• Sonuç bulunamadı

5. Eserin Konusunu Oluşturan Siyasetname ve Türk Siyasetname Geleneği

1.2. İKTİDAR FELSEFESİ BAĞLAMINDA SÖYLEM ÇÖZÜMLEMESİ

1.2.2. İktidar ve İktidar Felsefesi Kavramları

Felsefe tarihinin her döneminde önemli düşünsel cazibe merkezlerinden biri durumunda olan iktidar kavramı (Aydemir, 2010: 66), farklı ekol ve anlayışlarca algılanmış ve tanımlanmıştır. Her disiplin ve felsefi akım, iktidar kavramına farklı yönlerden eğilerek, iktidar fenomeninin çözümlenmesi noktasında görüş bildirmiştir. İktidar kavramının tarihsel bağlamda ele alınışıyla ilgili değerlendirmelere geçmeden önce genel sözlüklerde ve farklı disiplinlere yönelik hazırlanan izleksel sözlüklerdeki tanımlanışına ve tarif edilişine bakmakta yarar vardır.

Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan Türkçe Sözlük’te iktidar kavramı şu tanımlarla verilmiştir: “1. Bir işi yapabilme gücü, erk, kudret. 2. Bir işi başarabilme yetki

ve yeteneği. 3. Devlet yönetimini elinde bulundurma ve devlet gücünü kullanma yetkisi. 4. Bu yetkiyi elinde bulunduran kişi ve kuruluşlar.” (Komisyon, 2009: 951).

Orhan Hançerlioğlu’nun Türk Dili Sözlüğü’nde erk maddesi altında şu anlamlara yer verilmiştir:

“1. Bir işi yapabilme gücü. 2. Sözü geçerlik, istediğini yaptırabilme gücü. 3. Bir bireyin, bir toplumsal kümenin ya da bir toplumun başka birey, küme ya da toplumları egemenliği, baskısı ve denetimi altına alma, özgürlüklerine karışma ve onları belli biçimlerde davranmaya zorlama yetkisi ya da yeteneği.” (Hançerlioğlu, 1995: 210).

Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlük adlı çalışmasında erk maddesindeki tanımlar şunlardır:

“1. iş yapabilme gücü. 2. her istediğini yaptırabilme gücü, sözü geçerlik, 3. bir kimsenin, bir topluluğun ya da bir toplumun başka kişi, topluluk ya da toplumları egemenliği, baskısı ve denetimi altına alma, özgürlüklerine karışma ve onları belli biçimlerde davranmaya zorlama yetkisi ve gücü.” (Püsküllüoğlu, 1995: 557).

Yaşar Çağbayır’ın hazırladığı sözlükte iktidar kavramına ilişkin şu tanımlara yer verilmiştir:

“1. Bir işi yapabilme gücü; erk; kudret; kuvvet. 2. Bir işi başarabilme yeteneği. 3. Yapabilme yetkisi; yetkiye dayalı güç. 4. Devlet yönetimini elinde bulundurma, devlet gücünü kullanma yetkisi; hükûmet etme. 5. Devlet gücünü ve yönetimini elinde tutan kişi veya kuruluş; hükûmet yönetimini elinde bulundurma; hükûmet. 6. Bir topluluk içinde, doğal, maddî ve manevi etkenler sonucu bazı kişi, grup ve kurumların buyurma ve buyruklarını yaptırma gücü. 7. Kabiliyet; yetenek. 8. Erkek için cinsel güç bakımından yeterlilik.” (Çağbayır, 2007: 2129).

İlhan Ayverdi’nin Misalli Büyük Türkçe Sözlük’ünde şu tanımlar yer almaktadır: “1. Bir şeyi yapabilmeye gücü yetme durumu, muktedir olma; kuvvet; kudret; güç. 2. Ülke yönetimini elinde bulundurma. 3. Ülke yönetimini elinde bulunduranlar, hükûmet.” (Ayverdi, 2006: 1378).

Batı Türkçesinin tarihsel söz varlığını içeren Yeni Tarama Sözlüğü’nde erk maddesi bulunmaktadır ve maddenin anlam karşılığı olarak şu tümcelere yer verilmiştir: “1. Kuvvet, kudret, irade. 2. İhtiyar, hakk-ı ihtiyar.” (Dilçin, 1983: 84).

Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Türki’sinde iktidar sözcüğüne şu anlamlar yüklenmiştir. “Güç yetme, yapabilme, muktedir olma, makderet, tâkat.” (Şemseddin Sami, 2006: 140).

Türkçenin tarihsel ve çağdaş sözlüklerinde iktidar kavramı, genel anlamda güç yetirme, özel anlamda ise devlet mekanizmasını elinde bulundurma yönüyle ele alınmıştır. Elbette bu temel anlamları olmakla birlikte felsefe tarihi boyunca iktidar kavramına farklı yönlerden eğilenler ve farklı anlamlar yükleyenler olmuştur.

Felsefe tarihinde ilk olarak iktidar kavramının tanrısal boyutta ele alınışı ve dolayısıyla güç kavramıyla ilişkilendirilişine tanık olmaktayız. Tarihin ilk filozofu olarak gösterilen Thales, Aristotales’in aktardıklarına göre ‘varolan bütün her şeyin Tanrı’larla dolu olduğuna’ inanmakta, buna inanırken de her şeyin belli türden bir güç taşıdığına yönelik temel bir farkındalık taşımaktadır. Thales’in felsefe tarihindeki bu ilk güç tasarımı, kendisine Aristotales’in Ruh Üzerine başlıklı kitabında daha genel bir yapı kazandırılarak ‘bütün bir evrene yayılan tin olarak’ tanımlanır olmuştur (Ulaş, 2002: 628).

İktidar sorunu, felsefi düşüncenin ortaya çıkışından bu yana özellikle politikanın ciddi tartışma konularından biri olmuştur. Egemenin kim ve yönetimin nasıl olacağı, adalet gibi konular söz konusu olduğunda, etik ve politika ilişkisi çerçevesinde erdemlerin de üzerinde durulması gerekip gerekmediği sorunu ön planda olmuştur. İlkçağ düşünürleri, politikanın etik üzerine inşa edilip edilemeyeceği sorunu üzerinde durmuş, Ortaçağ’da dinsel düşüncenin müdahalesiyle birlikte erdem sorunu kendisine yer bulmuştur. Modern dönemde, özellikle Machiavelli ve Hobbes’la birlikte politika ile etik arasına bir mesafe koyma çabası görülmüştür (Becermen, 2014: 239).

İnsanlık tarihinin gelişiminde en büyük mücadelelerin iktidar elde etme güdüsü çevresinde biçimlendiği görülmektedir. Bertrand Russell, iktidar ve şan kazanma isteğini, insanoğlunun sınır tanımayan isteklerinin başında görmüştür. Bu iki kavramı, modern dönemdeki yönetici konumundaki başbakan ve klasik dönemdeki yönetici konumunda olan kral karşılaştırması üzerinden açıklama yoluna gider:

“Bunlar [iktidar ve şan], her ne kadar çok yakın akraba iseler de, aynı şey değillerdir: Başbakanın şanından çok iktidarı, Kralın ise iktidarından çok şanı vardır. Bununla birlikte, bir kural olarak, şan kazanmanın en kolay yolu iktidar kazanmaktır; bu özellikle, kamuyu ilgilendiren olaylarda eylemli rol oynayan kişiler için böyledir. Bundan ötürü, şan kazanma isteği de çoğunlukla, iktidar sahibi

olma isteğinin doğurduğu davranışların aynını doğurur ve bu iki güdüye uygulama alanında hemen hemen hep özdeş gözüyle bakılır.” (Russell, 2014: 11).

Russel’ın bütün bir insanlık tarihini iktidar elde etme isteği üzerine konumlandırdığı değerlendirmesine koşut olarak iktidar kavramının bir fenomen olarak ortada durduğu açıktır. Bu bağlamda bu fenomen üzerine düşünce üreten ve iktidar kavramına farklı anlamlar yükleyen ve onun çeşitli yönlerden inceleyen yaklaşımlar olmuştur. Bizim de tezimizin temel dayanak noktasını oluşturan Michel Foucault’nun iktidar felsefesinin belirlenmesi için sözü edilen yaklaşımların kısaca değerlendirilmesinde yarar bulunmaktadır. Bu noktada Aydemir’in Foucault’nun iktidar kavramına ilişkin ortaya koyduğu soykütüksel gelişim çizgisini aktarmayı uygun görüyoruz:

“Michel Foucault’un iktidar felsefesinin kurgulanabilmesinde modernitenin öncü ve özgün muhalifi Theodor W. Adorno’nun ve modernite eleştirmenliğinin yanı sıra bilgi ile iktidar bağlantısının Avupalı ilk kâşifi niteliğindeki Friedrich Nietzsche’nin önemli basamakları oluşturdukları kanısındayız. İktidar kavramını ele alırken sözlüklerde de belirtildiği üzere salt yöneten, hükmeden yönüyle değil, yöneten ile yönetilen arasındaki mücadele yönüyle de ele aldık. Çünkü koşulsuz tabi olan(lar)a hükmeden egemen gücün olduğu yerde iktidardan söz edilemeyenini düşünmekteyiz. Ele aldığımız, iktidar felsefesi, bir mücadelenin ürünüdür. Foucault’un özellikle vurguladığı bu çok yönlü iktidar algılayışının öncü ismi, başta Nietszche olmak üzere Marx üzerinde de büyük etkiye sahip olan Arthur Schopenhauer’dir. Schopenhauer’in bu kurgusundaki anahtar işlevine sahip kavramsallaştırması ise “irade”dir. Schopenhauer’in “irade”sinin Marx’taki yansımasında belirgin değişiklikler bulunmaktadır. Marx iradeye sahip özneye önemli bir eklemede bulunmuştur ki bu kavram da “bilinç”tir. Felsefi düşüncesinde metafiziğe önemli bir yer ayıran Schopenhauer’in aksine, materyalist yönüyle öne çıkaran Karl Marks’ın “bilinçli özne”si, bu nedenle iktisadi üretim ve tabii ki tüketim döngüsünde egemen figür niteliğindedir. Düşünce dünyasında Arthur Schopenhauer’in önemli etkileri bulunan Friedrich Nietzsche ise, Schopenhauer’in metafizik yaklaşımını sürdürmesinin yanında “irade” kavramsallaştırmasına eklemeler yaparak geliştirmiş ve iradenin amacı olarak da değerlendirdiği temel kavramı olan “iktidar istenci”ne ulaşmıştır. Özellikle İngilizceden yapılan kimi çeviri eserlerde iktidar ile güç sözcüklerinin birbirlerinin yerine kullanılabildiğini gözlemlemekteyiz ki bu işletimin terminolojik bir kargaşaya uç verdiği kanısındayız. Değerlendirmelerimizde güç ve iktidar kavram alanlarını paradigmal

özdeşlik içerisinde değerlendirmediğimizi belirtebiliriz. Nitekim gücü, muktedir olma yolunda bir araç, iktidarın varlığı kanıtlaması yolunda bir araç niteliğiyle değerlendirmekteyiz.” (Aydemir, 2010: 68-69).

Güç ile iktidar arasındaki keskin ayrım Canetti’nin belirlemelerinde de görülmektedir. Canetti, iktidarı gücü de kapsayan ancak güç kullanımı konusunda sabırlı davranan bir konumda değerlendirmiştir:

“Güç kendisine zaman tanındığında iktidar haline gelir, ama kriz anı, geri dönüşsüz karar anı gelince güç çıplak güç haline geri döner. İktidar daha geneldir ve güçten daha geniş bir uzam üzerinde işler; iktidar çok daha fazlasını içerir, ama daha az dinamiktir. İktidar daha törenseldir, hatta belirli bir sabır ölçüsü vardır. Güç ve iktidar arasındaki ayrım kediyle fare arasındaki ilişkiyle çok basit bir biçimde örneklenebilir.” (Canetti, 2012: 283-284).

Canetti, iktidar ve güç arasındaki ilişkiyi ve ayrımı kedi-fare eğretilemesi üzerinden verir:

“Kedi, gücü, fareyi yakalamak, onu ele geçirmek, pençelerinin arasında tutmak ve nihai olarak da öldürmek için kullanır. Ama fareyle oynamasında bir başka etken daha vardır. Kedi farenin gitmesine izin verir, birazcık kaçmasına, hatta arkasını dönmesine fırsat tanır; bu süre boyunca fare artık güce maruz değildir. Ancak hâlâ kedinin iktidar [alan]ının içindedir ve her an tekrar yakalanabilir. Derhal uzaklaşırsa, kedinin iktidar alanından kaçar; ama, artık ulaşılamayacak olduğu noktaya varana kadar hâlâ kedinin iktidar alanının içindedir. Kedinin egemen olduğu uzam, fareye yaşattığı umut anları, bir yandan da bütün bu zaman zarfında onu yakından izlemeyi sürdürmesi ve onu yok etmeye gösterdiği ilgiyi ve yok etme niyetini asla elden bırakmaması; bunların hepsine, yani uzam, umut, dikkatle izleme ve yok etme niyetine iktidarın fiili bedeni, ya da daha basit bir biçimde, iktidarın ta kendisi denebilir.” (Canetti, 2012: 284).

Canetti, kedi-fare eğretilemesinin toplumsal yaşamdaki işletimi bağlamında hapishane kurgusuna başvurur. Hapishane yapısı içerisindeki mahkûmun kedinin önündeki fare gibi belirli bir hareket alanına sahip olduğu ancak kapatılma, baskılanma ve gözetim durumunda bulunduğunun bilincinde olduğu vurgulanır:

“(…) gücün aksine, iktidara içkin olarak uzamda ve zamanda belirli bir genişleme vardır. Daha önce ağzın, hapishanenin bir prototipi olduğunu öne sürmüştüm. Her durumda, bu ikisi arasında, güçle iktidar arasındaki ilişkiyi örneklemeye hizmet edecek bir ilişki vardır. Bir kez düşmanın ağzına girince, kurbanın hiçbir umudu

kalmaz çünkü manevra yapmak için ne zamanı ne de yeri vardır. Bu iki bakımdan hapishane ağzın bir uzantısı gibidir. Tıpkı kedinin gözünün önündeki fare gibi, tutsak biraz ileri geri yürüyebilir, gardiyanlarına arkasını dönebilir; önünde, kaçmayı ya da serbest bırakılmayı umacağı zamanı vardır. Kapatıldığı hücrenin bulunduğu hapishanenin bütün mekanizması onun yok edilişine ayarlanmış gibidir ve bu mekanizma fiilen işlemekte değilken bile tutsak bunun her zaman bilincindedir.” (Canetti, 2012: 284).

Canetti’nin belirlemelerinin, belli noktalarda Foucault’nun iktidar kavramsallaştırmasıyla benzeşim ilişkisi içerisinde olduğu anlaşılmaktadır. Canetti, iktidarın daha çok antropolojik yönüyle ilgilenirken Foucault’da iktidarın toplumsal katmanı ön planda olmuştur. Yalnız, bu iki düşünürün iletişime geçtikleri ya da birbirlerini dikkate aldıklarına ilişkin bir ize rastlanmamıştır (Marti, 2014: 171-175). Dolayısıyla bu iki düşünürü birbirinden bağımsız olarak değerlendirmek gerekmektedir.

İktidar kavramsallaştırmasında, Thomas Hobbes ve Karl Marx’ın ayrı bir yerinin olduğunu belirtmek gerekir. Güç/iktidar kuramcıları olarak görülen bu iki düşünürün, iktidara ilişkin belirlemelerinde belirli ayrımlar bulunmaktadır. Güç ya da iktidar olmadan egemenlerin, düzen isteyenlerin gözünde hiçbir değeri olmayacağını belirten Hobbes, “gücü kendinde toplayan bütün egemenlerin, egemenlikleri altında yaşayan herkes için yaşamı daha kolay kılmak adına ortaya belli bir düzen koydukları saptamasında bulunmuştur.” (Ulaş, 2002: 630). İktidar ilişkilerini yöneten-yönetilen bağlamında üretim ilişkileri ve dolayısıyla iktisadi yönüyle ele alan Marx, sınıf bilinci kavramını ortaya atarak “olası devrimlerin mayalanma sürecinde devrim girişiminin başarıya ulaşabilmesi için çok sayıda bireyin örgütlenmesi zorunluluğuna vurguda bulunmuştur.” (Ulaş, 2002: 630). Böylelikle Marx, iktidar mekanizmasını sınıf mücadelesi biçiminde değerlendirmiş, iktidarı ise salt yöneten-yönetilen ilişkisi biçiminde konumlandırmıştır. Max Weber, Marx’ın bu iktidar anlayışına karşı çıkmış, iktidarın sadece iktisadi kaynakları elinde tutmaya bağlı olmadığını ileri sürerek iktidarın toplumsal tezahürü olarak statü kavramını ortaya koymuştur (Marshall, 1999:328).

Marx ve Foucault arasında, iktidar kavramsallaştırması noktasında benzeşim ilişkileri kurmak isteyenler olsa da Foucault’nun iktidar anlayışının, Marx’ın iktidar anlayışından keskin çizgilerle ayrıldığı görülmektedir. Megill, Foucault’nun, yapıtlarında kullandığı ‘maddilik’ ve ‘iktidar’ kavramlarından hareketle bazı yorumcular tarafından, onun iktidar analitiği ile Marx’ın tarihsel maddeciliği arasında kurmaya çalıştıkları bağın

yanlışlığına dikkat çeker. Megill, Foucault’nun iktidar ve bilgi kavramlarına vurgu yapmasının, iki düşünür arasında kurulacak olası bağın yüzeysel kalmasına işaret olduğunu belirtir ve bu iki düşünürün iktidar anlayışlarının temel ayrım noktalarını şöyle dil getirir:

“(…) Marx nesnel bilim anlayışına bağlıdır (ya da, Foucaultcu terimlerle söylersek ‘hakikat istemi’nin kurbanıdır). Oysa Foucault nesnel bilim diye bir şey olmadığını ileri sürer. Foucault’nun bakış açısına göre, her türlü ‘bilim’, belli bir sınıfın çıkarlarının yansıması olma şeklindeki katı anlamında değilse de onulmaz biçimde iktidar ilişkileriyle hemhal olma şeklindeki geniş anlamıyla bir ‘ideoloji’dir. Marx’ın konumu böyle değildir: Marx toplumsal gerçekliğe ilişkin nesnel bir görüşün gerçekten de mümkün olduğunda ısrarlıdır. Marx yaptığı kapitalizm analizinin bilimsel olduğunda ısrar ederken, Foucault kendi soykütüklerinin ‘anti- bilimler’ olduğunu ilan eder.” (Megill, 2012: 404).

Foucault’nun, Marx’ın iktidar anlayışından ayrı yeni bir iktidar kavramsallaştırmasına ulaşması birden gerçekleşmemiştir. Toplumsal marjların incelenmesinden yola çıkan Foucault, sermayenin dışında da bir iktidar alanının olduğu kanısına ulaşmıştır. Foucault’nun bu şekilde çizdiği ve tüm bir toplumsal alanı kapsayan iktidarın diğer perspektifi, Marksist geleneğin mirası ile rekabete girer ve bu perspektif, modern sınıf yapısının kurucusu olan diğer ‘kutbu’ daha iyi anlamamızı sağlar (Bidet, 2016:58). Dolayısıyla Foucault, Marx’ın kuramının temel çıkış noktasını oluşturan ve Marksist yaklaşımın önemli yanılgılarından biri olan iktidarın sadece ‘devlet’ kavramı ile sınırlandırılması yaklaşımından ayrılarak kültürün olduğu gibi iktidarın da yaşamın her alanına yayılmış olduğu gerçeğini (Aydemir, 2011c: 58; Aydemir, 2012: 253) ortaya koyar.

Allan Megill, Foucault’nun başlangıçtaki olumsuz iktidar anlayışının yerini olumlu ve üretken iktidar anlayışına bırakmasını Nietzscheci bir tavır olarak değerlendirir. Foucault’nun soykütüğünde iktidarın yorumlanmasına ilişkin değişimler Megill tarafından şu tümcelerle ifade edilir:

“Foucault 1970’lerin ortalarında 1960’lardaki çalışmalarına dönüp baktığında, eski iktidar anlayışını tamamen olumsuz bir karakter taşıdığı için yetersiz bulur. Deliliğin Tarihi gibi bir yapıtta, iktidar, önemi ‘dışlaması’ndan, ‘bastırması’ndan, ‘sansürlemesi’nden, ‘tecrit etmesi’nden, ‘maskelemesi’nden ve ‘gizlemesi’nden gelen bir kendilikti. Oysa 1970’lerdeki yazılarında Foucault iktidarın olumsuz değil olumlu bir olgu olduğunu ileri sürer. (…) Hapishanenin Doğuşu, iktidara

yönelik bu yeni tutuma özlü bir biçimde tanıklık eder; çünkü bu yapıttaki merkezî iddialardan biri hapishanenin toplumsal rolünün suçu bastırmak değil yaratmak olduğudur. Hapishane, böylece toplumsal istikrara yönelik bir tehdit oluşturarak şu anda burjuva toplumuna hâkim olan devasa bir denetim ve disiplin aygıtı inşa edilmesine gerekçe hazırlamıştır. Bu ‘üretken’ iktidar anlayışı Bilme İstemi’nde iyice yerleşiklik kazanır; Foucault bu yapıtı, yayınlanmasından kısa bir süre sonra, kendisini ‘primitif canlılıkları içindeki şeylerin kendileri’ni bulma arayışından gerçekten kurtardığı ilk kitap; kendisini iktidarın ‘kötü, çirkin, zavallı, kısır, monoton ve ölü’ olduğu fikrinden tamamen kurtardığı ilk kitap olarak adlandırır.” (Megill, 2012: 390).

Bu bağlamda Megill, Foucault’nun iktidar ilgisinin daha çok Nietzsche’yle irtibatlandırılması gerektiği görüşünü ileri sürer ve Nietzsche’nin etkisiyle Foucault’nun iktidar yorumlayışında belirgin bir değişiklik olduğunu belirtir:

“Foucault’nun ‘iktidar’ı, tarihsel ya da sosyolojik kullanımları olabilse de, tarihsel ya da sosyolojik bir kavram değildir. Daha çok, Nietzsche’nin ‘güç/iktidar istemi’ kavramının yeniden işlenmesi niteliğindedir. Peki ama nedir ‘güç istemi’? Bu kavramın büyük ölçüde belirsiz kalması semptomatiktir. Güç isteminin pozitif bir değer yüklenmiş bir kendilik olduğunu; o yüzden de Foucault iktidarın baskıcı değil de yaratıcı olduğunu ilan ettiğinde Nietzsche’yi takip ettiğini biliyoruz.” (Megill, 2012: 406).

J. G. Merquior, Gözetleme ve Cezalandırma’nın ardından Foucault’nun odak noktasını değiştirdiğini belirterek onun iktidar algısındaki değişimlere ilişkin şu saptamaları yapar:

“Artık iktidarın sonuçlarını dıştalama, bastırma, sansür etme, soyutlama, örtme ve gizleme gibi olumsuz terimlerle tanımlama huyundan vazgeçmemiz gerekir.’ Aslında iktidar yaratıcıdır. Çünkü gerçekliği yaratır, nesnelerin etki alanlarını ve doğrunun göreneklerini yaratır. Birey ve ondan elde edilebilecek bilgi, bu yaratımın bir ürünüdür.” (Merquior, 1986: 144).

Bilindiği gibi “(…) Nietzscheci yaşam felsefesinde bütün bir yaşamın kendisine göre yapılandığı ‘güç istemi’ (*erk istenci) tarih boyunca değişmeden kalan tek gerçek olarak değerlendirilmektedir.” (Ulaş, 2002: 628). Foucault, bu gerçeğin farkına vararak kendi yorumlamalarını bu sistem üzerine inşa etmiştir. Özellikle pozitivizmin yansız ve nesnel bilgi anlayışından ve Marksizm’in özgürleştirici bilgi kavramsallaştırmasından ayrılarak bilginin iktidar rejimlerinde ayrılmaz olduğunu savunur. Foucault, iktidar/bilgi

kavramını Nietzscheci bir anlayışla ele alarak bilgi ya da hakikat isteğini çok daha temelde bulunan bir güç isteminin tezahürü olarak değerlendirmiştir. Bu anlamda güç kullanımı ya da iktidar ilişkilerinin ortaya çıkışı, bilgiyi gerektirir ve güç kullanımına bilgi aygıtları eşlik eder (Cevizci, 1999: 454-455).

Judith Butler ve Richard Sennett, Foucault’nun iktidar kurgusundaki olumlulayıcı nitelikleri paylaşır. Butler, iktidarı özneyi aşağı düzeye indirgeyip onu değersizleştiren bir mekanizma olarak görmenin haksız bir yaklaşım olduğunu belirtir. Bu yaklaşım kuşkusuz iktidarın bir yönünü verir ancak Foucaultcu bir bakış açısında bu değerlendirme eksik ve yanlı kalır.

“(…) Foucault’yu takip ederek iktidarı öznenin kurucusu, varoluş koşulu ve onun arzusunun yörüngesi olarak anlarsak, o zaman iktidar yalnızca karşı koyduğumuz değil, aynı zamanda varoluşumuz için güçlü bir şekilde bağlı olduğumuz, varlığımızın içinde barındırdığımız ve sakladığımız bir şey olacaktır. Bu süreci alışılagelmiş yoldan anlayan model şöyledir: Üzerimizde etkide bulunan iktidarın zoruyla zayıf düşer, iktidarın şartlarını içselleştirir ya da kabulleniriz. Ancak böyle bir anlayışın ortaya koymakta yetersiz olduğu bir nokta vardır: Bu şartları kabul eden ‘biz’, kendi varlığımız için onlara göbekten bağlanmışızdır. Herhangi bir ‘biz’in açık seçik ortaya konulabilmesi için söylemsel koşullar yok mudur? Tabiyet, kesinlikle kendi seçimimiz olmayan, ama paradoksal bir şekilde failliğimizi açığa çıkarıp sürdüren bir söyleme olan bu temel bağımlılıktan oluşur.” (Butler, 2015: 10).

Butler’la benzer görüşleri paylaşan Richard Sennett, Otorite adlı yapıtında, otoritenin temel bir gereksinim olduğu savını ileri sürer ve konuyu örneklendirerek açıklama yoluna gider:

“Çocuklar, kendilerine yol gösterecek ve güven verecek bir otoriteye gerek duyar. Yetişkinler açısından, otorite olmak kendilerini bütünleyen temel bir öğedir; onlar için otorite, diğerlerine gösterdikleri ilginin bir ifadesidir. Hep bu deneyimden yoksun kalacağımızdan korkarız. Odysseia, Kral Lear ve Buddenbrooks gibi yapıtların tümü de otoritenin zayıflayışı ya da parçalanışını konu alır.” (Sennett, 2014: 27).

Ayrıca Sennett, otorite arayışını iktidar koşullarını yorumlama ve denetim nüfuz koşullarına bir anlam verme çabası olarak görür ve bu arayışın somut, güvenceli ve istikrarlı bir güç (Sennett, 2014: 32) olduğunu belirtir.

İktidar kurgusunda aşırı bireyselleştiriciliğiyle eleştirilen Foucault’nun aslında bireyselleşme karşıtı olduğu (Aydemir, 2010: 70), özneden yola çıkarak toplumsal dokuyu çözümlemenin peşinde olduğu belirtilebilir.

“Bu anlamda Foucault’nun iktidar anlayışında, “verili İlişkiler içinde, sınırlı bir zaman diliminde kimin kim üzerine, nasıl etkide bulunduğundan çok, bu verili