• Sonuç bulunamadı

Yaşar Nuri Öztürk

Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kurucu Dekanı (1951-2016)

“Yıkıp şeriati bambaşka bir bina kurduk, Nebiye atf ile binlerce herze uydurduk.”

Mehmet Akif Ersoy

K

ur’an tevhidinin olmazsa olmaz icaplarından biri de şudur:

Kur’an’ın vahyedildiği kişi olan Peygamber’e bile ‘din ku-rucusu’ ve ‘dinin sahibi’ unvanı verilemez. O halde, Peygambe-rimizin mütevatir hadisleri de dahil, hiçbir hadis dinde kurucu-luk unvanı taşıyan metin olamaz. O yetki sadece Kur’an’ındır.

Kur’an’ın hadislerle ilgili temel yaklaşımı işte budur. Uy-durma, sağlam ayrımı yapmadan. Ayrım alt başlıklarda söz ko-nusu olacaktır.

Uydurma hadislere karşı çıkış

Dinde ikinci kaynak sayılan ‘sünnet’, başlangıçta Hz.

Peygamber’in eylemlerini ifade ediyordu. Sünnetin omurga-sında iki kavram vardı: Amel ve siret. Yani eylem ve hareket

1 Sorunun cevabının alındığı kitap ve sayfa numarası için: Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’ın Yarattığı Devrimler, s. 211-238, 2014, Yeni Boyut Yayınevi, İstanbul.

tarzı. Sonraki zamanlarda hadisçiler bunu genişleterek sünnete

‘söz’ü de eklediler. Böylece sünnetin omurgasında üç kelime yer almaya başladı: Amel, siret ve söz yani hadis. Bu demektir ki; “Sünnetin bir parçası anlamında hadis kelimesi, sonradan üretilmiş bir terimdir. Ne lügatte ne de sünnet konusunun li-teratüründe mevcuttur.” (Mahmud Ebu Reyye, Advâ ’ ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye, 12)

Kaldı ki, ‘sünnet’ sözü de her zaman Peygamber’in eylem ve tavrını ifade etmemektedir. Hanefî fıkhının en büyük fa-kihlerinden biri olan Ebu Zeyd ed-Debûsî (ölm. 430/1038) bu konuda şöyle yazıyor:

“Sünnet, mutlak anlamda Peygamber’in tavrını ifade et-mediği gibi her geçtiği yerde vücup da ifade etmez. Aynen bu-nun gibi, sahabenin ‘Peygamber bize şöyle emretti, bizi şun-dan yasakladı’ türünden sözleri de bu iddiaların tümünün Hz.

Peygamber’e mal edilmesini gerektirmez. Sahabenin, Hulefai Râşidîn’in sözlerini dinlemeleri, onların buyruklarına boyun eğmeleri de onların sözlerinin Peygamber’den kaynaklanması yüzünden değildir; halifelerin ululemr olması yüzündendir. Al-lah “Sizin seçtiğiniz yöneticilere itaat edin” (Nisa, 59) buyur-duğu için onların sözlerine uyulmuştur, yoksa onların her yap-tığı, Peygamber’in fiillerinin bir tekrarı değildir.” (Ebu Zeyd Debûsî, Takvîmu’l-Edille, 83)

Hz. Peygamber’in, sözlerinin yazılmasını yasaklamasının bizi götürdüğü gerçek de budur. Hz. Peygamber’in daha son-raki zamanlarda sözlerinin yazılmasına izin verdiği yönündeki rivayet temelden yalandır. O izin, bir tek konuda, kamuya du-yuru yanı olan bir tek konuşmanın yazılması için verilmiştir ki hadis yazımına izinle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu böyle olduğu içindir ki, Yahudi dönmeleriyle onlarla iş birliğine

giden Emevîlerin oyunlarına alet olan birkaç yalancı (Ebu Hu-reyre, Semüre bin Cündeb vb.) dışında tüm sahabe hem Hz.

Peygamber’in hayatında hem de ondan sonraki zamanda ha-disleri yazmamak için âdeta çırpınmıştır. Haha-dislerin yazılması sözü bile onlar için uğursuzluk ifade ediyordu.

Emevîler, hesaplarına uygun sözleri uydurtup hadis adı altında yaygınlaştırınca bunların kayda geçmesi için gereken hamleyi de yaptılar ve güdüme aldıkları bazı kişileri kullanarak rivayetlerin tümünü yazıya geçirdiler. Bu iş için ilk görevlendi-rilen kişi olan İbn Şihab ez-Zührî (ölm. 124/741), bir Emevî yandaşı olmasına rağmen, yazıya geçirme işi kendisine veril-diğinde bundan nasıl rahatsız olduğunu, bu işten kurtulmak için nasıl çırpındığını bizzat kendisi anlatmaktadır. Bu noktada Hz. Ömer’in hadis rivayetini yasaklayan davranışı, meselenin esasını insanlığın önüne koymakta, ondan sonraki oyunların deşifre edilmesinde en güvenilir belgeyi elimize vermektedir.

Hadisler konusunda Kur’an ne diyor?

Kur’an’da ‘hadis’ kavramı Kur’an’a karşı konan söz anla-mında daima olumsuz kullanılmaktadır. Söz anlaanla-mındaki ‘ha-dis’ kelimesini Kur’an kendisi için de kullanır. Buna bakarak,

‘hadis’ kelime ve kavramının Kur’an’da övüldüğünü düşün-meye kalkanlar görülmektedir. Ancak Kur’an’ı dikkatle oku-yanlar şu gerçeği hemen göreceklerdir:

‘‘Kur’an, kendisi dışında iman ve kutsallık konusu yapıla-cak hadis istemiyor. İşte bu istemeyişini ifade ettiği her yerde hadis kelimesini kullanmaktadır. Buna istisna oluşturacak ne bir ayet vardır ne de bir ima. Demek ki ilahi kitap, ileriki za-manlarda ‘hadis’ patentli sözlerle kendisinin başına hangi sı-kıntıların açılacağını mucize bir biçimde ihbar etmekte ve

müminlerini uyarıp donatmaktadır. Tabii bu donanımdan ya-rarlanmak, Kur’an mümini olma şartına bağlı bulunuyor. Di-nini Peygamber’e yalan isnat etmeyi meslek haline getirmiş

‘hadis üreticileri’nin tekeline vermiş olanlar bu Kur’ansal uya-rıdan hiçbir hayır görmezler.’’

Kur’an, ‘hadis’ meselesinde şu mucize beyanları idraki-mize ulaştırmıştır:

• “Hadis/söz bakımından, Allah’tan daha sadık kim ola-bilir?” (Nisa, 87)

• “Peki, bu Kur’an’dan sonra hangi hadise/söze iman edi-yorlar?” (A’raf, 185; Mürselât, 50)

• “Bu Kur’an, uydurulacak bir hadis/bir söz değildir; ak-sine o, önündekini tasdikleyici, her şeyi ayrıntılı kılıcı-dır. İnanan bir topluluk için de bir kılavuz ve bir rah-mettir.” (Yusuf, 111)

• “İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah yolundan bilgisizce saptırmak için hadis/laf eğlencesi satın alır ve onu alay konusu edinir. İşte böylelerine rezil edici bir azap var-dır. Ayetlerimiz ona okunduğunda, böbürlenerek yü-zünü çevirir. Sanki onları hiç işitmemiştir, sanki ku-laklarında bir ağırlık vardır. İşte böylesini, korkunç bir azapla muştula.” (Lukman, 6-7)

• “İşte bunlar, Allah’ın ayetleridir ki, onları sana hak olarak okuyoruz. Hal böyle iken, Allah’tan ve onun ayetlerinden sonra hangi hadise/söze inanıyorlar?!” (Câsiye, 6)

• “Eğer doğru sözlü iseler, onun benzeri bir hadis/söz getirsinler.” (Tûr, 34)

Biraz önce söylediğimiz gibi dinde ikinci kaynak nitele-mesi, esasında ‘amelî sünnet’i ifade etmektedir. Nitekim, İmamı

Âzam’ın ve onu takiben İmamı Mâlik’in sünnet anlayışı da bu-dur. İmamı Mâlik sünnet konusunda sürekli ve ısrarlı izlenen amel ve sîreti esas alır, bunun dışındaki rivayetleri, hadis de ol-salar terk ederdi. Ve bu davranışını şöyle savunurdu:

“Benim için en sevimli hadis, Medine halkının üzerinde it-tifak ettikleri fiilî gerçeklerdir.” (Ebu Reyye, 14)

Bu noktayı değerlendiren ünlü usulcü Şâtıbî (ölm. 790/1388), sünnetin son tahlilde Kur’an’a indirgenmesi gerektiğini söyle-mekte ve şu ayeti kanıt göstersöyle-mektedir:

“Sana da bu zikri/Kur’an’ı vahyettik ki, kendilerine indi-rileni insanlara açık seçik bildiresin de derin derin düşünebil-sinler.” (Nahl, 44)

Demek oluyor ki Peygamber’in insanlara gerçeği ve dini açıklamak için başvuracağı ‘açıklayıcı’ da Kur’an’dır. O halde sünnetin esası da Kur’an’dadır. Bunun anlamı, başına her “Pey-gamber dedi ki...” getirilen sözün sünnet sayılması olmayacak-tır elbette. Bunun anlamı, sünnetin gerçekten sünnet olduğu-nun kıstas ve denetim kaynağının Kur’an olması gerektiğidir.

Yani, sünnet ve hadis Kur’an’a vurulacaktır, Kur’an onlara de-ğil. Ne yazık ki, İslam tarihi bunun tersini yaparak Kur’an’ı, sünnet diye ortaya konmuş malzemeye, özellikle hadis unvanlı sözlere uydurmaya çalışmış, böylece Peygamber’i Allah’ın hiz-metinde kabul etmek yerine Allah’ı Peygamber’in hizhiz-metinde göstermek gibi vahim bir şirk yoluna meyletmiştir.

İmamı Âzam, bu yıkıcı eğilime karşı çıkan en büyük mu-vahhitlerden biridir. O büyük muvahhit dâhiyi, “Ümmet içinde fitne çıkarıyor, ‘‘Peygamber’in sünnetini dışlıyor, sünnete aykırı davranıyor” diyerek şehit ettiler. Peki, Peygamber ehlibeytini ve İmamı Âzam’ı katleden o Emevînin yolundan yürümekte ıs-rar edenlerin derdi nedir? Bunu ne için yapıyorlar? Peygamber

evladını katledip uydurma hadislerle dini Kur’an’ın elinden al-maya kalkan Emevî despotlarının hatırı ve hatırası için.

İmamı Âzam’ın mücadelesi

Mezhepler fıkhının babası sayılan İmamı Âzam’ın hadis-ler konusunda manifesto sayılacak fikri, bizzat kendisi tarafın-dan şöyle ifade edilmiştir:

“Önüme getirilen söz gerçekten Peygamber’in sözü ise başım gözüm üstüne. Sahabîlere ait sözler arasında bir tercihte bulu-nuruz ama tamamını dışlamayız. Eğer söz, sahabeden sonraki-lerin sözleri ise onunla bağlı kalmayız; kendi içtihadımızı ken-dimiz yaparız.”

İmamı Âzam gündem yapıldığında akla gelen ilk mesele

‘sünnet ve hadisler’ meselesidir. Ebu Hanîfe ile ilgili en doyu-rucu eserlerden birini yazan Mısırlı bilgin Muhammed Ebu Zehre (ölm. 1974), Büyük İmam’ın hadislerle ilgili fikir ve tav-rının onun aleyhinde nasıl iftira konusu yapıldığını çok güzel anlatmıştır. Önce onu dinleyelim:

“Ebu Hanîfe, daha sağlığında sünnete muhalefetle itham olunmuştur. Ölümünden sonra onun değerini düşürmek isteyen-lerin büyük bölümü de bu ithamı ileri sürenler olmuştur. Ebu Hanîfe bizzat kendisi bu töhmeti reddetmektedir.” (Ebu Zehre, Ebu Hanîfe, 236-237)

Ebu Hanîfe, âhad haberleri (mütevâtir olmayan hadisleri), Kur’an’ın genel anlamlarını tahsiste (özelleştirmede) veya nes-hetmede (hükümden düşürmede) kullanmıyordu. Şöyle dü-şünüyordu: “Bu rivayetler, nihayet zannî (sanıya dayalı) na-killerdir. Hz. Peygamber’in ağzından çıktıkları kesin değildir.

Halbuki Kur’an ayetleri yakînî (kesin ve tartışmasız) beyanlar-dır. Kuvvetli delili zayıf delile tercih etmek mecburiyetindeyiz.”

İmamı Âzam, işte bu gerekçeyle, mesela, “Fâtiha suresi okun-madan namaz olmaz” anlamındaki hadis rivayetini Kur’an’ın,

“Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” ayetine aykırı bularak hüküm dışı tutmuştur. (Heytemî, el-Hayrâtü’l-Hisân, 147)

Bize göre Kur’an’ın herhangi tür bir hadisle (velevki mütevâtir olsun) neshedilebileceğini kabul etmek, Kur’an’ın tevhit ru-huna, ulûhiyet ve peygamberlik anlayışına tamamen aykırıdır.

İmamı Âzam’ın, haberi vâhidin Kur’an’ı nesh ve tahsis ede-meyeceğini ancak mütevâtir ve meşhur hadislerin bunu yapa-bileceğini kabul ettiği söylenmektedir. Biz Ebu Hanîfe’nin böyle bir görüşü benimsemiş olmasını mümkün görmüyoruz;

çünkü bu görüş onun tarihe mal olmuş bütün mesajlarına, bü-tün icraatına aykırıdır.

Haberi vâhit, mütevâtir derecesine ulaşmayan hadislerin tümünün ortak adıdır. Mütevâtir hadis ise; “Yalan söylemek üzere bir araya gelmeleri aklen ve tarihen mümkün olmayacak bir topluluk tarafından bildirilen sözdür.”

İmamı Âzam’a göre mütevâtir hadisler sadece birkaç ta-nedir. Bunların da sadece bir tanesi hem lafzı hem de anlamı bakımından Hz. Peygamber’in ağzından çıktığı gibi nakledil-miştir. Diğer mütevâtir hadisler sadece anlam yönünden Pey-gamberimizin sözüdür. Mütevâtir hadislerin durumu bile bu iken vâhit haber denen diğer hadislerin bağlayıcılığı nasıl ka-bul edilebilir?

İmamı Azam vâhit haberleri fıkıh meselelerinde, özellikle ibadetler alanında elbette ki delil olarak kullanmıştır; ancak Kur’an’ı nesh ve tahsis etmede, bir de muamelât alanında bu tür hadislere itibar etmemiştir. Hemen ekleyelim ki, İmamı Âzam,

ibadetlerin temizlik (taharet) ile ilgili kısımlarını da muamelât alanına ilişkin hükümlere bağlı tutmuştur. Yani orada da içti-hat ve akıl yürütmeyi mümkün görmüştür.

İmamı Âzam, mütevâtir fiilî sünnete aykırı vâhit haber-leri reddediyordu. Mesela, yağmur yağması için dua, fiilî sün-netin verileri arasındadır ama yağmur yağması için namaz kılmak sadece vâhit haberle belirlenmiştir. İmamı Âzam, fiilî sünnetin bir verisi olan yağmur duasını sünnet olarak benim-siyor ama vâhit habere dayanan ‘yağmur yağsın diye namaz’

(salâtü’l-istiska) rivayetine itibar etmiyor. Çünkü fiilî sünnette böyle bir namaz yoktur. Bir de, Kur’an ayetlerine dayalı bir kı-yas yapma imkânının olduğu yerde vâhit haberi ikinci sıraya atmıştır. Yani Kur’an’la aklın birleştiği bir yerde, Peygamberi-mize nispeti mütevâtir olmayan rivayetleri devre dışı tutmuştur.

İmamı Azam, sahabe sözlerinin kullanımını da kıyas ve re’yin işlemeyeceği taabbudî (ibadete ilişkin) alanlara özgü-lemiştir. Sahabenin tarihsel belgeye bağlı fiilerini ise ihtiyatla kullanmıştır. Yani o fiilerin tümünü ‘dinsel hüküm’(nass) an-lamında almamış sadece bir kısmını teşvik veya sakındırma tü-ründen kişisel tavırlar olarak değerlendirmiştir. Kendisinin de içinde bulunduğu tâbiûn kuşağının söz ve fiillerine ise hiçbir üstünlük tanımamış, “Onlar adamsa biz de adamız; kendimiz içtihat ederiz” deyip noktayı koymuştur.

“Sahabe asrından başlayarak içtihat asırlarının sonuna ka-dar tüm fakîhler Kur’an’dan veya meşhur hadislerden aldık-ları herhangi bir kurala ters düşen haberi vâhitleri bırakmış-lar, onların Hz. Peygamber’e nispetini kabul etmemişlerdir.”

“Hz. Âişe ‘Ailesinin ağlaması yüzünden ölü azap görür’ ha-disini reddetmiştir. Çünkü Kur’an-ı Kerim ‘Hiç kimse başkası-nın günahını yüklenmez’ diye bir esas koymuştur. Keza ‘Gözler

Allah’ı kavrayamaz’ ayetini esas alarak Hz. Peygamber’in Rab-bini gördüğü yolundaki rivayeti de reddetmiştir.”

“Müçtehitler asrında Medine fakihlerinin üstadı olan İmam Mâlik, temel esaslara aykırı düşen haberi vâhitleri redderdi. ‘Üzerinde oruç borcu olan bir kimse ölür ise mi-rasçısı ondan ötürü oruç tutar’ hadisini reddetmiştir. Ha-disle sabit olduğu halde genel esaslara dayanarak Şevval ayından 6 gün oruç tutmayı da yasaklamıştır.” (Ebu Zehre, Ebu Hanîfe, 249-250)

Tehlikeli bir şirk söylemi: Hadislerin Kur’an’ı neshi Kur’an’ın, hadisle hükümden düşürüleceğini kabul etmek, Allah’ın yetkisindeki bir şeyi beşerle paylaştırmaktır. Kur’an’ın defalarca belirttiği gibi Hz. Peygamber, son tahlilde bir beşer-dir. Cenab-ı Hakk’ın verdiği bir hükmü onun sözü nasıl devre dışı bırakabilir! Kur’an, bırakın hükümlerini devre dışı tutmayı, vahyedilene bir sözle müdahalenin bile peygamberin şah da-marının koparılmasıyla sonuçlanacak bir suç olduğunu bizzat Peygamber’e bildirmektedir.

“Eğer o peygamber bazı lafları bizim sözlerimiz diye or-taya sürseydi, yemin olsun, ondan sağ elini koparırdık. Sonra, ondan can damarını mutlaka keserdik. Sizin hiçbiriniz ona si-per de olamazdınız.” (Hâkka, 44-47)

Gerçek şu ki, hadisçiler (ehlül-hadis) diye anılan ulema, Hz, Peygamber’e ve sünnete saygı adı altında, Hristiyanların Hz. İsa’ya yaptıklarını yaparak dini Allah ile Peygamber ara-sında bölüştürmek anlamına gelecek işlere giriştiler. İslam’ın bütün ıstırabının kaynağı bu hatadır.

Bazı Hanefî âlimlerin de içlerinde olduğu gelenekçi fakîhlere göre, sünnetin, o arada hadislerin Kur’an’ı açıklaması (beyanı) üç şekilde olur:

1. Takrir Beyanı: Bundan maksat, sünnetin Kur’an ayetle-rini pekiştirici bir beyan taşımasıdır. Bu beyan şekli, Kur’an’ın ruhuna ve taleplerine tamamen uygundur.

2. Tefsir Beyanı: Sünnetin, hadislerin Kur’an ayetlerini yo-rumlamasıdır. Bu da Kur’an’ın ruhuna ve taleplerine uygun-dur. Elbette ki kendisinin yorumlanmasını isteyen bir kitabı herkesten önce onu tebliğ eden Peygamber yorumlayacaktır.

Yeter ki Peygamber’e nispet edilen söz gerçekten onun olsun.

3. Tebdil Beyanı: Sünnetin, hadislerin Kur’an ayetlerini değiştirmesi, hükümden düşürmesidir. Böyle bir anlayış ve id-dia, Kur’an’ın onlarca ayetine, Kur’an’ın uluhiyet ve peygam-berlik anlayışına tamamen aykırıdır; şirk şaibeli bir iddiadır.

“Allah’ın kelimelerinde değişme/değiştirme olmaz. İşte bu-dur o büyük kurtuluş.” (Yunus, 64)

“Allah’ın yaratışında/yarattığında değiştirme olamaz. Doğru ve eskimez din, işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyor-lar.” (Rum, 30)

Tebdil yapabilecek yetki ve güçte olana ‘mübeddil’ denir.

Kur’an, sadece tebdil sözcüğünü değil, bu ‘mübeddil’ sözcü-ğünü de kullanarak deminden beri bahsettiğimiz şirke sapma noktasına dikkat çekiyor. Kur’an, insanda şu vicdanı yaratmak istiyor: Allah’ın kelamı ve tabiatın dengeleri söz konusu oldu-ğunda, Allah dışında mübeddil aranamaz. Ararsanız felakete gidersiniz. İşte açık seçik ayetler:

“Allah’ın kelimelerini tebdil edecek hiçbir kuvvet ve kişi yoktur.” (En’am, 34)

Yine mübeddil kelimesinin kullanıldığı ama meseleyi daha da pekiştirmek için ‘tamamlama’ tabirinin de devreye sokul-duğu bir ayette şöyle deniyor:

“Rabbinin sözü hem doğruluk hem de adalet bakımından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek hiçbir kuvvet ve kişi yoktur. En iyi işiten, en iyi bilendir O.” (En’am, 115)

“Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. O’nun kelime-lerini değiştirecek hiçbir kuvvet ve kişi yoktur. O’nun dışında bir sığmak/bir dayanak asla bulamazsın.” (Kehf, 27)

Bu ayette ‘değiştirecek kişi ve kuvvet’ anlamında kullanı-lan kelime ‘mübeddil’ kelimesidir. Eğer, Peygamber’in sözleri Allah’ın sözlerini, hâşâ, tebdil edebiliyorsa Peygamber Allah’ın ortağı veya benzeri olacaktır. Böyle bir yetkinin peygamber tarafından kullanılabileceğine dair bir açıklama hatta bir ima yoktur. Ama bunun tam tersini söyleyen yüzlerce ayet vardır.

Kur’an, kendine has mucize üslubuyla, Peygamber’in açık-lama yetkisinin çerçevesini ve sınırını göstermiştir. Bu göste-rime göre, Peygamber’in Kur’an’ı açıklaması yine Kur’an’la ola-caktır. Şöyle diyor Kur’an: “Sana bu zikiri/Kur’an’ı vahyettik ki, kendilerine indirileni insanlara açık seçik bildiresin de de-rin dede-rin düşünebilsinler.” (Nahl, 44)

Gözden kaçırılan veya halktan saklanan, işte burasıdır.

Yani Kur’an, Peygamber’e Kur’an hakkında istediği gibi yo-rum yapma yetkisi vermiyor. Yoyo-rum yapılacaktır ve bunu ön-celikle Peygamber yapacaktır ama bunun nihaî sınırları yine Kur’an’la çizilecektir.

Kısacası Kur’an, Peygamber’in açıklama yetkisini bile sınır-landırmıştır. Sınır, Kur’an’ın herhangi bir ayetini hükümden düşürme noktasıdır. Ahkâm (hukuk meseleleri) ayetlerinde ya-pılabilecek içtihat kavramını burada incelediğimiz mesele ile

karıştırmayalım. O yetki ve onun kullanımı Kur’an tarafından verildiği yerlerde ve şartlarda kullanılır. Burada ele alınan me-sele, bir otoritenin (bu Peygamber olabileceği gibi, bir konsil de olabilir), vahyin beyanlarının tebdil ve tağyire yetkili olup olmadığıdır. Mevcut Hristiyanlıkta bu mümkündür çünkü ki-lise teolojisinde vahiy bir kitapla değil, bir kişiyle temsil edi-lir. Bu kişi İsa’dır. Ama İslam’da vahiy bir kişiyle yani Peygam-berle değil, bir kitapla yani Kur’an’la temsil edilir. Bu demektir ki, Hristiyan teolojinin aksine tebdil dönemi Kur’an vahyinin bitişiyle bitmiştir. Çünkü vahiy bitmiştir. Vahyin izni çerçeve-sinde yorum serbesttir ama tebdil serbest değildir.

Tevhidin omurga noktası, olmazsa olmaz noktası burası-dır. Bu varsa tevhit vardır, yoksa yoktur. Bu omurgayı zedele-yecek tavırları, ‘Peygamber’e uyma, sünnete saygı’ yaftaları al-tında saklayarak, örtülü bir kilise zihniyetini Kur’an tevhidinin üstüne çullamak onun bunun hatırı için görmezlikten geline-cek bir yıkım değildir. Bütün bunlardan sonra bazıları şu so-ruyu sorabilir: “Peygamber’i dışlayıp peygambersiz bir din mi icat edelim?” Cevap şudur:

“Hayır, hâşâ! Peygambersiz din, otomatik olarak Kur’an’sız bir din demektir. Ama Kur’an’lı bir dinin Peygambersiz bir din olması söz konusu edilemez. Çünkü Peygamber Kur’an’ın içinde bütün boyutlarıyla vardır. Ama hadislerin içinde Kur’an bütün boyutlarıyla yoktur, olamaz. Kur’an’ın dışında Kur’an aranamaz. Siz dikkat edin de Peygambersiz bir din olmasın id-diası altında Kur’an’sız bir din icat etmeyin. Mesela, Yeşil Ku-şak İslamı, Ilımlı İslam gibi.”

Kur’an’lı yani kitaplı bir din, Peygambersiz asla olmaz, ama tarih gösteriyor ki, peygamberli bir din her zaman kitaplı bir din değildir. Örnek Hristiyanlıktır. Gözümüzün önünde. İsa

vardır ama ona vahyedilen İncil ortada yoktur. İncil, İsa’nın getirdikleri ile Pavlus’un mektupları arasında paylaştırılmıştır.

Pavlus teolojisinin kayma noktalarını nasıl tashih edecek-siniz? Bu tashihi ancak peygambere vahyedilen kitap yapar.

Ama ortada, güvenilecek bir kitap yoktur. Çünkü ‘Peygam-beri yüceltmek’ teranesiyle ortaya fırlayanlar, Kitap’ı tahrif edip işlevsel olmaktan çıkarmışlardır. Kitap’ı, kafalarına göre oluşturdukları ‘peygamber’i önde tutmak için tebdil ve tahrif etmişlerdir. Ne yazık ki, deminden beri eleştirdiğimiz anlayış-lar, İslam’ın kaderini de Pavlus Hristiyanlığı’nın kaderiyle aynı yola sokmaktalar.

Gerçek şudur ki, ‘Hadisler Kur’an’ı neshedebilir’ iddiası, kilise teolojisine Pavlus tarafından egemen kılınan anlayışın İslam’a aktarılmasından başka bir şey değildir. Nitekim aynı teolojinin bir aktarımı da ‘ulema icmaı’ adı altında gerçekleş-tirilmiştir. “Ulemanın icmaı var” dendiğinde akan sular duru-yorsa, bunun anlamı, kilise teolojisindeki konsillere yüklenen yetki ve işlevin, İslam içinde ‘ulema’ adı verilen başka tip bir konsile yüklendiğidir.

Hadis ve hezeyan

İmamı Âzam, Peygamberimize isnadını aklen ve tarihen mümkün görmediği sözlere, rivayetçisi kim olursa olsun ‘he-zeyan’ derdi. Ne demektir bu? Önce şu temel gerçeği görelim:

Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer dönemlerinde toplanıp sonra

Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer dönemlerinde toplanıp sonra