilk anayasasında mülkiyete ilişkin bir kural yer almamışken, 20 Nisan 1924 tarih ve 491 sayılı Anayasa’da özel

mülkiyete yer verilmiştir. Mülkiyet hakkının dokunulmazlığı ve kamu yararı amacıyla bu hakkın sınırlandırılmasının anayasal temelleri ise, 1961 Anayasası ile atılmıştır.

Dünyada, Amerika ve Avrupa ülkeleri tarafından, çalkantılı geçen 19. Yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısından sonra, başta belirtilen “Dünya vatandaşlığı” düşüncesi için İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, insan haklarının uluslararası korunması çerçevesinde anlamlı adımlar atılmış ve kurulan Birleşmiş Milletler örgütü tarafından, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 10 Aralık 1948’de yayınlanmıştır. Bildiride, insan haklarına, şeref ve haysiyete saygı ön plana çıkarılmış, bütün ülke ve insanların eşit olduğu vurgulanmıştır. Birleşmiş Milletler şartının 56. Maddesine göre üye ülkelerin ayrım gözetmeksizin, bütün insanlara temel hak ve özgürlükleri tanıması yükümlülüğü getirilmiştir. Bunun yanında, yaklaşık 60 yıllık geriye dönük değerlendirme yapıldığında, Bildirgenin çıkmasında öncülük eden ülkelerin, karnesi yine kendileri tarafından sayısız kırıklarla doldurulmuştur.

Sosyalist bloku ülkelerinin de dahil olduğu Evrensel Bildirge’nin 17. maddesinde mülkiyet hakkı konusu düzenlenmiştir. Bildirgede mülkiyet norm ilkesi soyut olarak ele alınmış; kişinin bir hak olarak, mal ve mülk sahibi olabileceği, serbest kullanma hakkı olduğu, keyfi olarak elinden alınamayacağı belirtilmiş, boyutları ve genişletilmesi üzerinde ayrıntılı durulmamıştır. Kamu yararı kavramı da, sosyal amacın gerekli kıldığı durumlar söz konusu olduğunda, haklı ve adil bir ücret ödenerek mülkiyetin sınırlandırılabileceği genel kamu hukuku normlarına göre kabul edilmiştir (Berberoğlu, 2004).

Dönemin insan haklarıyla ilgili jargonuyla oluşturulan Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi, “insan haklarının korunmasından beklenen ya da arzulanan sonucun kendisini bir insan hakkı olarak sunması” ile kolayca birbirine ters düşen amaçlar için kullanılabilecek ve insan haklarındaki kargaşayı da yansıtan tipik bir örnektir.

Temel alınan düşünce: insanlar başka insanlara ‘etken’ olarak ‘böyle’ davranmalı ki, insanlar bazı insansal olanaklarını ‘edilgin’ olarak ‘geliştirebilsinler’, dolayısıyla ‘insan onuru’nu oluşturan insansal etkinlikleri gerçekleştirebilsinler. Birinci maddesinde geçen bu ‘gelişme’ hakkı, ‘bütün insan haklarının tam gerçekleşmesinin önkoşulu’ ve ‘her insanın, bütün halkların, kollektivitelerin ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal gelişmeye katılma, katkıda bulunma ve onlardan yararlanma hakkı’ şeklinde anlaşılmakta ve ‘devredilmez, vazgeçilmez bir insan hakkı’ kabul edilmektedir. Ancak bir kişi hakkı olarak ‘gelişme’ ile bir ülkenin ‘ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal gelişme’ bağlamındaki ‘gelişme’si paralellikten ziyade bir paradoksu gösterir.

Ekonomik, toplumsal, siyasal ‘gelişme’ bir durumu mu, yoksa bir durumu hedefleyen bir süreci mi dile getirdiği Bildirgede ayrıntılı bir şekilde ele alınmamıştır (Kuçuradi, 2004).

Kamulaştırma da, bireyin kişisel ‘gelişim’ine zıt ancak yerel birim, kent, bölge veya ülkenin kolektif gelişimine katkı sağlayan ve bu anlamda sorundan kurtulamayan önemli bir işlemdir.

Benzer Belgeler