• Sonuç bulunamadı

Hümanizm ve İlerleme 2.0

2. POSTHÜMANİZM KAVRAMI ve TRANSHÜMANİZMİN DÜŞÜNSEL

2.2. Tranhümanizmin Zihinsel Serüveni

2.2.3. Rönesans'tan XXI Yüzyıla

2.2.3.3. Hümanizm ve İlerleme 2.0

Ortaçağ'ın Tanrı'yla bağlantılı insan anlayışı Rönesans dönemindeki hümanizmi etkilemeye devam etse de, artık birey olarak insan, Tanrı'yla bağlantının aracısı olan kiliseden bağımsız olma düşüncesiyle hareket etmeye başlamıştır. Yeni dünyalar ve toplumlar keşfedilmiş, ticaret canlanmış ve matbaa sayesinde Antik Yunan metinleri keşfedilerek diğer dini metinlerin okunması yaygınlaşmıştır. Bilgiyi nakleden bir otorite yerine okuyucunun edindiği bilginin kişisel yorumu ve eleştirisi değer kazanmıştır. (Burke, 2003, s.61-63). Rönesans hümanizminin temelleri XIV. yüzyılın ortalarında İtalya'da atılmış ve sonrasında Avrupa'nın diğer ülkelerine yayılmıştır. Zamanın en zengin ülkesi olarak sayılan İtalya, ticaretin en canlı olduğu, burjuvazinin ve bireyciliğin yükseldiği bir merkezdir. Skolastik düşüncenin kırılması, yeni gelişen bu toplumun kendi ruhunu oluşturabilmesi için antik düşünce ve onun insanı öne çıkartan idealleri örnek alınmıştır (İnalcık, 2012, s.58-59). Symonds (1881), Rönesans hümanizminin genel bakış açısını şöyle özetlemiştir:

Hümanizmin esası, teolojik tespitlerden ayrı akıllı bir varlık olarak insanın yüceliğinin yeni ve canlı bir şekilde algılanmasından ibarettir. Bir diğer algı da, klasik edebiyatın tek başına entelektüel ve ahlaki özgürlüklerin bütünlüğündeki insan doğasını göstermekte olduğudur. Bu, kısmen kilisenin despotluğuna karşı bir tepkiydi, kısmen de insan tarafından düşünülmüş ve kendi bağımsız yetileriyle yapılmış her şeyin bilincine tekrar kavuşarak bütünlük noktasını bulma girişimiydi. Bunun sonucu olarak, Yunan ve Roma metinlerine olan yürekten bağlılık bütün Rönesans dönemine damgasını vurmuştur (s. 71-72).

Hümanizmin insanı merkez alan yaklaşımı dönemin değişen toplumsal yapısıyla birlikte eleştirel bir tutumu da ifade etmektedir. Matbaa sayesinde nakil temelli bilginin yerini metin temelli bilgi almıştır. Kişi artık nakledileni değil, bizzat okuduğu metni eleştiren, yorumlayan, diğer metinlerle karşılaştıran ve doğayı gözlemleyen kişidir. Ortaçağ entelektüeli bu yöntemi belirli olanaklar içinde uygulamaktayken, Rönesans entelektüeli, otoriter sınırlamalardan bağımsız bir şekilde bilgiye ulaşmış ve yaymıştır.

Ortaçağ insanının varlık zincirindeki yeri kesin olarak belirlenmiştir. Onun ayrıcalığı, evrenin kendisi için yaratıldığından dolayıdır. Ancak o, Tanrı'nın iradesine

boyun eğen durağan bir varlıktır. Hümanizmle birlikte dünyaya yüzünü dönen, sadece kendisini değil aklını kullanarak dünyayı da değiştirebilecek yetiye sahip, hareketli ve değişken bir duruma gelmiştir. Artık insana bahşedilmiş ahlak, irade ve akıl aracılığıyla varlık zincirinde yukarılara çıkmanın veya daha aşağı bir varlık olarak nitelendirilmenin mümkün olduğu düşünülmüştür Söz konusu yorumlar çeşitlilik göstermiştir. Dinin konumu henüz sekülerleşmeyle belirlenmediği ve antik dönemin erdemlerinden hareket edildiğinden dolayı bazı hümanistler, insanı Tanrı'ya bağlantılandırarak açıklamaya devam etmiştir. Örneğin, XV. yüzyıl hümanistlerinden Pico Della Mirandola, insanın Tanrı'nın varlıklar hiyerarşisinde sabit bir özü olmadığını, kendi seçtiği bir yaşam biçimine göre aşağı ya da daha üstün bir varlık olabileceğini düşünmüştür. İnsanın henüz tamamlanmamış ve geliştirilmeye açık bir varlık olarak görülmesi özgür iradeye yapılan bir vurgu olarak anlaşılabilir (Mirandola, 1998, s.5; Henry, 2000, s.394-395). Geç Rönesans hümanistlerinden olan Montaigne (1999) ise insan konusunda daha dünyevi bir tavır takınmıştır. İnsanın doğayla uyum içinde olmasını arzuladığı gibi, ruh ve beden uyumunun da insan için önemine dikkat çekmiştir:

Bedenin varlığımızdaki payı ve değeri büyüktür. Bu bakımdan onun yapısına ve düzenine verilen önem pek yerindedir. İki temel taşımızı (ruh ve bedeni) birbirinden ayırmak, koparmak isteyenler yanılıyorlar; tam tersine onları çiftleştirmek, birleştirmek gerek. Ruhtan istenecek şey bir köşeye çekilmek, kendi kendine düşünmek, bedeni hor görüp kendi başına bırakmak değil (...) ona bağlanmak, onu kucaklamak, sevmek, ona arkadaşlık ve kılavuzluk etmek, öğüt vermek, yanlış yola saptığı zaman geri çevirmek, kısacası onunla evlenmek, ona gerçekten bir koca olmaktır. Ta ki ikisinin hareketleri arasında başkalık ve karşıtlık değil, uygunluk ve benzerlik olsun (s. 45).

Rönesans'tan itibaren Avrupa dünyevi bir ilerleme fikrine sahip olmuştur.

“Yeniçağın ilerleme kavramını dinsel kökenindeki anlamından ayıran, dünyanın sonuna beklentiyi ucu açık bir geleceğe dönüştürmesidir. Terminolojik açıdan, tinsel ‘profectus’ dünyevi bir ‘progressus’ tarafından bastırılır veya yerini ona bırakır”

(Kosseleck, 2009, s. 173). Tarih artık insandan aşkın bir varlık olarak Tanrı'nın gönderdiği kitapların ve mitolojik öykülerin belirlediği değil, insanın tarihsel süreçte kendi oluşturduğu bir gelişim ve dönüşüm süreci içinde ele alındığı bir alan haline gelmiştir. Ayrıca, Rönesans hümanistlerinin uygarlığın temellerini geçmişte arayan

girişimleri terkedilmiş, yerini, Avrupa insanı (özelde burjuvazi) ilerlemenin sınırlarını dinsel otoriteye bağımlı olmadan, akılları aracılığıyla belirleme idealini benimsemiştir.

Avrupa XVI. yüzyıldan itibaren insanın varlık zincirindeki yerini dünyevi bir çerçevede değerlendirilmeye başlamıştır. Yeryüzü mutluluğunu amaç edinen insanlar daha iyi bir yaşam için kiliseden bağımsız yeni oluşumların arayışına girmiştir. Ulus devletlerin kurulması, dinsel birliğin bozulması, kapitalizmin yükselmesi, bilimin ilerlemesi ve teknolojik yeniliklerin yaygınlaşması Avrupa'nın kültür ve kimliğinde büyük değişimlere sebep olmuştur. İlahi olandan maddi olana doğru evrilmeye başlamış, bilim kurtuluşun aracı olmuştur. Yeryüzüne inen mutluluk ve iyi yaşam, XVII. yüzyılın sonlarından itibaren öteki dünyaya ertelenebilecek bir umut olmaktan çıkmaya başlamıştır. Mutluluk burada ve şimdi aranmalıdır. Çünkü yeni düşünceye göre insan yeryüzüne düşmemiş, doğayla var olarak ona sahip olmanın yollarını aramaya girişmiştir. Bilim ve teknik ise bu idealin itici gücü olmuştur (Russ, 2014, s. 191).

Böylelikle “bilim-ilerleme” ve “bilim-mutluluk” temalarına dair övgüler dizilmeye başlar. Bundan böyle, bilim ve mutluluk iç içe geçer, zira bilimsel, teknik ve maddi ilerlemeler insan etkinliğinin yetkinleşmesine ve dolayısıyla her türlü eğilim ve beklentilerin tatmin edilmesini sağlar (Russ, 2014, s. 192-193).

Yeni dünyaların keşfi Antikçağın üstünlüğünü tehdit etmiş, İncil'deki bilgilerin sorgulanmasına sebep olmuştur. Amerika'daki yerlilerin bir zamanlar uygar olan ırkların barbarlara, dönüşmüş torunları olup olmadığı, tüm insanların Adem'in torunları olduğunun belirsiz hale gelmesi, Büyük Tufan'ın küresel mi bölgesel mi olduğu, Yeni Dünya'daki hayvanların Nuh'un gemisine nasıl bindiği gibi cevap vermesi hayli zor olan birçok soruyu da beraberinde getirmiştir. Bu durum Avrupa uygarlığının diğer uygarlıklar karşısındaki konumunun belirlemesinde etkili olmuştur (Rossi, 2009, s. 63-64).

Bu noktada Erich Fromm’un (1996) “güç” sözcüğüyle ilgili yaptığı ayrıma değinmek yerinde olacaktır:

Güç, sözcüğünün ikili bir anlamı vardır. Biri, bir başkası üzerinde güç sahibi olmak, onun üzerinde egemenlik kurma yetisine sahip olmak; diğer anlamıysa, bir şey yapabilme gücüne sahip olmak, yapabilir olmak, iktidar sahibi olmaktır. Bu ikinci anlamın, egemenlik kurmayla hiçbir ilgisi yoktur; yeterlilik, yapabilirlik anlamında ustalaşmışlığı, becerebilirliği dile getirir (s. 136-137).

Avrupa’nın özellikle XVII. yüzyıldan beri süregelen ilerleme ve yayılmacı ideolojisi, söz konusu iki gücün birleştirildiği bir zemin olarak düşünülebilir. Kilisenin ve Aristokrasinin iplerinden kurtulacak gücü kendisinde bulan Avrupalı burjuvazi, bu gücü sadece kendisinin aydınlanması için değil, kendi halkı da dâhil olmak üzere sömürgeleştirdiği ülke ve halklar üzerinde egemenlik kurmak için de kullanmaya başlamıştır. Sömürgeleştirilen bölgelerin yeraltı zenginliklerine, birikimlerine el konulmuş ve halkın işgücü kullanılarak Avrupa’nın zenginleşme aracı haline gelmiştir. Gücün en önemli araçlarından biri, dünyaya bakışı değiştiren bilim ve teknolojidir.

Bilimsel ilerlemeler Avrupa'nın zihinsel yapısını kökünden değiştirmiştir. Avrupa, çeşitlenen ve kendi kendine işleyen ancak birbirleriyle bağlantılı ülkeler arasında bir bütünlük meydana getirmeye ve dinden bağımsız bir “Avrupalılık” bilinci oluşturmaya çabalamıştır. Bunun sonucu olarak, Avrupa dışındaki halkların bilinen dünyadaki insanlardan zihinsel ve fiziksel farklılıklarının olup olmadığı tartışılarak bir kimlik belirleme arayışına girilmiştir (Fontana, 2003, s. 106) Varlık zincirindeki üstünlüğün kimi zaman fiziksel, kimi zaman da akılla ve onun yönetimindeki uygarlık seviyesiyle belirlenebileceği fikri ön plana çıkmıştır. Böylece dünya, Avrupa merkezli bir uygarlık anlayışına göre tanımlanmaya başlanmış ve dünyanın geri kalanıyla ilgili çalışmalar Avrupa üstünlüğünü temellendirmek için yapılmıştır. Fontana (2003), Avrupa bakış açısının iki yüzünü şöyle açıklamaktadır:

Avrupalıların kendileri hakkındaki düşüncelerini ortaya koyan bu yeni yaklaşım artık dinle bir ilişkisi olmayan, ahlaki ve düşünsel üstünlüğe ilişkin inanç üzerine kurulu olan bir bilinçten doğdu. Bu imajın geliştirilmesine temel olan yeni referans noktası, Avrupalı olmayan halkların daha düşük bir yaradılışta olduğu düşüncesiydi. Gelgelelim, kendilerini tanımlamak için baktıkları aynanın iki yüzeyi vardı. Bu yüzeylerin birinde ırksal farklılıklar ve vahşi insanın yüzü görülmekte; Avrupa merkezli bir tarihsel bakış açısını yansıtan öbüründe ise

ilkel insan belirmekteydi. İlkinden jenosit ve köle ticareti, ikincisinden de emperyalizm doğdu (s.106).