• Sonuç bulunamadı

İcmâ’ın Vukuuna Dair İtirazlar ve Gerekçeleri

D. İCMÂ’ VE HÜKMÜ

3. İcmâ’ın Vukuuna Dair İtirazlar ve Gerekçeleri

İcmâ’ın gerçekleşmesinin mümkün olup olmadığı hususuna geldiğimizde cumhura göre icmâ’ın gerçekleşmesi mümkündür ve fiilen de meydana gelmiştir.

Nâzzâmiye ve Şia gibi icmâ’ın gerçekleşme imkânını kabul etmeyenlerin dayandıkları başlıca gerekçeler şunlardır:

1. İcmâ'ı kabul eden çoğunluğa göre, bir devrin bütün müctehidleri fikir birliği etmiş olmadıkça icmâ’ meydana gelemeyecektir. Buna göre iki hususun bilinmesi icmâ’ın var olabilmesi için zaruridir: (a) İcmâ’ın meydana gelmesi kendilerinin ittifakına bağlı olan müctehidlerin kimler olduğu. (b) İcmâ’a konu olacak mesele hakkında her bir müctehidin görüşünün ne olduğu. Bu iki husustan birincisinin bilinmesi mümkün değildir. Zira müctehidi müctehid olmayandan ayırt etmeyi sağlayacak bir ölçü yoktur. İkinci hususun bilinmesi de imkânsızdır. Çünkü müctehidler tek bir ülke ve bölgede toplanmış olmayıp, değişik ülkelere ve şehirlere dağılmış haldedirler. Onları tek bir yerde toplayıp görüşlerini öğrenmek ya da her birinin görüşüne güvenilir bir yoldan ulaşabilmek kolay değildir.

2. İcmâ'ın dayandığı bir sened, bir delil mutlaka gereklidir. Söz konusu hükümle ilgili olan bu delil ya sübût ve delâlet yönünden kat’îdir ya da sübût veya delâleti zannî bir delildir. Şayet hem sûbut hem delâlet yönünden kat’î bir delilse, normal olarak insanların bu delili

266

Bkz. Serahsî, Usûl, I/318; Yargı, Meşhur Sünnetin Dindeki Yeri, s. 100.

267

bilmesi gerekir; delâleti de kat’î olduğuna göre hüküm belirlenmiş demektir. Şu halde artık icmâ’a ihtiyaç yoktur. Böyle bir hüküm hakkındaki icmâ’ “tahsîlü'l-hâsıl” yani hazırda var olan bir şeyi elde etmek için çaba sarf etme kabilinden olur ki bu faydasız bir iştir. Delilin zannî olması halinde ise, bu delilin gösterdiği hüküm üzerinde ittifak meydana gelmesi normalde mümkün değildir. Bir taraftan müctehidlerin çokluğu ve farklı tabiat ve kabiliyette olmaları, diğer taraftan hüküm çıkarmada esas alınacak delillerin çokluğu dikkate alınırsa, böyle bir ittifakın imkânsız olduğu anlaşılır.

İcmâ’ın gerçekleşme imkânını savunan ve büyük çoğunluğu teşkil eden âlimlere gelince, onlar görüşlerini desteklemek üzere Sahâbe döneminde ve diğer dönemlerde bilfiil meydana gelmiş icmâ’ları delil olarak göstermişlerdir. Bu cümleden olmak üzere şu hükümler zikredilebilir: Ninenin mirasta altıda bir hisseye sahip olduğu, bir gıda maddesinin satım sözleşmesine konu olması halinde müşterinin malı satıcıdan teslim almadan önce onu satmasının caiz olmadığı, Müslüman bir kadının gayr-ı müslim bir erkekle evlenmesinin batıl olduğu, mehir belirlenmeksizin yapılan nikâh akdinin geçerli olduğu. Bu ve benzeri hükümleri zikrederek şöyle derler: “Müctehidlerden nakledilen bu icmâ’lar, icmâ’ın gerçekleşme imkânından öteye, icmâ’ın bilfiil gerçekleşmiş olduğunu açıkça gösteren bir delildir”. Onlar, karşı görüş sahiplerinin delillerini detaylı olarak cevaplandırma yönüne gitmemişler, şöyle demekle yetinmişlerdir: “Bu itirazlar, apaçık bir durum hakkında ileri sürülmüş ve zihinleri karıştırmaya yönelik kuşkulardan ibarettir. O yüzden bunlara itibar edilmez”.

İcmâ’ın gerçekleşme imkânını kabul etmeyen azınlık görüş sahiplerinin dayandığı gerekçeleri gözden geçirip, gerçekle bağdaşmayanları reddetmek gerekirse şunları söyleyebiliriz:

İcmâ’ın dayanacağı kat'î delil bulunması durumu ile ilgili itirazlarında gerçek payı bulmak mümkün görünmüyor. Çünkü hangi türden olursa olsun, delilin varlığı icmâ’ın gerçekleşme imkânı ve bilfiil meydana gelmesi açısından bir engel teşkil etmez. Diyelim ki delil kâfidir: Herkesin bunu bilmesine kaçınılmaz bir şey olarak bakmamak gerekir. Bazen bir meselede kat'î bir delil bulunduğu halde, bazıları bunun farkında olamayabilir ve bilenler tarafından bunun hatırlatılmasına ihtiyaç duyulabilir. Meselâ Hz. Ömer (r.a.) (v. 23/643) Kur'ân'daki nassı göz önünde bulundurmaksızın mehrin dört yüz dirhemden fazla tespiti halinde fazlalığın beytülmale irad kaydedileceğini bildirmiş, bir kadının âyeti hatırlatması

üzerine Hz. Ömer (r.a.) görüşünden vazgeçmiştir.268 Sonra, bir meselede kat'î delil bulunsa ve insanlar bunu biliyor olsalar bile, bu delilin gösterdiği yönde icmâ’ın meydana gelmesi, tahsîlü’l-hâsıl kabilinden, yani faydasız bir şey sayılamaz. Aksine bu icmâ’ın şöyle bir faydası vardır: Delilin gösterdiği anlamı güçlendirmiş olur, sonraki devirlerde bu delilden çıkan hüküm üzerinde ihtilâf ihtimali kalmaz ve icmâ’ sayesinde artık hükmün delilini özel olarak araştırma ihtiyacı ortadan kalkar.

İcmâ’ın müstenedi olarak kıyas ve haber-i vâhid gibi zannî delil bulunması ihtimali ile ilgili itirazlarına gelince, esasen böyle bir meselede herkesin fikir birliği etmesi -azınlık görüş sahiplerinin iddia ettiği gibi- imkânsız bir şey değildir. Çünkü bazı zannî deliller, hükmü gösterme bakımından öylesine açık olur ki, artık o hüküm hakkında görüş ayrılığına imkân kalmaz. Fakihlerin icmâ’ ettikleri birçok meselede bu durumu görmek pekâlâ mümkündür.269

İcmâ'ın gerçekleşme imkânını kabul etmeyen azınlık görüş sahiplerinin, müctehidlerin her birinin görüşünü öğrenmedeki zorlukla ilgili birinci gerekçesine gelince, bu doğrudur ve üzerinde durulmaya değer bir husustur. Fakat bu itiraz bütün devirler hakkında geçerli olamaz. Bu konuda bir ayırım yapmak gerekir: Selef (ilk İslâm nesilleri) birbirinden farklı özelliklere sahip iki devirde yaşamışlardır: Birinci devir: Hz. Ebubekir (r.a.) (v. 13/634) ve Hz. Ömer (r.a.)’ın dönemleri. İkinci devir: Hz. Osman’dan (r.a.) (v. 35/655) itibaren müctehidlerin son bulduğu zamana kadar geçen devir.

268

Benzeri bir olay Hz. Peygamber (s.a.v)’in vefatı sırasında yaşanmıştır. Kat'î delil, yani Kur'ân âyeti, onun ölümlü olduğunu daha önceden Müslümanlara bildirmişti. (Âli ‘İmrân/144.) Fakat Rasûlullah (s.a.v.) vefat edince, Sahâbe’den bazıları, özellikle Hz. Ömer bunu dikkatten kaçırmıştır. Hz. Âişe (r.anha) anlatır: “Rasûlullah (s.a.v) vefat edince bazıları “Peygamber (s.a.v) ölmedi” demeye başladı. Nihayet Ebubekir (r.a.) geldi. Rasûlullah’ın yüzünü açtı, iki gözünün arasını öptü ve “Allah'a yemin ederim ki artık Rasûlûllah (s.a.v) ölmüştür” dedi. Ömer (r.a.) ise mescidin bir kıyısında şöyle söyleniyordu: “Allah'a andolsun, Rasûlûllah (s.a.v) ölmemiştir! Daha münafıklardan pek çoğunun ellerini ve ayaklarını kesmeden ölmeyecektir”. Ebubekir (r.a.) minbere çıktı ve şöyle dedi: “Kim Allah'a tapıyor idiyse, şüphesiz Allah diridir, ölmemiştir, ama kim Muhammed'e tapıyor idiyse, bilsin ki artık Muhammed ölmüştür”. Sonra ayeti hatırlattı: “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi, o, ölür ya da öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse Allah 'a hiçbir zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır”. Ömer (r.a.): “Bu âyeti sanki daha önce hiç okumamışım” dedi ve söylediklerinden vazgeçti, hakikati kavradı ve mutedil bir tavır içine girdi. İnsanlar da bu âyeti okuya okuya Medine sokaklarına dağıldılar. Sanki âyet daha o gün inmişti!” (Bkz. Şâ'bân, Usûlü’l-Fıkhi’l-İslâmî, s. 115–116.)

269

Meselâ: Buğday ve benzeri gıda maddelerinin müşteri tarafından satıcıdan teslim alınmadan önce satılması meselesi. Müctehidler, konu ile ilgili delil haber-i vâhid olması sebebiyle zannî olduğu halde bu meselenin hükmü üzerinde birleşmişler ve bu satışın şer'ân yasak olduğuna hükmetmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in konu ile ilgili hadisi şöyledir: “Herkim bir gıda maddesi satın alırsa, teslim alıncaya kadar onu satmasın”. Bir diğer örnek Hz. Ebubekir (r.a.)’ın halife seçilmesi meselesidir. Müslümanlar onun başka herkese tercih edilip halife seçilmesinde icmâ’ etmişlerdir. Bu konudaki delilleri ise kıyastır. Onlar bu işi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in onu namaz imameti hususunda başkalarına tercih etmesine kıyas etmişler ve şöyle demişlerdir: “Allah'ın Rasûl’ü dinimize ait bir işi için ona (onun vekâlet etmesine) rıza gösterdi; biz de dünyamızla ilgili bir işte niye onu tercih etmeyelim?” (Bkz. Şâ'bân, Usûlü’l-Fıkhi’l-İslâmî, s. 116).

Birinci devirde müslümanların durumu dağınıklık arz etmiyordu. Müctehid olanlar herkes tarafından tanınıyor ve biliniyordu. Çünkü müctehidlerin sayısı azdı, genelde tek şehirde yani Medine'de toplanmışlardı. Medine dışında bulunanların görüşlerini öğrenme imkânı vardı. Görüşlerine başvurulması ihtiyacı ortaya çıktığında, müctehidlerin şahıslarını tek tek bilmek ve görüşlerini öğrenmek kolay bir işti. Özellikle Hz. Ömer (r.a.) döneminde durum böyleydi. Çünkü o, Sahâbe’nin önde gelenlerine, ilim ve fikir erbâbına, zaruret olmadıkça Medine'den ayrılıp yeni fethedilen yerlere gitmelerini yasaklamıştı. Bu özelliklere sahip bir devir hakkında, icmâ’ın gerçekleşme imkânını ve bilfiil meydana gelmiş olmasını inkâr etmek insafla düşünen bir kimseye yaraşmaz. Nasıl olur da böyle bir devir için icmâ’ inkâr edilebilir? Bakıyoruz, gerek Hz. Ebubekir (r.a.) gerekse Hz. Ömer (r.a.) fetva hususunda asla müctehidlere karşı baskıcı bir tutum takınmıyorlar, aksine onları davet edip -Kitap ve Sünnet’te açık hükmünü bulamadıkları meselelerde- onların görüşlerini soruyorlar, nihayet müctehidlerin görüşü bir noktada birleşince o hükmü uyguluyorlar. Gerçekten, güvenilir pek çok râvî tarafından bize bu nevi icmâ’ örnekleri nakledilmiş bulunmaktadır. Söz gelimi; Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra Hz. Ebubekir (r.a.)'in halife seçilmesi, Hz. Ebubekir'in halifeliği döneminin ilk sıralarında zekât vermeye karşı çıkanlara karşı savaş açılması, deri, hurma dalı vb. şeyler üzerinde dağınık halde yazılı bulunan Kur'ân'ın bir mushaf içinde toplanması, hadiste “altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz” şeklinde sayılan altı sınıf maddede ribâ yasağının kabulü konularında meydana gelen icmâ’ları zikredebiliriz. Bu devirde icmâ’ın gerçekleşme imkânının varlığını ve bilfiil meydana gelmiş olduğunu tereddüde meydan bırakmayacak daha pek çok icmâ’ örneği bulunmaktadır.

İkinci yani Hz. Osman'dan (r.a.) itibaren başlayan devire gelince, bu devirde icmâ’ın meydana gelmesi zordur, bilfiil meydana geldiğini söylemek de kolay değildir. Zira müctehidler fethedilen ülkelere dağılmışlar, oralara yerleşmişler ve sayıları çoğalmıştır; artık kimlerin müctehid olduğunu bilmek ve onların görüşlerinden haberdar olabilmek imkânsız hale gelmiştir. Kaldı ki, bu devirde bir görüş üzerinde birleşmeyi veya en azından bir mesele hakkında her bir müctehidin görüşünü öğrenebilmeyi imkânsız kılan siyâsî ve gayr-i siyâsî pek çok olay meydana gelmiştir. Şu halde bu devir için iddia edilebilecek azamî şey şudur: Birçok mesele ortaya çıkmıştır ki, hiç kimsenin bunların hükmüne muhalefet ettiği bilinmemektedir. Ama daha önce icmâ’ tarifinde geçtiği şekle uygun olarak bütün müctehidlerin şer'î bir meselenin hükmü üzerinde ittifak ettiklerini kabullenmek ve böyle bir ittifakın vuku bulduğunu kesin olarak söyleyebilmek kolay değildir.

Son olarak şunun altını çizelim ki; Ahmed b. Hanbel'in (v. 241/855) oğlu Abdullah (v. 290/902) icmâ’ hakkında babasının şöyle dediğini nakleder: “Bir adam bir konuda icmâ’ iddiasında bulunuyorsa o yalandır, icmâ’ iddia eden de yalancıdır. Nereden bilecek, belki de insanlar o konuda ihtilâf etmişlerdir. Fakat şöyle diyebilir: ‘İnsanların bu konuda ihtilâf ettiklerini bilmiyoruz’ veya ‘bu konuda bir ihtilâf bana ulaşmadı.” Âlimler, onun bu sözle neyi kastettiği hususunda farklı yorumlar yapmışlarsa da270

en isabetli görüneni onun bu sözüyle tıpkı hocası İmâm-ı Şâfiî gibi,271 hakkında ihtilâf bilinmeyen her hüküm için, icmâ’

adının kullanılmasına karşı çıkmaktadır. Bu nedenle “ihtilaf bilmiyorum” ifadesi, çoğunluk

tarafından icmâ’ nakli olarak kabul edilmemektedir. En isabetsiz yorum ise, onun bu sözle icmâ’ın kaynak olduğunu reddettiği yorumudur. Ahmed b. Hanbel'in sözünden bu anlam çıkmadığı gibi, onun pek çok meselede icmâ’a dayandığı ve onu delil getirdiği bilinen bir husustur. Meselâ Beyhakî (v. 458/1065), Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Herkes bu âyetin272

namaz hakkında olduğunda icmâ’ etmiştir”. Demek oluyor ki Ahmed b. Hanbel' icmâ’ın bulunduğunu nakletmekte ve ona göre amel etmektedir.

II. ÂLİMLERİN TELAKKÎ Bİ’L-KABÛL HAKKINDAKİ BAZI TESPİTLERİ