• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: BİR OLAY BEŞ KAVRAM

1.6. Ölüm Üzerinde Denetim: Achille Mbembe ve Nekro-siyaset

Mbembe, 2003 yılında kaleme aldığı ve 2014 yılında Türkçeye çevrilen

“Necropolitics” adlı çalışmasında biyopolitika ve biyo-iktidar kavramlarının yaşama ilişkin müdahaleleri açıklamakta yetersiz kaldığı durumlar için nekro-siyaset kavramını önerir. “Yaşamın, ölümün gücüne boyun eğdirilmesi” olarak tanımlanan kavram, olağanüstü hal durumunda iktidar ve ölüm arasındaki ilişkiyi ortaya koyar (Mbembe, 2014). Foucault’nun biyo-iktidarı yaşamı hesaplayan, nüfusu denetleyen, disipline eden, kayıt altına alan ve uysallaştıran bir iktidarı açıklayabilirken nekro-siyaset, istisna halinde ve kamp durumunda biyopolitik kontrol ve tahakkümün işleyişi açıklamakta yetersiz kaldığını söyler ve nekro-iktidar biçimlerine bakılmasını önerir.

Biyopolitika ve nekro-siyaset arasındaki farkı anlatmak için en belirgin örneklerden biri Nazi devletidir. Biyopolitikanın mantığı yaşamı kutsarken holocaust’a onay verir. Çünkü biyo-iktidar için tehlikelinin, hastalıklının ölümü yaşamı daha temiz

37 kılar. Dolayısıyla insanları yaşaması gerekenler ve ölmesi gerekenler diye ayıran biyo-iktidar, biosun düzenlenerek yönetilmesine odaklanır. Mbembe, esas olanın kitleler halindeki nüfusun nasıl üretildiği, düzenlendiği ve tabii kılındığı olmadığını; hangi hayatın yaşanabilir olduğunun belirlenmesi ve dışarıda bırakılan her yaşamın öldürülebilir olması olduğunu söyler. Dolayısıyla nekro-iktidar kavramı, sömürgecilik, katliam, siyasi cinayetler, kitlesel ölümler gibi ölüm siyaseti uygulamalarını anlamayı sağlar (Kovar, 2017).

Mbembe (2014), iktidarı sömürge devleti üzerinden anlatır ve nekro-iktidarın en becerili halinin Filistin’in sömürgeci işgali olduğunu söyler:

Burada sömürgeci devlet, temel egemenlik ve meşruiyet iddiasını, kendi tikel tarih ve kimlik anlatısının otoritesinden devşirmektedir. Bu anlatının bizzat kendisi, devletin ilahi bir varoluş hakkının bulunduğu fikriyle temellenmektedir; anlatı, bir başka anlatıyla aynı kutsal uzam için rekabet halindedir. Çünkü iki anlatı birbiriyle bağdaşmaz niteliktedir; iki halk, içinden çıkılmaz bir biçimde birbirine geçmiştir ve toprağın saf bir kimlik temelinde sınırlarla bölünmesi neredeyse olanaksızdır. Bu durumda şiddet ve egemenlik, ilahi bir temeli bulunduğunu iddia etmektedir: Halk olma durumunun kendisi, bir tanrıya tapınma tarafından oluşturulmakta ve ulusal kimlik de Ötekine, öteki tanrılara karşıt bir kimlik olarak tahayyül edilmektedir. Tarihin, coğrafyanın, kartografinin ve arkeolojinin bu iddiaları desteklemesi beklenmekte ve bu nedenle de topografya ile kimlik sıkı bir biçimde birbirine bağlanmaktadır. Bunun bir sonucu olarak da sömürgeci şiddet ve işgal, hakikatin ve dışlamanın kutsal terörüyle derin bir biçimde teminat altına alınmaktadır (kitlesel göçe zorlama, ‘devletsiz’ insanların göçmen kamplarına yerleştirilmesi, yeni kolonilerin kurulması). Kutsalın terörünün altında, kayıp kemiklerin kazılıp çıkarılması yönünde daimi bir uğraş; kesici bir aletle binlerce parçaya bölünmüş ve asla kendisiyle aynı olma olanağı bulunmayan parçalanmış bir bedenin sürekli hatırlanması; bir kimsenin ‘gerçekten suç olan bir suçu’ temsil etmesinin sınırları ya da daha doğrusu olanaksızlığı, yani hakkında konuşulamaz bir ölüm yatmaktadır: Soykırımın terörü. (Mbembe, 2014)

Nekro-iktidarın işleyişinin temel niteliklerinden biri hareketi olanaksızlaştırmak ve düşman olarak addedilenin topluluk oluşturmasının önüne geçmektir. Bu iktidar biçiminin nitelikleri Filistin örneğinde köylerin ve şehirlerin dış dünyaya kapatılması ve gündelik yaşamın askerîleştirilmesinde görülebilir. Mbembe, nekro-siyasetin işleyişini anlatırken Filistin’de işgal edilmiş bölgeleri yalıtılmış hücrelere benzetir. Bu benzerlik

38 bireylerin ortak yaşam alanlarına ciddi sınırlamalar getiren ve “tecrit” olarak adlandırılan F tipi cezaevleri için de söylenebilir. Bu durumda herkes egemenin hedefi konumundadır.

Modernizm rasyonel, yaşamı merkeze alan bir devlet anlayışını temsil eder. Bu temsilde devlet, nüfusa dönük kararlar alan ve canlılar arasındaki ilişkiyi düzenleyendir:

[Devlet] Canlı varlıklar üzerindeki iktidarını onların canlı varlık olduklarını kabul ederek uygular ve siyaseti, sonuç olarak, ister istemez bir biyo-siyasettir. Nüfus, devletin kendi çıkarı için göz kulak olduğu şeyden öte olmadığından, devlet, gerek duyduğunda nüfusu katledebilir. Böylece biyo-siyasetin tersi thanato-siyaset’tir (ölüm siyaseti) (Foucault, 2014: 121).

Mbembe, nekro-iktidar kavramıyla kendi çıkarı için nüfusları katledilebilir bulan iktidarın katletmekten öte bir şey yaptığını göstermeye çalışır. Terörizm ve düşmanlık ilişkileri üzerinden temellenen ve sömürgecilik, ırkçılık, kölelik, olağanüstü hal ve savaş tekniklerinden beslenen iktidar karışımını nekro-iktidar olarak adlandırır. Bu iktidar biyopolitikadan farklı olarak yaşamı, ölüm üzerinden hizaya sokar (Kovar, 2017). Bu bağlamda Hayata Dönüş Operasyonu da bir ölüm siyasetidir. Bu operasyonla devlet, ölümü kamusallaştırdığı gibi öldürme gücünü meşrulaştırmıştır. Bir başka deyişle operasyon, “yaşayabilir” olanların belirlenmesidir. Ancak bu belirleme biyopolitikadan farklı olarak yaşamın üretilmesi, denetlenmesi şeklinde değil; yaşam dışına atılabileceklerin belirlenmesidir.

Banu Bargu, açlık grevi, ölüm orucu gibi eylemleri “bedenin siyasallaşması, insani bir silah olarak kullanılması” olarak yorumlar (akt. Kovar, 2017)19. Nekro-iktidar öldürülebilir bedenleri belirlemek anlamındaysa eğer, öldürülebilir olanların kendi ölümlerini üstlenmeleri de nekro-direniştir. Açlık grevi ya da ölüm orucu eylemi, fiziksel ölüm riskine rağmen yaşama dönük eylemlerdir. Beden her türlü müdahaleye açık hale gelse de zaman içerisinde sadece kendine zarar veren silah durumundadır. Bu anlamda

19 Özgün tartışma için bkz. Bargu, B. (2014). Starve and Immolate: The Politics of Human Weapons.

New York: Columbia Uni. S. 37 – 47.

39 bedenin silah haline geldiği canlı bomba ya da intihar eylemlerinden farklı bir doğası vardır (Kovar, 2017). Öte yandan açlık grevi/ölüm orucu eylemi “halk için ölümü göze alma”sıyla altruist(diğerkâmca) bir özellik taşır. Eylemciler hayatlarını ve bedenlerini sadece yoldaşları için değil, tüm toplum için “verir”. F tipi cezaevleri uygulamasının kaldırılması temelinde başlayan eylemin uygulamanın ertelenmesi kararına rağmen sürdürülmesi de eylemin altruist boyutunun göstergesidir. Eylemciler, F tipine kendilerinin gitmeyeceği açıklanmasına rağmen açlık grevine devam etmeleriyle eylemi sadece kendileri için değil, gelecekteki muhtemel tutsaklar ve diğer adli mahkûmlar için de yaptıklarını göstermişlerdir.

Açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerinin yaşama hedefleyen eylemler olduğuna dair bir başka yorumu Ulus Baker (1996) yapmıştır: “Canlı varlık ölümü düşünemez.

Spinoza’dan öğrendiğimiz bu düşünce olgusal değil varoluşa ilişkindir. Onun sayesinde ölüm oruçlarının ölüme değil, yaşama doğru gittiğini, yaşama ilişkin taleplere sahip olduğunu, onunla kenetlenip onu olumladığını öğreniyoruz. Çünkü yaşam dirençtir.

Kendine bir süre biçmez, sonunu algılamaz, sona erdiğinde kendisi ortada bulunmaz”.

40

2. Bölüm: Medyanın Dili, Madunun Temsili

Medyanın 2000 yılı ölüm orucu eylemini ele alış biçiminin, Ova’nın (2013:101) 2012 açlık grevi eylemindeki çıkarımına benzer olduğu görülebilir. Köşe yazarları 2000 yılında da devletle ilişkilerini meşrulaştıran biçimde, örneği “devletin bekasını tehdit eden”, “ulusun birlik ve bütünlüğü sarsmaya çalışan” ve “hükümeti yıpratmaya dayalı”

bir strateji olarak anlamlandırır. Ayrıca ölüm orucu eylemcilerini şiddet yanlısı insanlar olarak göstererek kriminalize eden medya 32 kişinin öldüğü ve adına “Hayata Dönüş Operasyonu” denilen müdahaleyi şiddetin önüne geçen, şiddetsiz bir operasyon olarak kodlar:

Adamların derdi belli ki ne “F” tipi denen cezaevlerinin “oda”sı, ne de –zaten olmadığı bildirilen – “hücre”si… Tek meseleleri var: “F” tipi cezaevlerine nakledilince oraya hükmedemeyeceklerini biliyorlar.20 (Oktay Ekşi,

“Perdenin Ardındaki Gerçek”, Hürriyet,10 Aralık 2000)

Eylemcileri kriminalize eden ve operasyonu şiddet dışı olarak kodlayan bir başka köşe yazısı Emin Çölaşan’a ait:

Devlet: Çok akıllıca davrandı ve cezaevlerini – yıllarca gecikmiş operasyonlarla – sabırla ele geçirdi. (“Ele geçirdi” demenin ne kadar komik ve küçük düşürücü olduğunu biliyorum ama bu bir Türkiye gerçeği.) Devlet isteseydi operasyonu kanla bitirir ve içeriden örgüt liderleri de dahil yüzlerce ölü çıkarırdı. (Emin Çölaşan, “Bilanço”, Hürriyet, 23 Aralık 2000).

Ölüm orucu eylemi Türkiye’deki ötekileştirici ve milliyetçi medya söyleminin tek hedefi değildir. Türk etnisitesinin ve Müslüman-Sünni inancın dışındaki hemen her grup toplumsal alanda söylemsel ve fiili şiddetle karşılaşırken ötekileştirici ve ayrımcı dili içselleştiren medya unsurları da nefret söylemlerini ve suçlarını pekiştirir düşüncesindeyim. İstisnaları olmakla birlikte, ana akım medyanın çalışma pratiklerini belirleyen etkenlerin sermaye sahibinin çıkarı, yayın politikası ve egemen değer yargılarının yeniden üretimi olduğu göz önüne alındığında “nefret, okullarda öğretilen ve

20 Aksi belirtilmedikçe vurgular köşe yazarına ait.

41 medya ile pekiştirilen” (İnceoğlu ve Çoban, 2014:53) bir olguya halini alır. Çalışmanın bu bölümünde ana akım medyada madunun temsilindeki ötekileştirici, biyopolitik, nekro-politik ve paternalist söylemlere yer veriyorum ve ölüm orucunun din ile ilişkilendirilmesini yorumluyorum.

Köşe yazılarında “biz” ve “onlar” ayrımının iki farklı şekilde kurulduğu görülür.

Yazarlar, eylemci olanlar ve olmayanlar; bir başka deyişle içeridekiler ve dışarıdakiler arasında kurdukları ayrımın yanı sıra eylemciler için de ayrıştırıcı kategoriler oluşturur.

Bu kategorinin en somut örneği “afiş asmaktan içeri girmiş masum gençler” ile “militan örgüt elebaşları”. Oktay Ekşi’nin Hürriyet gazetesindeki köşe yazısında bu ayrım görülebilir:

Derken lider konumunda biri ölüm orucuna başlayacak yiğitlerin (!) isimlerini okuyor. Ve önce genç bir çocuk… Onun ardından aynı yaşlarda yani çok çok 18-19 bilemediniz 20 yaşında görünen bir başkası ‘Şanlı (!) Ölüm Orucu Mücadelesinden Dönmeyeceklerini’ ispatlamak üzere kürsüye geliyor. (…) Zavallı… Beyni öylesine yıkanmış olmalı ki, eminiz ‘İyi de…

Neden ben ölüm orucuna başlıyorum da bana bu kutsal (!) görevi veren liderlerimizden hiçbiri bu şanlı görevi üstlenmiyor?’ diye sormamıştır (Hürriyet, “Perdenin Ardındaki Gerçek”, 10 Aralık 2000).

Oktay Ekşi, eylemcilerin görevinin cinsiyetçi bir üslupla “adamlar” dediği örgüt liderlerinin “hapishane içinde kurdukları iktidarı güçlendirmek” olduğunu belirtiyor köşe yazısının devamında. Dolayısıyla, ölüm ve yaşam üzerindeki belirleyicilik Ekşi’nin düşüncesinde yine bir güç/iktidar sahibine bağlanır.

Ötekileştirici dilin bir diğer örneğini yine Hürriyet yazarlarından Ertuğrul Özkök verir:

F tipi sorunun çözümü için ‘arabuluculuk yapan yazarlardan birini televizyonda izliyorum. Cezaevi direnişçilerinden söz ederken bu sıfatı kullanıyor: ‘İçerdeki arkadaşlar…’ Yani işlenen suçun, verilen cezanın bütün hukuki kılıfı atılmış, geriye masum bir ifade kalmış: ‘İçerdeki arkadaşlar…’ (…) Hiçbir devlet, kamuoyundan gelen böylesine ağır bir baskıya rağmen, ‘İçerdeki arkadaşla masaya oturulmuş’ görüntüsünü ilelebet sürdüremez (Ertuğrul Özkök, “Medyaya Gerçekten Solcular Mı Hâkim” Hürriyet, 14 Aralık 2000).

42 Eylemciler için “arkadaş” kelimesinin kullanılmasına yapılan bu karşı çıkış keskin bir ayrımı ifade eder. Biz ve onlar arasında kurulan ayrıma işaret eden bu karşı çıkışla birlikte içerisi ve dışarısı arasındaki sınırlar sadece cezaevi duvarından ibaret kalmayıp dile de yansır. Böylece temsil edilenin nasıl gösterildiği bir kez daha ideolojik bağlamdan ve anlamlandırmadan bağımsız değildir. Çünkü anlam, kendine özgü doğası gereği çokanlamlı olması sebebiyle inşa edilir. Bu inşa pratiğinde anlam “bir ayna gibi değil, bir dil gibi işlev görür”. Dolayısıyla anlam, içerisinde hiçbir iktidarın bulunmadığı bir alan değil; toplumsal konumlara eklemlenen, toplumsal özneyi oluşturan ve oluşturduğu ölçüde toplumsal olarak işlev görendir. Bu sebeple, yukarıdaki köşe yazısı örneğinde

“arkadaş” kelimesiyle yaratılan anlam, iktidar ilişkilerinin “oyun alanı” dışında düşünülemez (Hall, 2014: 89-90).

Köşe yazılarında öne çıkan bir başka durum temsil sorunudur. Yazarların çoğunun sürece ve olaylara ilişkin bilgiler verirken sadece hükümet açıklamalarını alıntıladığı, bir diğer muhatap olan eylemcilerin ya da ailelerin sözlerinden bahsetmedikleri görülür:

Adalet Bakanı’nın 1991 yılından bu yana devletin giremediğini itiraf ettiği Bayrampaşa’daki ölüm oruçlarına müdahaleye çalışan polis ve askere Kalaşnikof’la ateş açıldı. Sürpriz mi, hayır… Buyurun okuyun: ‘Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk Bayrampaşa Cezaevi’ndeki (yedi kişinin öldüğü) olaylardan sonra sayım ve arama yapıldığını belirterek, aramalar sonucu, 6 adet 9mm’lik tabanca, 3 telsiz telefon, 3 cep telefonu, 61 adet mermi, 18 adet adaptör, 21 paket esrar maddesi, 6 adet bali ve 116 adet de hap bulunduğunu bildirdi.’ (Anadolu Ajansı, 21 Eylül 2000) CNN Türk’ün yayınladığı telefon kaydında, Bayrampaşa’dan Bartın Hapishanesi’ne ‘bir kişi kendini yaksın’ talimatı gidiyor. İlk kez mi oluyor, hayır. İstatistiği var: ‘Adalet Bakanlığı, cezaevlerinde 1995’ten bu yana 16 kişinin yasadışı örgütler tarafından örgüte ihanet ettikleri gerekçesiyle öldürüldüğünü bildirdi.’ (Anadolu Ajansı, 29 Ocak 2000) (Enis Berberoğlu,

“Bir daha asla!”, Hürriyet, 20 Aralık 2000).

Berberoğlu, müdahaleler sırasında yaşananları ana akım medyayı ya da hükümet açıklamalarını kaynak göstererek aktarıyor. Bu aktarımların inandırıcılığını ise yine ana akım medya ve bakanlığın geçmiş tarihli açıklamalarıyla sağlamaya çalışıyor. Bu durumda Berberoğlu’nun köşe yazısı örneğinden yola çıkılarak denebilir ki, ana akım

43 medya, toplumsal alandaki eşitsiz ilişkileri, seçkinin tanımları ile yeniden üretir (Durna ve Kubilay, 2010b: 62). Madunun yer bulmadığı köşe yazılarının bir diğer türü de madunun ötekileştirici ve kriminalize edici dilden ve nefret söyleminden nasibini almasıdır. Örneğin:

Başta Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk olmak üzere, hükümet, operasyonlardan çok önce, kimi yazar, sanatçı, milletvekillerini ‘aracı’ olarak Bayrampaşa Cezaevi’ne göndermiştir… Örgütün Brüksel’deki beyni diretiyor: ‘DGM’ler kalksın!’ Sonra?.. ‘terörle Mücadele Yasası’nın 16.

maddesi kalksın!’ Örgütün beyni, neredeyse ‘hükümete dört-beş bakan verip koalisyon ortağı olalım’ diyecek… (Hikmet Çetinkaya, “Yaşama Hakkı”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2000).

Operasyon öncesi yazılarında yaşamın kutsallığını vurgulayan ve “ölmeyin çocuklar”

diyen Hikmet Çetinkaya sonrasında kaleme aldığı bu yazısında eylemcilerin taleplerini dile getirirken kullandığı üslupla bu talepleri “kabul edilemez”, “meşru sayılamaz” olarak kodlar. Dolayısıyla, kullanılan dille birlikte eylemciler muhatap alınamaz gruplar olarak gösteriliyor. Özellikle italik olarak alıntılan kısmın hissettirdiği aşağılayıcı vurgunun eylemcileri hedef göstererek nefret söylemini yeniden ürettiğini düşünüyorum. Bu kısımda okuyuculara hissettirilen eylemcilerin taleplerinin abartılı olduğu vurgusu eylemcilerin iktidar tarafından negatif konumlandırılışını yeniden üretir. Eylemcilere yönelik nefret söylemi geliştiren bir diğer köşe yazarı Fatih Altaylı’dır. Altaylı, eylemciler ve aileleri arasındaki ilişki üzerinden girdiği tartışmada bu ilişkinin “gerçek”

olup olmadığına karar verdiği gibi aileleri suçlu ilan eder:

Evlatları ölüme gidiyor, onlar gitsin istiyor. Bu nasıl anneliktir? Devlet kurtarmaya çalışıyor, anne olduğunu iddia edenler karşı çıkıyor. (…) Ben bunların ‘anne’ olduğuna inanmıyorum. (…) 9 ay karnında taşıdığı, o yaşa kadar gözünden sakındığı evladının ölümünü isteyen ya gerçek anne değildir, ya da gerçekten anne değildir. Annelik gibi kutsal bir kavramla, bu durum örtüşmüyor çünkü (Fatih Altaylı, “Bu nasıl ana”, Hürriyet, 21 Aralık 2000). Yukarıdaki anne tanımı genelleme olması sebebiyle her hâlükârda toplumsal bir grubu dışlar. Türkiye için “hassas” kabul edilen terör, sol örgütlülük gibi konularda hemen her türlü ilişkinin temsilinde bir arıza bulunabilir. Bu köşe yazısı için de “annelik” tartışması

44 iktidar tarafgirliğinin konusu olur. Yazarın genellenmiş annelik tanımının bir toplumsal grubun üyelerinin davranış biçimine uymamasıyla birlikte söz konusu gruba üye bireyler damgalanmış olur. Goffman’ın (2014)21 normalin karşısında tanımladığı ‘damga’ ve

‘damgalı’, normal tarafından belirlenmiş, tanımlanmış ve ‘normaller’ dünyasına ait olmayan ama bu dünya dışında da olmayandır. Dolayısıyla köşe yazarının yukarıdaki annelik davranışını normalin karşısında, normale zıt olarak değerlendirmesiyle söz konusu toplumsal grubun da karşısında konumlanır. Yukarıda yapılan annelik tanımının ise egemen ataerkil tanımla uyuşması, yazarın iktidar ve madun arasındaki konumlanışında onu madundan uzaklaştırdığı kadar iktidara yaklaştırır.

Köşe yazarları, iktidar ile ilişkilerinde çoğu kez çıkar dengesi içerisinde olup bu denge içerisinde tavır alıyor ve taraf oluyor olsalar da iktidar alanı içerisinde sürdürülen bir mücadeleden söz etmek olasıdır. Bu mücadelenin örneği, bazı köşe yazılarında gazeteciliğe ve gazetecilik etiğine ilişkin tartışmalarda görülebilir:

30’a yakın kişinin ölümüne neden olan ve daha ne kadar insanın daha öleceğini henüz kestiremediğimiz ‘Hayata Dönüş’ operasyonunun dumanları henüz tütüyor. Bayrampaşa Cezaevi’nde neler yaşandığını, şu ana kadar operasyonu yapanlardan dinledik. Bu kez de kadın tutuklu ve mahkûmlar anlatıyorlar. Şu anda Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi’nde kalan 4 tutuklu kadın, Ayla Özcan, Filiz Gencer, Suna Ökmen ve Fatma Güzel, baskını anlatırken devlet açıklamalarından farklı bir durum yaşandığını söylüyorlar.

(…) Bayrampaşa Cezaevi’nde kadın tutukluların yaşadıklarından, kendi anlatımlarıyla kısa bir kesit. Devlet açıklamalarını yayımlayan TV ve gazetelerin bunları da yayımlaması ve halka duyurması gerekmiyor mu?

Medya etiği üzerine toplantılar düzenleyip kararlar alan basın örgütleri bu konuda bir şeyler söylemeyecek mi? Uluslararası toplantılarda konuşmalar yapan ülkemizin tanınmış yazarları, operasyonun bir de karşı tarafı olduğu gerçeğini araştırmak ihtiyacı hissetmeyecekler mi? (Oral Çalışlar, “Operasyon Sonrası Notlar”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2000).

Oral Çalışlar’ın köşe yazısında eylemcilerin sözlerine yer vermesi kadar sonrasında sorduğu sorular da ana akım medyada madunun temsili bakımından önemlidir. Çünkü yukarıdaki köşe yazısı, haber üretim sürecinde iktidar alanının çeşitli denetim

21 Konuyla ilgili kapsamlı tartışma için bakınız: Goffman, E (2014). Damga: Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine Notlar. Çev. Ş. Geniş, L. Ünsaldı ve Ş.N. Ağırnaslı. Ankara: Heretik Yayınları

45 mekanizmaları olmasına rağmen köşe yazarının/gazetecinin sınırlı da olsa özerk bir alanı olduğunu gösterir. Bu özerk alan, yazara hem iktidarın hem de gazetenin tavrını sorgulama alanı açar. Böylece, iktidarın yarattığı sınırların ve kuralların doğal ve verili olmadığı, yıkılabileceği ya da en azıdan esnetilebileceği bir kez daha görülmüş olur. Bu durumun bir başka örneğini Yeni Şafak gazetesinde görmek mümkündür:

Birkaç istisna dışında basının özellikle şu son günlerdeki tutumunun ‘basın tarihimiz’in koleksiyonluk sayfalarını oluşturduğı muhakkak. Belki de böylesi ilk kez oluyor. Sadece ‘örgüt’te değil, medyada da ‘ne duygu ne mantık’

kalmış.22 Milliyet’in 21 Aralık tarihli sayısında şu akıl almaz manşetle karşılaştık: ‘Hayat güzeldir’. Sanırım böylesi görülmemişti… Cezaevlerinden onlarca ölü ve yüzlerce yaralının çıktığı bir gün bir gazetenin birinci sayfasını

‘Hayat güzeldir’ çağrısıyla süslemesi bugüne kadar görülmemiş bir şeydi. Bir gazete toplumsal bir yara karşısında bu derece ‘arabesk’ bir ruh hali takınmamıştı. Sadece Milliyet değil tabii ki… Kimlerin hangi manşet ve haber başlıklarıyla okuyucu karşısında çıktığına şöyle bir değinmek bile günlerimiz alır. Ama o, ama o 20 Aralık tarihli Akşam gazetesi? ‘Duygusuz ve mantıksız’

örgütlerin adını duyunca tüyleri diken diken olan insanların bile ‘duygusuz ve mantıksız’ kalamadığı bir görüntü karşısında ‘Yürüyen çıraya döndü’

başlığını atabilen Akşam’a ne dersiniz? Medyanın insanlığın bittiği yerden başladığına dair bir ilke mi var? Son günlerin medyasını n okuyucularını bilgilendirmek gibi bir amaç güttüğünü söyleyebilmek mümkün değil. ‘Ezici çoğunluğu’yla ‘devlet krizi’ne girmiş basın kuruluşlarından olup biteni lâyıkıyla öğrenmek mümkün değil. Medya büyük ölçüde ulaştığını değil, kendine ulaşanı duyurmakla meşgul. Bir kez daha anladık ki, ‘haber’in hür olarak dolaşmadığı bir ülke makbul bir ülke değil. Şairin dizelerini günümüze uyarlamanın zamanıdır: Her mihnet kabulüm / Yeter ki haber eksilmesin gazetemden (Kürşat Bumin, “Yeter Ki Haber Eksilmesin Gazetemden”, Yeni Şafak, 25 Aralık 2000).

Medya diline ilişkin benzer bir eleştiri, aşağıdaki köşe yazısında görülebilir:

Şimdi koğuşlarda cemaatler halinde yaşayan siyasal mahkûmlar tek kişilik, üç kişilik hücrelerde devletin ‘merhametine’ çok fazla açık olacaklar. Bu

‘merhamete’ ikimizin de güveni yok. (…) Dünkü gazetelerde yer alan ve

‘Emrin Olur’ manşetiyle kamuoyuna verilmeye çalışılan mesajın yanlış olduğunu biliyoruz. (…) Burada ikimizin de fark ettiği bir başka şey; siyasi mahkûmları bir kere daha mahkûm etmek isteyen medyadaki sertlik yanlısı eğilimden hükümetin daha esnek olduğu. Cezaevlerinde bulunduğumuz süre

‘Emrin Olur’ manşetiyle kamuoyuna verilmeye çalışılan mesajın yanlış olduğunu biliyoruz. (…) Burada ikimizin de fark ettiği bir başka şey; siyasi mahkûmları bir kere daha mahkûm etmek isteyen medyadaki sertlik yanlısı eğilimden hükümetin daha esnek olduğu. Cezaevlerinde bulunduğumuz süre