• Sonuç bulunamadı

Muğlak ve tartışmalı bir niteliğe sahip olan ideoloji kavramı, ilk olarak Fransız düşünür Destutt de Tracy tarafından 18. yüzyılda ortaya atılmıştır. İdeolojiyi, “düşünce bilimi, ruhbilim ve bilişsel bilim” olarak değerlendiren Tracy, ideolojilerin fikirlerle, toplumsal grubun ya da hareketin paylaştığı, siyasi ve dini düşüncelerle ilgili olduğunu belirtir. Tracy‟ye göre komünizm, sosyalizm, liberalizm, feminizm ve cinsiyetçilik, ırkçılık ve bu kavramların karşıtlığı birer yaygın ideoloji örneklerini oluşturmaktadır ve bu ideolojiler, belli bir grubun üyelerinin köklü inançlarını ifade etmektedir. Gazeteler ve politikacılar aynı zamanda hepimizin, genellikle olumsuz anlamda kullandığı ideoloji kavramını tanımlayabilmek için çok alanlı bir bakış açısıyla değerlenme yapmak

gerekir. Tracy‟in görüşünden yola çıkan Van Dijk, ideoloji kavramına açıklık getirebilmek için biliş, toplum ve söylem üçayağını kullanır (Van Dijk, 2003:13-14).

Çıkışında olumlu ve ilerlemeci bir içeriğe sahipken, daha sonraları Napolyon tarafından toplumsal düzene tehlike getiren yıkıcı bir doktrin olarak sunulan ideoloji, Marksist kuramda doğmuş olmakla birlikte, kapitalist sisteme bütüncül bir eleştiri getirirken dönüştürülerek yine Marksizm‟de olgunlaşmıştır. Terry Eagleton‟a göre, Marx düşüncesindeki ideoloji en az dört anlamda değerlendirilmektedir. İçinde bir bütün olarak sınıf mücadelesinin verildiği siyasi açıdan devrimci güçlerin doğru bilincini de içeren kavramsal formların tamamını kapsayacak şekilde genişletilebilen ideoloji, genel olarak olumsuz anlamlara tekamül etmektedir. Egemen toplumsal sınıfların maddi çıkarlarını doğrudan doğruya dile getiren ve onun yönetimini desteklemeye yarayan fikirler olarak değerlendirilen ideoloji, aynı zamanda insanların ilgisini toplumsal koşullardan başka yöne çekerek baskıcı bir siyasi iktidarın ayakta kalmasına hizmet eden, yanıltıcı veya toplumsal bağları kopartılmış inançlara karşılık gelebilir (Dursun, 2001:23-24).

İdealizm ve materyalizmin birbiriyle olan zıtlık ilişkisinden hareket ederek, tarihsel materyalizm bağlamında kültür kavramını açıklayan Marx, üretim ilişkilerinin sonucu olarak toplumsal yapıların oluştuğunu öne sürmektedir. Marx ve Engels‟in “Alman İdeolojisi” (1999) adlı eserdeki argümanlarına bakıldığında ise ideolojiye olumsuz bir anlam yüklenerek, ideolojinin sömürü ilişkisini perdelediği ve meşru gösterdiği ifade edilir (Demirelli, 2009:369).

Birçok tanımın yanı sıra çeşitli yaklaşımlarla da ele alınan ideolojiler, Engels‟in Marx‟ı yorumunda ve bundan sonra da Marksizm‟in içerisinde yer alan birçok yönelimde yanlış bilincin biçimleridir. Yöneten sınıf tarafından kullanılan ideoloji, popüler olmakla birlikte yanıltıcı inançların statükoyu meşrulaştırmak ve işçilerin gerçek sosyoekonomik durumlarını gizlemek için gerçekleştirilen bir aşılama işlemine hizmet etmektedir. Olumsuz ideolojilerin dışında olumlu ideolojilerde mevcuttur. “toplumsal eşitsizlik ve egemenlik karşısında olumlu muhalefeti ve direnmeyi meşrulaştıran, umut ve cesaret veren sistemler” olarak ifade edilen olumlu ideolojileri savunanların, ırkçılık karşıtı olarak insancıl bir tavır sergileme gibi durumlar sergileyebildikleri belirtilmektedir (Van Dıjk, 2003:6-18).

İdeoloji kavramı Lenin, Lukacs, Gramsci ve Althusser gibi Marksist düşünürler tarafından geliştirilerek günümüze getirilmiştir. İsmi geçen diğer düşünürleri etkileyen bir ideoloji anlayışına sahip olan Lenin, ideolojinin nötr bir anlamla tartışılmasını sağlamıştır. İdeoloji kuramına en önemli katkıyı „hegemonya‟ kavramını ile yapan Gramsci, kapitalist toplumların kültürel ve ideolojik süreçlerini ya da pratiklerini hegemonya kavramıyla açıklamaya çalışır. İktidar ve ideoloji arasındaki bağlantıyı açığa çıkarmaya odaklanan Althusser ise dilbilim ve psikanaliz kuramlarla, Marx‟ın ekonomi temelli açıklamaya çalıştığı ideoloji kuramını yapı ve bilinçdışı kuramların ışığında yeniden biçimlendirmeye çalışır. İdeolojiyi, bir sınıfın diğerine kabul ettirdiği bir fikirler dizgesi değil, tüm sınıfların katıldığı ve yaşamın her alanına yayılmış pratikler dizgesi olarak tanımlayan Althusser‟e göre ideoloji kavramı, mevcut toplumsal sistemi yeniden üreten temel araçlardan biri olarak ifade edilir. Althusser, toplumsal yapının temelini inşa eden siyasal ve kültürel pratiklerin nasıl yeniden üretildiğini, toplumun yeni bireylerinin bu yapıya nasıl adapte edildiğini „devletin baskı aygıtları‟ ve „ideolojik aygıtları‟ arasında bir ayrıma giderek ortaya koymaya çalışır (Akca, 2009:79-82).

Kapitalizmin egemen kurumsal ilişkileri yeniden üretmekte kullandığı araçları incelemeye yönelik bir eleştirel ilgisi olan Althusser, 1984‟te yazdığı ünlü makalesinde ideoloji üretimi ve yeniden üretimi konu edinmiştir. Devletin İdeolojik Aygıtları(DİA) ve Devletin Baskı Aygıtları(DBA) arasında bir ayrım yapan Althusser, DİA ve DBA‟yı ideolojik işlevleri olan toplumsal pratikler olarak değerlendirir. Ordu, polis vb. oluşturan DBA‟lar temelde güç kullanımıyla işlev görürken; medya, eğitim vb. ifade eden DİA‟lar ise yöneten grubun ideolojik egemenliğini güvence alma noktasında ideolojik işleve yarar (Nick, 2008:69).

Düzanlam ve yan anlam ayrımına giden Barhtes ise dilsel göstergelerin çokvurgululuğuna işaret ederek sözcüğün ilk anlamını „düzanlam‟, sözcüğün ideolojik çağrışımlarını da yan anlam olarak ifade eder. Barhtes‟ın ideolojinin sadece yan anlamda ortaya çıktığı yönündeki görüşünü eleştiren Baudrillard, ayrımın dilin özündeki ideolojik yapıyı görünmez kıldığını öne sürerek; ideoloji bulunmayan bir düzanlamın mümkün olmadığını belirtir. En önemli toplumsal pratiklerden birini oluşturan dilin yanı sıra ideoloji, toplumsal pratikler yoluyla yeniden üretilerek içselleştirilir. Bir şeyi adlandırmak, nitelemek ve sunuş, dil dolayımıyla gerçekleşen

ideolojik yansımalardır. Bu dolayım esnasında dil kullanımına yerleşerek doğallaşan ideoloji artık görünmez hale gelir (Akca, 2009:83).

Toplumsal-siyasal simgelere karşılık gelen ideolojiler ve inanç sistemleri, sonuç olarak kişilerin davranışlarına etki ederek davranışları belirler ve kamuoyu oluşumunu büyük oranda yapılandırabilirler (Arsev, 1996:77).

Kenetlilik özelliği taşıyan kavramlar olarak ideoloji ve söylem, birbirlerini tamamlar. Dil kullanımı içerisindeki ideolojik yansımaların ortaya çıkarılabilmesi için söyleme odaklanmak gerekir. Bu nedenle ideoloji kavramının ardından söylem kavramını inceleyeceğiz.

Ortaçağ Latincesinde hareketli tartışma ve bir yörünge etrafında dönen, karşılıklı iletişim anlamlarında kullanılan söylem terimi, etimolojik olarak; discurrere (oraya buraya koşuşturma, geliş gidişler) kelimesinin ve/veya uzaklaşma, eritme, yayılma ile discursus kelimesinin muhtelif versiyonlarını ifade eder. Mecazi anlamda ise söylem „özne hakkında uzun uzadıya konuşma‟, „bir şey hakkında iletişim‟ anlamında kullanılır. Söylem terimini felsefede ilk kullanan Aquinalı Thomas, söylem terimini saf sezgiye karşı zihni çıkarım olarak tabir eder (Sözen, 1999:16-20).

Söylem kavramına ilişkin ortaya konulan farklı kavramlaştırmaları dikkate alarak söylemin 3 ana boyutundan söz eden Teun Van Dijk, söylemle ilgili çalışmalara büyük katkı sunmuştur. Söylemin, dilbiliminin inceleme alanını giren ilk boyutunun „dil kullanımı‟ olduğunu belirten Dijk, ikinci boyutu oluşturan inançların iletilmesini psikolojinin inceleme alanına girdiğini belirtir. Toplumsal durumdaki etkileşimi oluşturan üçüncü boyut ise sosyal bilimlerin inceleme alanında değerlendirilir (Evre, 2009:108-109).

Söylem bir dil pratiği olarak ise anlam ve etkileşim seviyesinde meydana gelir. Tartışmaya sunulan bilgi teorilerine göre söylem, bilginin sosyal (dünyada değil) orijinine dönme isteğine, ideolojilerin eleştirilmesine, yorum geleneğinin başlamasına bağlı olarak iletişim pratiklerinin tamamı olarak tanımlanır (Sözen, 1999:37)

Söylenebilecek olanı belirleyen kodlama ideolojiyi oluştururken; söylem de mesajın söylediğidir. İdeolojilerin üretiminden günlük konuşmalarımıza kadar birçok alanda büyük rol oynayan söylem kavramı; televizyonlardan, kitaplardan, gazetelerden, günlük konuşmalardan tutun ebeveynlerden, arkadaşlardan, sosyal çevreden öğrenilen

ideolojilerin etkisi altındadır. Konuşan bireyin kullandığı dil olan söylem, aynı zamanda dilin sözlü ve yazılı gerçekleşme düzlemine karşılık gelir (Aslan, 2004:15-17).

Sözen (1999:19-20), söylemi entelektüellerin görüşleriyle belirginlik kazanmış şekliyle, konuşan ve dinleyen bir dünyanın verisi olarak değerlendirir. Sözen‟e göre; ideoloji, bilgi, diyalog, anlatım, beyan tarzı, müzakere, güç ile gücün değişimi ile eyleme dönüşen dil pratikleriyle ilgili süreç/ler olarak ifade edilen söylem kavramı; teorik yaklaşımlarca bir metin, pratik yaklaşımlar tarafından ise insanların iletişiminde ortaya çıkan anlam değişimleri olarak görülür. Ayrıca bir „belirsizlik‟ alanı olan söylem/lerin, ikamet eden varoluş tarzları dilde ve insanda hayat bulur.

Söylem konusunda metin ve söylem terimleri arasında bir fark gözeten Beaugrande ve Dressler, bir konuşucu/yazarın ürettiği dile metin, birbirleriyle bağlantısı olan metinlerin oluşturduğu kümeye ise söylem denir. Bağlaşıklık, bağdaşıklık, niyetlilik, kabuledilirlik, bilgisellik, duruma uygunluk ve metinlerarasılıktan oluşan yedi adet metinsellik kavramına katılan ölçütleri Dressler ile birlikte ortaya koyan Beaugrande, dilsel gelişimi “anlamın müzakeresi” olarak tanımlar (Ruhi, 2009:14-15). Foucault‟dan “mübadele” (exchabge) kavramını ödünç alan Dant, bilgi sosyolojisi kapsamında bir söylemdeki anlamlara neler olup bittiğini göstermek için söylem kavramını „anlamların mübadelesi‟ olarak ifade eder. Dant‟a göre mübadele kavramı, bir anlamın bir diğerinin yerine kullanılabilmesi fikrini vermesi için de kullanılır. Söylemle ilişkin eylemin tutarlı bir özelliği olan mübadele kavramı, sosyal bir pratiktir ve anlam mübadelesi olarak söylem; etkileşim süreci ve anlamlı ögeler sürecini zorunlu kılar. Bu süreçlerden ilki yani etkileşim süreci, söylemsel pratiklere yönelik bir anlam mübadelesiyle ilgiliyken; ikinci süreç olan anlamlı ögeler; göstergeler, anlatımlar/ifadeler, beyanlardır. Anlam mübadelesini bir sosyal eylem olarak belirleyen Dant, söylemi meta-eylem, eylemin-eylemi olarak kabul eder ve meta- eylem için söylemin özneler tarafından yorumlanması koşulu vardır (Sözen, 1999:37- 38).

Dil kullanımının kültürel ve toplumsal bağlamda ele alınmasını söylem olarak tanımlayan Kocaman ise söylemi incelemenin en temel nedenini insan iletişimini bütünselliği içinde kavrayabilmek olarak görür. Bu bütünsel tavır, söylemin soyut bir dil ve dilbilim boyutuyla sınırlanmamasını ve değişik bakış açılarının haklılığını gösterir. Ayrıca söylemin anlaşılması için yapı, işlev, bağlam, bağıntı, iletişim yetisi ve

dil kullanımı gibi temel kavramlar önemlidir. Kavramların açıklanmasında dilbilim, diğer değişik bilimlerin içerisinde en önemlisini ve bilimlerin odak noktası durumundadır (Kocaman, 2009:10-11).

Söylem ve ideoloji arasındaki bağların her iki yöne işlediği, çift yönlü olduğu unutulmamalıdır. Hem söylediğimiz şeyi ve onu nasıl söylediğimizi etkileyen ideolojiler, aynı zamanda bunun tersini: ideolojileri okuyarak ve çok miktarda metni ve konuşmayı dinleyerek de oluşurlar ve değişirler. Doğuştan gelmeyen, sonradan edinilen, öğrenilen ideolojiler; toplumsal işlev olarak bir grubun ya da gurupların arasındaki ilişkileri denetler ve bu gruplar arasındaki uyumu sağlarlar. Tam da bu noktada söylem, ideolojileri açıklayan ve aktaran bir araçtır. Bu açıdan ideoloji kuramı, söylem olmadan kökten eksik kalır. Söylemin toplumdaki işlevini kavrayabilmek için ayrıca toplumsal temsillerin, özelde ideolojilerin yeniden üretimindeki temel rollerini de bilmemiz gerekir (Dijk, 2003:111-112).

Benzer Belgeler