• Sonuç bulunamadı

İcmâ’ın Kaynak Değeri ve İnkârı

D. İCMÂ’ VE HÜKMÜ

2. İcmâ’ın Kaynak Değeri ve İnkârı

Cumhur, Kur’ân ve Sünnet’ten sonra şer’i delillerin üçüncüsü olarak kabul ettiği icmâ’ için, ümmetin birliğini vurgulayan ve müslümanların yoluna muhalefeti yasaklayan birçok ayetlerin yanında261

İslâm ümmeti içinde her devirde hak üzere olan bir grubun mutlaka var olacağını, bu ümmetin hata ve sapıklık üzerinde asla birleşmeyeceğini ve cemaatten ayrılmamanın gerekliliğini vurgulayan manen mütevâtir262

hadislerle istidlâllerde

260

Bkz. Cessâs, el-Fusûl fî’l-Usûl, III/285; Serahsî, Usûl, I/305.

261

Örneğin; Bakara/143, 257; Âli ‘İmrân/103, 110; Nisâ/59, 83, 115; A’râf/181; Tevbe/16, 115, 119, 122; Hac/78; Lokman/15; Ahzâb/43; Şûra/10.

262

Manen mütevâtirin, delaleti hususunda lafzi mütevâtir gibi kat’î bilgi ifade ettiğini “Mütevâtir Hadis ve Hükmü” başlığında işlemiştik.

bulunmuşlardır. Bunlar içerisinden de delalet bakımından en kuvvetli delillerin hadislerde olduğunu söylemişlerdir.

İcmâ’ın hüccet olduğu hakkında Kitap ve Sünnet’ten gösterilen delillerin icmâ’a doğrudan değil, diğer şeri delillerde olduğu gibi dolaylı bir göndermede bulunduğu doğrudur. Ancak Şâtıbî’nin dediği gibi, ilgili nasların icmâ’ın temelindeki düşünceyi bütünüyle desteklediği görülür. Bunların, herhangi bir meselede bütün Müslümanların dinin temel hükümlerine aykırı bir anlayış üzerinde birleşmeyeceği ve Müslümanların benimsediği bir anlayışın dışında kalmanın dinin tasvîb etmediği bir davranış olduğu fikrini vurguladığı dikkate alınırsa, icmâ’ kavramının Kitap ve Sünnet’in ruhundan uzakta ve bu iki kaynağın fikrî dinamiklerinden bağımsız biçimde geliştirilmiş olduğu söylenemez.

Ayrıca Efendimiz (s.a.v.)’in Âshâb’ının ve onlardan sonra gelen selefin, Nâzzâm (ö. 230/845 takriben), Hâriciler’in ve Şi'a’nın bir kısmının zuhuruna kadar ilgili ayet ve hadislere dayanarak icmâ’ı kaynak kabul etmeleri ve deliller arasında bir çatışma halinde icmâ’ı diğerlerinden üstün tutmaları da icmâ’ın bağlayıcılığı hususunda örfî bir delildir.

Aklen diğer ümmetler gibi bu ümmetin de hata üzerine icmâ’ etmeleri mümkündür. Ancak İmâm-ı Şâfî’nin ve Cessas’ın dediği gibi, Allah (c.c.)’nün bu ümmete özel muamelesi ve kıyamete kadar hak olarak bâkî kalacağı hikmeti gereği bu dinin muhafazasını Allah (c.c.) bizzat kendisi uhdesine almıştır. Ve bu, kesin nas ile sabit olduğundan aklî ihtimal merdûttur.

Sarih ve sükûtî olmak üzere iki türü olan icmâ’ın, kaynak teşkil edip etmeme açısından bunların her birine ait bazı hükümleri vardır.

Sarih icmâ’ın kaynak değeri, âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, kat’î delildir; ona uymak vacip, muhalif davranmak haramdır. Şayet herhangi bir meselede sarih icmâ’ meydana

gelmişse ve bu icmâ’dan haberdar olunmuşsa, artık üzerinde icmâ’ edilen hüküm “kesin hüküm” niteliğini kazanmış olur. Ona aykırı davranmak caiz olmadığı gibi, hükmünde ittifak edilen o mesele de ictihâd ve ihtilaf konusu olmaktan çıkar.

Sükûtî icmâ’ın kaynak değerine geldiğimizde sarih icmâ’ın kaynak olduğunu kabul

eden usûlcülerden bir kısmı sükûtî icmâ’ı kaynak olarak görmemişlerdir. Hatta içlerinde bunun icmâ’ olarak isimlendirilmesini bile reddedenler vardır ki Mâlikîler ve -rivâyet edilen son görüşüne göre- İmam-ı Şâfıî (v. 204/819) onlardandır. Delilleri ise şudur: Görüşlerini

açıkça belirtmeyen müctehidlerin bu sükûtu, onların açıklanan görüşe muvafakat ettiğini gösterebileceği gibi, başka bir sebebe de dayanabilir. Henüz o mesele ile ilgili ictihâdî bir kanaate varmamış olması, görüşünü açıklayan müctehidden çekinmesi veya görüşünü belirttiğinde zarara maruz kalma korkusunun bulunması gibi. Bu ve benzeri ihtimaller varken, sükût eden müctehidlerin bu sükûtu rıza ve muvâfakata delil olamaz. İttifak gerçekleşmeyince de icmâ’ gerçekleşmez; çünkü icmâ’ın temeli ittifaktır.

Hemen ifade edelim ki icmâ’ın sükûtî olarak sabit olamayacağını kabul etmeyen İmâm-ı Şâfiî, mezkûr vasıflarıyla sarîhî icmâ’ın gerçekleşmesinin de mümkün olmadığına dikkat çeker. Bu sebeple ona göre tam bir icmâ’ oluştuğunun tespiti, ancak icmâ’ın gerçekleştiğinde tereddüt bulunmadığının bilinmesiyle mümkündür ki bu kabilden olanları

cümelü’l-ferâiz olarak nitelemektedir.263

Fakat bu durum, kendisinin de işaret ettiği gibi, diğer icmâ’ların bağlayıcılığı olmadığı anlamına gelmemektedir.264

Usûlcülerin çoğunluğu ise biraz önce zikrettiğimiz gibi icmâ’ın gerçekleşmesine mani olan ihtimalleri bertaraf eden şartları koşarak zarurete binaen sükûtî icmâ’ı kaynak kabul etmişlerdir. Bunların bir kısmı “sükûtî icmâ’ da sarih icmâ’ gibi kesin delil teşkil eder” demişlerdir. Hanefîlerin çoğunluğu ve İmam Ahmed b. Hanbel (v. 241/855) bu görüştedir. Gerekçeleri şudur: İcmâ'ın kaynak olduğunu ve onun kesin bir huccet teşkil ettiğini gösteren deliller, sarih icmâ’ ile sükûtî icmâ’ arasında bir ayırım yapmamıştır.

Sükûtî icmâ’ı kaynak kabul edenlerin diğer bir kısmı ise, “o zannî delildir” derler. Hanefîlerden Kerhî (v. 340/950) ve Şâfiîlerden Âmidî (v. 631/1233) bu görüştedir. Gerekçeleri ise şudur: Sükûtî icmâ’ için ileri sürülen -ve daha önce belirtilen- şartların bulunması halinde dahi görüş açıklamayan müctehidlerin sükûtu, diğerlerinin görüşüne muvafakat ettiğini kesin bir şekilde belirlemiş olmaz. Dolayısıyla böyle icmâ’ kesin bir delil olarak nitelendirilemez. Bu sükût, muvafakat ihtimalini düşündürebileceği gibi başka ihtimalleri de hatıra getirebilir. Şu kadar var ki, muvafakat ihtimali kuvvetlidir, diğer ihtimaller zayıftır. Çünkü selef-i sâlihin tutumlarını incelediğinde, onların, büyük sıkıntılara maruz kalacaklarını bilseler bile ve görüşüne karşı çıktıkları kişinin mevkii ne olursa olsun doğruluğuna inandıkları şeyi söylemekten çekinmedikleri görülür.265

263

Bkz. Yargı, Meşhur Sünnetin Dindeki Yeri, s. 95.

264

Bkz. sayfa 74.

265

İcmâ’ın inkârı konusuna geldiğimizde, Hanefî usûlcülerine göre Sahâbenin sarih

icmâ’ı dışındaki bir icmâ’ın inkârı tekfiri gerektirmez. Fakat bununla birlikte nesh delili olabilen bazı icmâ’ türlerinin inkârının tazlil edilmeyi gerektiği dile getirilmektedir.266 İcmâ’dan mutlak olarak söz edildiğinde ona naslarla eş değerde bir kaynak gücü bağlanmakla birlikte tekfir konusu da göz önüne alınınca bu güce sahip icmâ’ın, tevatür yoluyla nakledilmiş Sahâbe icmâ’ı olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim icmâ’ın naklî kaynaklarla eş değerde sıralanması ve -Kitâb ile Sünnet’te nesih ihtimali bulunduğu halde icmâ’da bu ih- timalin bulunmayışından hareketle- bütün kaynaklar içinde ilk defa icmâ’ın dikkate alınması gerektiğinin belirtilmesi, ancak Şâfiî’nin cümelü'l-ferâiz” diye vasfettiği, gerçekleştiğinde ihtilâf edilmeyen ve aksine dair bir ihtilafın da söz konusu olmadığı Sahâbe icmâ’ı ile izah edilebilir.267