• Sonuç bulunamadı

Risale-i Nur, kendi yolunda gider; yolu, tecavüz değil müdafaa, tahrip değil tamirdir

Risaletü’n-Nur İslâmî hakikatlere dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risaletü’n-Nur’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risaletü’n-Nur, o yolu kestirir, hakikî imana ulaştırır...

Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risaletü’n-Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir...

Ey kardeşlerim! Yolumuz, tecavüz değil, müdafaadır; hem tahrip değil, tamirdir; hem hakim değiliz, mahkûmuz. Bize tecavüz edenler, hadsizdirler. Yollarında elbette çok mühim ve bizim de malımız hakikatler var. O hakikatlerin yayılmasında bize ihtiyaçları yoktur; binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyetli vazife zedelenir ve muhafazası lâzım

olan ve birer taifeye mahsus bir kısım esaslar ve yüce hakikatler kaybolmasına yol açar.

Risaletü’n-Nur, gerçi umuma yaymak suretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslâmiye’nin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet, esas-ı takvâ, esas-ı azîmet ve Sünnet-i Seniyye esasları gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez.144

Risale-i Nur talebeleri, Risale-i Nur yolunu takip eder; kendilerine çıkan ehl-i imanı yumuşaklıkla karşılar ve yapılan samimî itirazları cevaplamaya çalışırlar

(1)

ِس ا ِ َ َ ِ َ ْاَو َ َْ ْا َ ِ ِ َ ْاَو

(O müttakîler, kızdıklarında öfkelerini yutar ve insanları affederler: Âl-i İmran Sûresi/3: 134)’deki yüce gönüllülük düsturundan hareketle; (2) avam mü’minlerin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmayarak, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve (3) o şeyhleri Risale-i Nur’un erkânlarının haksız itirazlarına karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumu sebebiyle; ve (4) inkârcı düşmanların ikisi de hak ehli olan iki grubun arasındaki çekişmeden istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini yaralayıp ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten kaçınmak için, Risale-i Nur şakirtleri, anılan bu dört esas dolayısıyla, bize karşı çıkan ehl-i imanı hiddet, öfke ve aynıyla karşılık vermekle karşılamamalıdırlar. Yalnız, kendilerini müdafaa için arayı bulma tavrı içinde, itiraz edilen noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.

Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, “boyu–posu”

miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mâzur biliyor; ondan kavga çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet, istifade ediyor.

İstanbul’da malûm itiraz hadisesi îma ediyor ki: İleride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar, bencil bazı sofi-meşrepler, nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve makam–mevki sevgisi vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini, yollarına rağbeti ve tâbilerinin hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle

itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele etmeleri ihtimali de var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere soğukkanlı davranmak, sarsılmamak, düşmanlığa girmemek ve o karşıt taifenin de reislerini çürütmemek gerektir.

Fâş etmek hatırıma gelmeyen bir sırrı fâş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:

Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi (manevî şahsiyeti) ve o şahsiyeti temsil eden has şakirtlerinin manevî şahsiyetleri “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki –büyük çoğunlukla– Hicaz’da bulunan kutb-u a’zamın dahi tasarrufundan hariçtirler ve onun hükmü altına girmeye mecbur değillerdir. Her zaman bulunan iki imam gibi, o kutbu tanımaya mecbur olmuyorlar. Ben, eskide, Risale-i Nur’un manevî şahsiyetini o imamlardan birisini zannediyordum.

Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı A’zam (Abdülkadir-i Geylanî)’de kutbiyet ve gavsiyetle beraber “Ferdiyet” dahi bulunduğundan, Âhir Zaman’da şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o “Ferdiyet” makamının mazharıdır.

Gizlenmeye lâyık olan bu büyük sır dolayısıyla, Mekke-i Mükerreme’de dahi –farz-ı muhal olarak– Risale-i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutb-u a’zamdan dahi gelse, Risale-i Nur şakirtlerine düşen, sarsılmayıp, o mübarek kutb-u a’zam’ın itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için, itiraza sebep noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.

Evet, kardeşlerim, bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hadiseler içinde hadsiz bir metanet, soğukkanlılık ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir.145

***

Size yazmıştık ki, muarızlara (bize karşı çıkanlara) düşmanlıkla mukabele etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, ehl-i takva, ehl-i ilme karşı dostane vaziyet alınız. Fakat bu noktaya dikkat ediniz ki: Risale-i Nur’un zararına ve şakirtlerinin sağlamlık ve metanetlerine ilişecek bir tarzda daireniz içine sokmayınız. Öyleler, halis niyetle girmezlerse, belki usanç

ve bıkkınlık verirler. Eğer enaniyetli ve kendini satan ise, Risale-i Nur şakirtlerinin metanetlerini kırarlar, nazarlarını Risale-i Nur’un haricine çekip dağıtırlar. Şimdi çok dikkat ve metanet lâzımdır.146

***

Risale-i Nur’un İslâm dünyasında yayınlanıp yayılmasına karşı içtimaî (sosyal) ve siyasî hayat cihetinden mâniler çıkmamak için Risale-i Nur şakirtleri, sulh ve iyi geçinme vaziyeti almaya mükelleftirler.

Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkit etmeyiniz. Gerçi, İmam Rabbanî demiş ki: “Bid’at olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, “Sevabı olmaz.” demektir; yoksa namaz bâtıl olur değil. Çünkü Selef-i Salihîn’den bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte büyük günahlara maruz kalınacaksa, evinde kılması lâzımdır.147

Risale-i Nur’un yüksek, kıymetli iman hizmeti, talebelerine kâfidir

Feyzi kardeşim,

Sen Isparta vilâyetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın. Hapishanede –Allah rahmet eylesin– Nakşî evliyasından mühim bir şeyh, mürşid ve cazibeli bir zat, dört ay sürekli Risale-i Nur’un elli–altmış şakirtleri içinde onları çekmek için sohbet ettiği halde, yalnız birtek şakirdi geçici olarak kendine çekebildi. Diğerleri, o çekici şeyhe karşı müstağni kaldılar (ihtiyaç göstermediler). Risale-i Nur’un yüksek, kıymetli iman hizmeti onlara kâfi olarak kanaat veriyordu.

O şakirtlerin gayet keskin kalb ve basireti şöyle bir hakikati anlamış ki:

Risale-i Nur’a hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velâyet mertebeleri kazandırıyor. Bir insanın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velâyet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü iman, ebedî saadeti kazandırdığı için, bir mü’mine yerküre kadar bir bâki saltanatı temin eder. Velâyet ise, mü’minin cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir insanı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir insanın imanını kurtarmak, on adamı velî yapmaktan daha

sevaplı bir hizmettir.

İşte bu ince sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de tamamının keskin kalbleri görmüş ki, benim gibi biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müctehidlere dahi tercih ettiler.

Bu hakikate danayarak [derim ki], bu şehre bir kutup, bir gavs-ı a’zam gelse, “Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım.” dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.148

Mektep, medrese ve tekke ehli ve Risale-i Nur

Nurlar, mektepleri tam nurlandırmaya başladı. Mektep talebelerini medrese talebelerinden ziyade Nur’lara sahip, yayımcı ve şakirt eyledi.

İnşaallah, medrese ehli yavaş yavaş hakikî malları ve medrese mahsulü olan Nurlar’a sahip çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok âlimlerden Nurlar’a karşı çok iştiyak görülüyor ve istiyorlar.

Şimdi en mühim tekkeler ehli, ehl-i tarikattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risaleleri’ni nurlandırmaları ve sahip çıkmaları lâzım ve elzemdir.

Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp, “Tarikat zamanı değil, bid’atlar mâni oluyor.” dedim. Fakat şimdi, Sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve (Allah’a ulaştıran) yolların en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli, kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi.

Hem ehl-i tarikatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlûp olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nur talebesi olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid’atlara ve takvâyı kıran büyük günahlara girmemek gerektir.149

Nur talebeleri, diğer âlimlerin eserlerine karşı tavır almaz

Bîçare bazı hocaları ve sofileri Risale-i Nur’a karşı bir çekinmek, bir soğukluk vermek için hiç hatıra gelmeyen bir vesileyi bulmuşlar. Şöyle ki:

Diyorlar, “Said, yanında başka kitapları bulundurmuyor; demek onları

beğenmiyor. Ve İmam-ı Gazalî’yi de (r.a.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına getirmiyor.” İşte, bu tuhaf, manâsız sözlerle bir bulantı veriyorlar.

Bu nev’i hileleri yapan, perde altında, ehl-i zındıkadır, fakat, safdil hocaları ve bazı sofileri vasıta yapıyorlar.

Buna karşı deriz ki, “Hâşâ, yüz defa hâşâ, Risale-i Nur ve şakirtleri, bir üstadları olan Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî’yi, beni Hazret-i Ali ile bağlayan yegâne üstadımı bırakın beğenmemeyi, belki bütün kuvvetleriyle, onun takip ettiği yolu ehl-i dalâletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmeye çalışmaktadırlar. Fakat, onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, imanın esaslarını sarsmıyordu. O muhakkik, allâme ve müçtehid zatların asırlarına göre ilmî ve dinî münazarada kullandıkları silâhlar, hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galip gelemediğinden, Risale-i Nur, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’dan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübarek ve kudsî zatların tezgâhlarına müracaat etmiyor.

Çünkü onların tamamının mercîi, kaynağı ve üstadı olan Kur’ân, Risale-i Nur’a da tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nuranî eserlerden de istifade etsek. Hem, Risale-i Nur şakirtlerinin yüz mislinden ziyade zatlar o kitaplarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de, o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa, hâşâ ve kellâ, o kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini rûh u canımız kadar severiz. Fakat, her birimizin bir kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecaviz var; vaktimiz dar, en son silâh, mitralyöz gibi Risale-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.150