• Sonuç bulunamadı

Öldürülerek Kurtarılanlar: Köşe Yazılarında Çıplak Hayat ve Şiddet İlişkisi

2. BÖLÜM: MEDYANIN DİLİ, MADUNUN TEMSİLİ

2.2. Öldürülerek Kurtarılanlar: Köşe Yazılarında Çıplak Hayat ve Şiddet İlişkisi

19 Aralık hapishane müdahalesi ve ölüm orucu eylemleri Agamben terminolojisiyle söylenecek olursa bir istisna hali durumudur. Burada söz konusu olan yasayı dışarıda bırakan ama yasanın da üstünde olan haldir. Bu istisna hali en basit tanımıyla “canı kendisine emanet olan yurttaşın” bir “ama” halinde canlılığının sonlandırılmasıdır. Dolayısıyla burada dışlayarak içerme (inclusion by exclusion)

64 halinden söz edilebilir. Egemen, kendi yasası yani nomosu dışında kalanı dışlayarak içler ve Agamben düşüncesinde bir şeyin dışlanmasıyla birlikte kurulan içerme hali istisna haline işaret eder. İstisna hali, hayat ile hukukun kesiştiği eşiktir ve hayatın alanını daraltan onu konumlandıran hukuk, hayatla içleyici bir dışlama ilişkisi kurar. Hayat ile hukuk arasındaki eşikte hayat hem içeride hem de dışarıda olandır ve egemenin mekânı istisnanın kurulduğu bu eşiktir. Dışarısıyla içerisi arasındaki bu ayrımda egemenlik, yasaya dâhil edilemeyeni konumlandırarak tesis edilir (Agamben, 2013: 28-29):

Suç işledilerse diyetini ödüyorlar. Diyeti yasada yazılı. Yasada açık seçik yazlı: Şu kadar yıl hapis!.. Ama dikkat! Yasa bunu yazdıktan sonra ‘Ayrıca bir sabah alacasında Ulucanlar’da öldürülmelerine; bir akşam vakti Burdur’da kollarının iş makinesi ile koparılmasına; Bergama’da üstlerine zehirli gaz püskürtülmesine; Buca’da, Bursa’da, Çankırı’da, Çanakkale’de, Bayrampaşa’da, Ceyhan’da, Gebze’de tahrip edilmiş bedenlerinin hekimlerce sağaltılmasına olanak tanınmamasına…’ diye eklemiyor. Öyleyse

‘ekleyen’ kim ve niye ve ne hakla? (Aydın Engin, “Bugün Kahvaltıda Bir An Durun…”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2000).

Yukarıdaki köşe yazısı hukuk alanının dışında bırakılan çıplak hayatlara dair bir sorgulamaya girişmiş görünse de cevabı kendinde saklı olan soruyu yanıtsız bırakır. Hem Schimitt’ten hem de Agamben’den öğrenilir ki hem yasayı yaratan hem de yasa dışı ceza pratikleriyle istisna halini ve çıplak hayatları yaratan devlettir. Agamben’in hukuk ile egemen arasında kurduğu paradoksal ilişkinin bir başka örneğini Hikmet Çetinkaya’nın yazısında görmek mümkündür:

Kitabın önsözünü yazan sevgili Uğur Mumcu şöyle demiş on bir yıl önce:

‘Silahlı eşkıya düşman sayılır.’ Bu tanım Askeri Ceza Yasası’nda yer alıyor.

Devlete karşı silah kullanan ‘eşkıya’, yasaya göre ‘düşman’ sayılır. Devlete karşı silah kullanan kişi yakalanırsa, artık o devletin gözünde ‘düşman’

değildir; ‘düşmanlık’, silahlı çatışma sürecinde geçerlidir. Devlet, ele geçirdiği kişiye ‘sanık’ gözüyle bakar. (…) Devlet, eline geçirdiği teröristi öldürmez. Ne yapar? Yargılar. Bu sanık hakkındaki hükmü, ne polis verir ne jandarma ne de gardiyan! Suçun cezasını verecek olan ancak ve ancak bağımsız yargıdır (Hikmet Çetinkaya, “İnsana Saygı…”, Cumhuriyet, 6 Aralık 2000).

Söylem, iktidar ilişkileri için çoğu kez kurucu unsurdur. Söylemden bağımsız bir iktidar ilişkisi düşünülemeyeceğine göre, söylemi kimin belirlediği de iktidara işaret eder.

65 Dolayısıyla, yukarıdaki köşe yazısı egemenin tanım üzerindeki ya da tanımdan gelen gücünü göstermesi bakımından önemlidir. Egemen, bireyi tanımlar tıpkı nikâh memurunun “sizi karı koca ilan ediyorum” demesinde olduğu gibi. Benim iki kişiye “artık evlisiniz” dememin bir hükmü olmayacaktır ancak nikâh memuru hukukun ona verdiği yetkiyi elinde bulundurur. Dolayısıyla bireyin ya da toplumsal grupların ne olduğunu belirleme üzerindeki güç tanımlayabilme üzerinden tesis edilir. Yukarıdaki örnekte de kimin sanık kimin düşman olduğunun belirlenmesindeki güç görülebilir. Bu belirleme, belirleyene hangi hayatın çıplak hayat olduğunu kimin kutsal kimin kurban olduğunu söyleme hakkını da verir. Meseleye buradan bakıldığında, ölüm orucu eylemcileri kutsal insan konumundadır. Çünkü eylemciler tüm hukuksal düzlemlerin dışında bırakılmış, hukuksuz kalmış kişilerdir. Egemenin onları tüm hukuksal bağlamlardan ihraç etmiş olması sebebiyle ne tam olarak sanık ne de düşmanlardır. Dolayısıyla öldürülebilirlik kapsamında her türlü temsilden muaf bırakılan bu hayat formu ölüm ile hayat, yasa ile şiddet arasındaki ayrımın muğlaklaştığı eşikte, istisna halinde bulunurlar. İstisna hali, meşruiyetini egemenin güven ve düzen sağlama görevinden alır. Güvenlik tehdidi olarak sunulan çıplak hayatlar üzerinden kurulan istisna halinde hayatlara yapılan müdahale düzen ve güven gerekçeleriyle gerçekleştirilir:

Dün ölüm oruçlarına ve açlık grevlerine müdahale etmek için harekâta başlayan güvenlik güçlerinin, kan dökülmeden başarıya ulaşmaları, toplumun çok geniş kesimlerinin beklentisiydi… (…) Devletin cezaevlerinde egemen olması, ‘koğuşların’ devletin dışındaki bağımsız mekânlar haline gelmesinin önlenmesi, kanunların cezaevlerinde de varlığının sağlanması, tüm toplum için güvencedir… (Mehmet Barlas, “Hikmet Sami Türk’ün Zor görevi”, Yeni Şafak, 20 Aralık 2000).

Yukarıdaki köşe yazısında egemenin yarattığı istisna hali, düzen sağlamanın aracı olarak görülmektedir. Bu durumda cezaevi, istisna halinin tesis edildiği kamp olarak tasavvur edilir:

Cezaevleri, ‘balık istifi’ yöntemiyle doldurulmuş olmalarına rağmen, mahkûmları almaz hale gelmişti. Cezaevlerinin kontrolü, terör örgütlerinin ya da çetelerin eline geçmişti. Yanlışlıkla cezaevine düşen bir genç, (Ne yazık ki,

66 ülkemizde yanlışlıkla cezaevine düşmek diye bir şey var) birkaç hafta içinde tam bir terörist olup çıkabiliyordu. Cezaevlerindeki ‘terör düzeni’nin sona ermesi gerekiyordu. Aynı anda 20 cezaevinde başlatılan, 26 mahkûmun ölümüyle sonuçlanan ‘Hayata Dönüş’ Operasyonu’nun gerekçeleri bunlardı (Editörden, “Sorulması Gereken Sorular”, Yeni Şafak, 25 Aralık 2000).

Bu köşe yazısında iktidarın kimin terörist kimin kurban olduğuna karar veren olduğu görülebilir. Ayrıca köşe yazısındaki bir diğer önemli vurgu “el değiştiren kontrol”dür. Bu vurgu önemini, iktidarın yaşamlar arası çizgiyi kendinden başka hiçbir gücün inisiyatifine bırakmadığı ölçüde iktidar olmasından alır (Baştürk, 2013: 257). Dolayısıyla iktidar istisna halini yaratmıştır. Agamben’e (2013: 202) göre, işte bu istisna durumunun kurala dönüşmeye başladığı zaman açılan mekân kamptır. Bu tezin konusu bağlamında, cezaevleri kamp haline getirilen mekân olur.

Olacağı buydu. Cezaevlerinde iki aydır sürdürülen açlık grevleri, son on gündür ölüm kokuyordu. Uzun süren görüşmeler cevap vermeyince, herkes cezaevlerine yönelik bir operasyonu beklemeye başlamıştı. İki yüzden fazla hükümlü ve tutuklu saat saat eriyerek ölüme giderken akıl almaz bir inat kamuoyu vicdanını kanatıyordu. Sonunda müdahale yapıldı, eylem zorla sona erdirildi. Ölüleriyle, yaralılarıyla… (Hikmet Bila, “Etik”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2000).

Yukarıdaki köşe yazısında “olacağı buydu”, “beklenen operasyon” gibi ifadelerle yapılan operasyonun normalleştirildiği söylenebilir. Bu durumun istisnanın kurala dönüştüğü anın örneği olduğunu düşünüyorum. Cezaevi operasyonunda eylemciler, ölüme mahkûm edilen ya da bir kampta tutulan, yani siyasal toplumdan tamamen dışlanma anlamına gelen bir yerde tutulan insanlardı. Bu insanlar, tam da normalde insan varlığıyla birlikte düşündüğümüz hak ve umutların neredeyse tamamından yoksun oldukları ama biyolojik olarak hâlâ canlı oldukları için, hayat ile ölüm, içeri ile dışarı arasındaki bir sınır bölgeye yerleştirilirler. Bir başka ifadeyle çıplak hayat durumundadırlar. Dolayısıyla, ölüme mahkûm edilen insanlar ile kamplarda tutulan insanlar, bir şekilde bilinçaltında homines sacres’e [kutsal insan], cinayet işlemeksizin öldürülebilen bir hayata dönüştürülmüşlerdir (Agamben, G., 2013:189).

67 Agamben’e (2013:44) göre, “egemen, şiddet ile hukuk arasındaki belirsizlik noktasıdır, şiddetin hukuka karıştığı ve hukukun da şiddete bulaştığı eşiktir. 2000 yılı ölüm orucu eylemi ve sonrasında gelen müdahalede egemen kendini tam da bu eşikte gösterdi. Yapılan müdahale hukuk için ama hukuk dışı pratiklerle gerçekleştirildi. Şiddet, bu hukuk dışılığı gösterirken müdahaleyi hukukun sınırlarına sokmanın aracı olmuştur.

Bu durumda bir kamp olan cezaevi, hem hukuk kurallarının geçerli olduğu ve hukukun koruduğu mekân hem de hukukun olmadığı vahşi bir orman gibidir. Bu duruma getirilen açıklama ise “güvenlik gerekçesi” olur:

Adalet Bakanı’nın ‘Hayat kurtarma operasyonu’ kararı şimdilik 19 ölüme yol açtı. Cezaevleri yıllardır ne hukukun ne yasaların ne de can güvenliğinin olduğu, orman yasalarının kol gezdiği yerlerdi. Gardiyanıyla, müdürüyle, savcısıyla siyasisiyle bütüne yakın yöneticilerin hepsi, bizzat yarattıkları bu cangıldan nasipleniyorlardı. Hem de ne biçim! (…) Cezaevleri sorunu ne zaman çıktı? Terör ve terör yasalarından hüküm giyenler çoğaldığı ve onlar da cezaevlerinde kendi egemenliklerini kurdukları zaman. (…) Bu siyasiler olmasa, kimsenin kuşkusu olmasın, cezaevi düzeni tıkır tıkır gidecekti, ne E tipi gündeme gelecekti ne de F tipi… Cezaevi operasyonlarının bir yüzü budur (Orhan Bursalı, “Zavallı İnsan!”, Cumhuriyet, 21 Aralık 2000).

Agamben’in (2014) belirttiği gibi “güvenlik gerekçesi” formülü gündelik hayattan uluslararası çatışmalara kadar her alanda, insanların kabul etmeleri için hiçbir sebebin bulunmadığı ölçütleri dayatmak amacındaki bir şifre gibi işlev görür.

İstisnanın kural olduğu içleyici dışlama pratiğinde karşılaşılan, “şiddet” olur.

Devletler çoğu kez, silahlar, askeri birlikler, gardiyanlar ve hapishaneler gibi şiddet araçları üzerinde denetim kurmalarıyla tanınır. Üstelik bu şiddet araçları kamu güvenliği dedikleri şeyi sağlamak üzere kullanılır.

Terör olaylarına karışıp çeşitli suçlardan mahkûm olan ve bugün ölüme yatan gepegenç insanlara da üzülmemek elde değil. Onların hiçbiri analarından terörist doğmadı. Hepsi çeşitli nedenlerle terör örgütlerinin ağına düştü.

Beyinleri yıkanıp ellerine silah verildi ve suç işlemek üzere görevlendirildi.

Bunlardan bazıları bu eylemde ölmek için görevlendirildiler. Yapılan operasyon onları kurtarmaya yönelikti. Ama işin garibi bu mahkûmların anneleri onları kurtarmak için cezaevlerine getirilen cankurtaranların önlerine yatıyorlardı. Kötü niyetli bir sürü insan bu mahkûmlar ölsün diye her şeyi yaptılar. Operasyondan başka çare kalmamıştı (Tufan Türenç, “Can Kurtaranları Engelleyen Anneler”, Hürriyet, 20 Aralık 2000).

68 Eylemcileri ve eylemin bir diğer muhatabı olan anneleri kriminalize eden yukarıdaki köşe yazısında, yapılan müdahale şiddet içermeyen şeklinde kodlanırken eylemciler ve yapılan eylem şiddet içeren ve şiddete dönük olarak kategorize edilmiştir. Ayrıca devletin sergilediği şiddet, görmezden gelinirken ölümle sonuçlanan müdahale kurtarıcı ve güvenlik sağlayıcı olarak gösterilmiştir.

Devletlerin kullandığı şiddet araçları güvenlik, kamu yararı, devlet bekası gibi gerekçelerle meşrulaştırılırken bireylerin ya da kolektif grupların eylemleri terörizmle ilişkilendirilir. Buna ilişkin bir tartışmayı Ataol Behramoğlu’nun yazısında görmek mümkündür:

‘Terör’, ‘terörizm’, ‘terörist’ sözcükleri ülkemizde son yıllarda çok ve sadece devlete karşı eylemleri tanımlamak için kullanıldı. Devletin de terör uygulayabileceği, terörist olabileceği pek düşünülmedi. Kurulu düzenin koruyucusu devletin, bu düzenin dokunulmazlığını ve sürekliliğini sağlamak için uyguladığı sistemli şiddetin terör tanımına tıpatıp uyduğu, terör olarak adlandırılabileceği akıllara gelmedi. Bugün varılan bir noktada ise söz konusu kavramları bir de bu açıdan irdelemek ve şu soruları sormak gerekiyor:

Cezaevlerine doldurduğu yaklaşık on bin siyasi tutuklu ve hükümlüyü çıkaracağı af yasasından yararlandırmayı düşünmediği gibi onları iyi ambalajlanmış hücrelere kapatmaya hazırlanan devlet mi, yoksa büyük çoğunluğu herhangi bit şiddet eylemine katılmamış, sadece ‘gizli örgüt’ üyesi olmak vb. suçlamalarıyla tutuklanıp hüküm giymiş ve yine çoğunluğu çok genç bu kişiler mi terör suçlusu sayılmalıdır? (Ataol Behramoğlu, “Terör”, Cumhuriyet, 2 Aralık 2000).

Yaratılan terörizm ve terörist tanımları, her türlü muhalif düşünce ya da eylemle mücadelenin zeminin oluşturan sekanstır. Bu zeminde devletin çizdiği sınırlar dışında gerçekleşen her eylem terör olarak tanımlanabilir. Bu tanım trafik “teröründen” tutup yasadışı örgüt “terörü”ne kadar esnetilebilir. Terör kavramlaştırması beraberinde meşru ve meşru olmayan şiddet tartışmasını getirir. Bu tartışma içerisinde devletin çizdiği sınırlara uymayan eylemler meşru olmayan şiddetle ilişkilendirilirken devletin şiddet pratikleri meşru kabul edilir:

Devlet belki de yıllar önce yapması gerekeni yaptı. Cezaevlerine girdi. Ben bu yazıyı yazarken, henüz cezaevlerine hâkim olamamıştı, ama operasyon mutlaka tamamlanacak. Geri dönüşü olmayan nokta aşıldı. Hele hele güvenlik

69 kuvvetlerine cezaevi içinden açılan Kalaşnikof ateşiyle 2 güvenlik görevlisi şehit olmuşken. Cezaevinde boş yere can veren ve alçakça can alan militanlar bilsin ki, yanlarında halk desteği yok. Hangi sosyal gruba mensup olursa olsun, sokaktaki vatandaş devleti haklı buluyor. (Fatih Altaylı, “Halkı Anlasalardı Böyle Olmazdı”, Hürriyet, 20 Aralık 2000)

Terörist-şehit gibi karşıt kavramsallaştırmalar, iktidar gücünün meşrulaştırılmasını sağlar. Aslında anlam yükleri devletçe doldurulan bu kavramların toplumun en azından bir kısmınca içselleştirilmesi medya aracılığıyla mümkün olur. Medya ve iktidar/siyaset ilişkisinde medyanın, en azından ana akım medyanın, söylemi iktidarla ilişkisine göre şekillenir. Dolayısıyla ana akım medyada sunulan haberler, iktidarın çizdiği çerçeve ile okuyucuya ulaşır. Böylece kimin terörist kimin makbul olduğuna ilişkin durum ve olay tanımları tarafgirlik gösterir:

15 yaşında iki çocuğu ‘terörist’ diye içeri tıkıp onları 6 yılda ‘Bu nedenle takıyoruz alnımıza kızıl bantları’ diyebilen ‘ölüm orucu’ gönüllüsü iki genç haline getirebilmek bu fani dünyada hangi devlete nasip olur. Hadi durmayalım, cevap verelim! Başbakan Teröristleri kendi terörizmlerinden koruma ve kurtarma girişimi’ diyor… Bu ülkede kim terörist, kim genç…

kim çocuk? Kimin zihni açık, kimin kapalı? Her şeyin birbirine karıştığı ve karıştırıldığı bu ülkede bunları kim ayırt edebilir? ‘Devrim çocuklarını yedi’

gibi bir lafı iyi hatırlıyoruz. Cumhuriyet’in çocuklarını yemesi de böyle bir şey olsa gerek (Kürşat Bumin, “Cumhuriyet De Çocuklarını Yer Mi?”, Yeni Şafak, 20 Aralık 2000).

Kürşat Bumin’in köşe yazısındaki egemenin tanımlarına dair eleştiri de medya ve iktidar arasındaki tarafgirlikten bağımsız değildir. Yeni Şafak gazetesi 2000 yılı siyasal erkine karşı kendini muhalif olarak konumlandırmış bir gazete ve dolayısıyla haberin aktarımı ve köşe yazarının yaklaşımı da bu konuma göre şekillenir. Gazetenin mevcut siyasal iktidarla bugünkü ilişkisi düşünüldüğünde benzer bir olay karşısında on sekiz yıl öncekinden farklı tutum takınacağını söylemek yersiz olmayacaktır.

2.3. “Caiz Oruç”: Köşe Yazılarında Ölüm Orucu ve Din İlişkisi

Köşe yazılarında tartışılan ana temalardan biri de ölüm orucu eylemi ile din arasında kurulan ilişkidir. Bu ilişki, eylemin sürdüğü dönemin Hicri Takvime göre Ramazan ayına denk gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu süreçte dilin performatifliği, köşe yazılarına

70 tesir ederek İslamiyet’in ritüellerinden olan oruç ile eylemin karşılaştırılmasında kendini göstermiştir. Örneğin Melikşah Utku’nun 11 Aralık tarihli yazısında devlet tavrı ve Ramazan ayı arasında organik bir ilişki kurduğu görülebilir:

Şimdi sıra, rahmet ayında onlarca insanın ölümünü, TV ekranlarının o dehşet verici perspektifinden seyretmeye geldi. Zira mevcut hükümet, iki yüze yakın tutuklu ve tutuklu yakınının açlık grevi, bir o kadarının da ölüm orucu niyetine27 başlatmış olduğu eylem karşısında en taş yüreklilerin bile beceremeyeceği bir soğukkanlılıkla umarsız bir tavır sergiliyor. (…) Eylemleriyle ölümün eşiğinde son nefeslerini tüketenleri bugüne kadar görmezden gelenlerden başka bir tavır beklenemezdi zaten. Ramazan’ın mübarek iklimi bazı ruhları ısıtamıyormuş belli ki (Melikşah Utku, “İftarsız – Sahursuz Oruçlar”, Yeni Şafak, 11 Aralık 2000).

Yukarıda alıntıladığım köşe yazısında hükümet yöneticilerinin tavrına “umarsız” olarak yöneltilen eleştiri bir ritüel olan oruç bağlamında eleştirilir. Ayrıca yazının başlığı yine din ve eylem arasında kurulan ilişkiyi göstermesi anlamında önemlidir. Siyasi bir grev biçimi olan ölüm orucu eylemi, dini ritüele ait olan terimlerle ilişkilendirilir. Ölüm orucu ve ritüel arasında ilişki kuran bir başka örneği Ahmet Taşgetiren’in aşağıda alıntıladığım yazısında görmek mümkündür:

Empati insani ilişkilerde olumlu bir merhalenin ifadesi. ‘Kendisini ötekinin yerine koyarak yaklaşmak, iletişim kurmak’ demek. Yani ötekini anlamak, onun davranışının içine nüfuz etmek ve ona göre bir karşı davranış geliştirmek… Düşman gibi, mutlak rakip gibi görmemek karşındakini…

‘Onun neden böyle davrandığını anlıyorum’ diyebilmek… (…) Oruç, başlı başına bir kendini başkasının yerine koyma terbiyesidir. Açları anlama temrinidir. (…) Cezaevi olaylarını düşün teröre lanet yağdırmadan önce insanların hangi psikolojik atmosfer içinde terör iklimine sürüklendiklerini, ölüm oruçlarının, ateşle intiharın altındaki tükenişin halet-i ruhiyesini anlamaya çalışın. Cezaevinde çocuklar olan anne-babaları düşünün. F Tipi’nde bir kişilik odalarda bir gün, bir ay, sonra aylar, yıllar tutun yüreğinizi… Ne hale gelecek yüreğiniz? Haksız yere, adaletin adaletsizliği yüzünden yıllarını demir parmaklıklar arkasında geçirenleri düşünün (Ahmet Taşgetiren, “İslam’ın Bayramları”, Yeni Şafak, 26 Aralık 2000).

Yukarıdaki köşe yazısında yazarın ölüm orucu eylemini siyasi bir hak arama bağlamından kopararak değerlendirdiği görülebilir. Empatiye odaklanan bu köşe yazısının, eylemciler ile okuyucu arasındaki etkileşimin bir nevi köprüsü olduğu söylenebilir. Bu empati

27 Vurgu bana ait.

71 duygusuna, Türkiye’de gündelik yaşamın hemen her alanında etkisi hissedilen din aracılığıyla meşruiyet kazandırılır. Öte yandan yine Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Necmettin Turinay ölüm orucu eyleminin meşruiyetini yine din aracılığıyla tartışır:

Şimdi şu muhteşem tabloya bir bakın. Bir de oruçsuz sınıfların ölüm oruçlarına… Var mı ki böyle bir oruç? Oruca inanmayan sınıfların, oruçla toplumu istismar ve tehdit denemesinin daha ötesinde ne manası var bu eylemlerin? Hapishaneler üzerindeki terör kontrolünü bilmeyenimiz kaldı mı? Daha geçen günlerde yaşanan feci manzaralar hani nerede? Her önüne gelen meselede ve tabii ki istedikleri alana münhasır olarak, bir ilahiyat profesörünü konuşturup fetva soranlar, ‘acaba İslam’da ölüm orucunun hükmü nedir?’ diye niçin başvurmak ihtiyacını duymazlar ki? (Necmettin Turinay, “İstanbul’da Ramazan”, Yeni Şafak, 13 Aralık 2000).

“İslam’da ölüm orucu fetvası” alt başlığını taşıyan köşe yazısının alıntılanan “oruçsuz sınıflar” adlandırmasıyla biz ve onlar ayrımı kurulmuştur. Eylemin adında geçen “oruç”

kelimesi ile ötekileştirici dil yeniden üretilmiştir. Türkçede yaygın olarak hakaret içerikli kullanılan “oruçsuz”, “beynamaz” gibi ifadeler düşünüldüğünde yukarıdaki alıntıda yer alan “oruçsuz sınıflar” söyleminin ayrımcı ve ötekileştirici dili yeniden ürettiği söylenebilir. Ayrıca oruç kelimesinin teolojik anlamı “Tanrıya ibadet amacıyla yeme, içme vb. şeylerden belli bir süre kendini alıkoyma” (TDK) olsa da “sevilen ya da istenen şeylerden uzak durma” (TDK) gibi daha kapsayıcı bir anlamı da bulunur. Yukarıdaki köşe yazısına bakıldığında dinin verili kabul edilen bilginin yeniden üretiminde çelişkili bir işlev kazandığı ve egemen düşüncenin yeniden üretim pratiklerinden biri olduğu söylenebilir. Bu bağlamda, din gündelik yaşamın mitlerinden biri olurken ana akım medya da bu başat mitleri dolaşıma sokar. Mitler, yaşam-ölüm, doğa-teknoloji, dişillik-erillik gibi karşıt ikililikleri anlamlandırmayı sağlayan gündelik yaşam öyküleridir. Bu anlamlandırmayı sağlarken gündelik yaşam pratiklerinin temellendiği toplumsal, siyasal ya da ekonomik bağlamların temellendiği ideolojileri görünmez ve doğal kılar (Binark ve Gencel Bek, 2010:50).

Ayşe İnal (1995: 114), haber metinlerinde yanlılık sorununu tartışırken dilin bir cam şeffaflığı ile anlamları bir kişiden diğerine aktarmadığını; bir prizmadan ışığın

72 geçmesinde olduğu gibi anlamı kırdığını bir başka deyişle yeniden kurduğunu söyler. Bu yorum haber metinleri için olduğu kadar dilin devreye girdiği hemen her durum için doğrudur. Bu durumlardan biri de “ölüm orucu”nun bizatihi kendi anlamıdır. Kelimenin hem Türkçesinde hem de İngilizcesinde (death fast) din referanslı bir kelimenin seçilmesiyle eylem ve din, en azından kutsallık arasında bir anlam kurulmuş olur. Eylemi gerçekleştirenler her ne kadar dini referanslarla hareket etmeseler de eylemin adını dini bir referanstan alması bu eylem biçimine kutsallık atfeder. Hem Türkçe literatürde hem de diğer dillerde kutsallaştırılmış olan bu kelimenin seçiminin yine hem dünyevi hem de uhrevi anlamları olan ve sol örgütlenmelerin literatüründe de sıklıkla karşılaşılan

72 geçmesinde olduğu gibi anlamı kırdığını bir başka deyişle yeniden kurduğunu söyler. Bu yorum haber metinleri için olduğu kadar dilin devreye girdiği hemen her durum için doğrudur. Bu durumlardan biri de “ölüm orucu”nun bizatihi kendi anlamıdır. Kelimenin hem Türkçesinde hem de İngilizcesinde (death fast) din referanslı bir kelimenin seçilmesiyle eylem ve din, en azından kutsallık arasında bir anlam kurulmuş olur. Eylemi gerçekleştirenler her ne kadar dini referanslarla hareket etmeseler de eylemin adını dini bir referanstan alması bu eylem biçimine kutsallık atfeder. Hem Türkçe literatürde hem de diğer dillerde kutsallaştırılmış olan bu kelimenin seçiminin yine hem dünyevi hem de uhrevi anlamları olan ve sol örgütlenmelerin literatüründe de sıklıkla karşılaşılan