• Sonuç bulunamadı

GERÇEK YAŞAM ÖYKÜLERİ

ULUSAL SAĞLIK BAKIM HİZMETLERİ KONGRESİ

GERÇEK YAŞAM

ÖYKÜLERİ

- 146 -

- 147 - Özlenenler Birgül Armutcu

Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi Sağlık Bakım Hizmetleri Müdürü

27 yıllık meslek hayatımda hiç unutamayacağım beni 17 yıl önce yaralayıp geçen, büyük acı bırakan olay…

5 Mayıs 2000 yılının çok güzel bir gününde işe gitmek için kalktığımda gelen telefonda ki panik ve korku dolu sesle irkildim. Her zaman duymaktan mutluluktan uçtuğum ses bu sefer bana korku dolu saniyeler yaşattı, gelen annemin sesiydi

-yavrum babana anjio demişler bişi yoktur, bişi olmaz demi…

Meslek hayatımın 21 yılını anjio laboratuvarında ve koroner yoğun bakımda geçiren ben, ilk defa aman anjio değil mi iki dakikalık iş bişi olmaz diyemedim, kelimeler boğazımda düğümlendi.

Babamı hemen getirip anjio yaptırdım 3 damar hastası olduğu raporlandı aslında, ama üzerine yapışan ölüm korkusu babamı ameliyat olmaktan uzaklaştırdı, çaresizce belki de yanlış kararla, babama stent takıldı, tam 24 saat sonra takılan stent tıkandı yoğun bakımda görmek istemediğimiz tablo… maalesef genel durumu bozuldu , acil ameliyat acil ameliyat ama ne mümkün anjio dan tam 4 gün sonra tamda 55 yaşında bizi terk etti, ne dilim ne elim varmıyor yazmaya içimde acıyı keşkeleri cevapsız soruları elemi hüznü bıraktı gitti uzaklara…. Bu talihsiz yaşananların belki en acısı da hepsi her yerinde nefesimin ellerimin olduğu kendi çalıştığım yoğun bakımda olmasıydı…

Burada çalışma başka kliniğe geç, babanı ellerinle uğurladığın yerde dayanamazsın dediler arkadaşlar, hocalar, eş dost… dayanırım dayanmalıyım dedim. Cevapsız sorular vardı, babama içiremediğim suları bekleyen hastalar, yoğun bakımın kapısında bekleyip merakla gelecek haberi bekleyen evlatlar, eşler, analar babalar…

Gençti meslektaşlarım ne kadar empati yaparak hastaya baksalar da acıyı yaşayan, yoğun bakımın kapısında gelecek umut dolu cümleleri bekleyen hasta yakını gibi davranamazlardı ,onların önlerinde bir rol model ablalarına ihtiyaçları vardı , bu niyetle tam 10 yıl , önceleri gözyaşlarıyla, acıyla hüzünle çalışırken bu duygular zamanla, hastaların hayatlarına dokundukça, minnet ve gülen gözlerini gördükçe onlardan gelen duygu ve sevgi dolu cümleleri duydukça…..iyi ki bırakıp gitmemişim, ömrüm gücüm yettikçe dokunmaya devam edeceğim bana ihtiyacı olan hastalarıma.

Benim yüreği güzel meslektaşlarım tüm zorluklara yorgunluklara rağmen güzeldir ellerinizin altında kurtulan bir hayatı görmek ya da bir insana son suyunu içirmek. Onlarla birlikte ölümle yarışırsınız. Eğer siz kazanırsanız yarışı, duyduğunuz huzur her şeye değer.

Bazen de gözlerinizin önünde, ellerinizin altında bir annenin, bir çocuğun ölümünü seyredersiniz.

Öylesine farklıdır ki hissettikleriniz... Sanki o insanın tüm yaşamında yer alıyorsunuzdur ve onu uğurlayan yine sizsiniz. ‘’Hayat bu kadar basit mi?’’ diye sorarsınız. Ama başka hastaların yaşamı devam ediyordur ve sizin yarışınızda...

Sağlık, huzur mutluluk dolu yarınlara ulaşmanızı dileklerimle…

- 148 - sokağında, her biri atımı sevgiyle şefkatle dolu yüreklerden bir yürektim sadece. Onlardan bir nebze insan sevdası ve her bir karış toprağa sarılırcasına aidiyet hissiyatından ne almışsam kar saydım kendime. Mevla’nın bahşettiği her zamanki sabahlardan bir sabahtı. Benim için aleni, fakat mühimmiyetle şükre muhtaç. Tek çalışma arkadaşım birimin hizmetlisi Ferhat Dayı idi.

Hürmetliydi, gayretliydi nitekim iyi insandı Ferhat Dayı. Ocağın karşısında Nazlı Abla otururdu.

İkisi zihinsel özürlü. 6 çocuğu vardı. Artık yeter dediğinde doğurduğu en küçük çocuğu da Harun’du. Harun beş-altı yaşlarında sevimli bir oğlan çocuğuydu. Öğle araları Nazlı ablanın:

-‘’Hele acı gel de köfte yoğurdum yiyelim’’, diye seslendiği öğle arası ikramları, çayla karışık, fırından yeni çıkmış ekmek tadında sohbetleri unutmak ne mümkün.

Gün içinde gelen giden hastaların tedavilerini yapmaktaydım. Bir çığlıkla Ferhat Dayı ile

-Ne oldu çabuk anlatın dedim. ''Harun bilye yuttu çıkaramadık'' dediler. Harun'u kucağıma aldığım gibi kollarımla kavrayıp sıkıca mide boşluğuna ani bir şekilde bastırdım. Başı aşağı gelecek şekilde, iki kürek kemiğinin ortasına hızlıca birkaç darbe uyguladım. Ağzından salyalar köpükler çıkıyordu. Bilye boğazına kadar gelmişti. Parmağımla boğazındaki bilyeyi çıkardım. Harun hızlı hızlı nefes almaya başladı. Nazlı Abla ağlamakla gülmek arasındaydı. Herkes bir oh çekmişti.

Gözlerime cam kırıkları doldu tutamadım kendimi. Çevremdeki herkes anne sinesinden alınmış bebek gibi, yaprak yaprak titriyordu. Bir sevinç edası kapladı hepimizi. Bir yanımız martı, bir yanımız denizdi şimdi. Harun nefes alıyordu...

Ferhat dayıyı aradım geçen cuma akşamı, yıpranmış kulakları duymak için çırpınıyor biçare.

Anladığı kadarıyla cevapladı.

-Harun askere gitti evlendi iki çocuğu var.

Ne zaman bir bebek doğsa, ne zaman bir çiçek açsa mevsiminde baharın, hüznüm sevince döner. Çim kokusunda nefti bir hayattır ebelik hemşirelik. Mucize kabilinden bir ruh inkılabına döner, sevgi ve şefkat dolu yüreklerin emeği. İnsanlığın yaşama mevsimini kutlar, avuç avuç sevinç dağıtırız. Bir katre ruha ve tene değen, nefes alışlardaki mutluluk için. Yürek şefkatinden çıkan umutlar cana can katar fecre ışık olur. Harun yaşasın, Harunlar’da yaşasın; Fatmalarda, Zehralar’da...Işık olsunlar memleketin her köşesine. Işıklı yüreklere selam olsun sevgiyle hürmetle...

- 149 -

Beş Yapraklı Yonca Dr.Prm.Yasin UZUNTARLA

Gülhane Eğt.ve Arş. Hst. / Organ ve Doku Nakli Koordinatörü Bahar gelince Gülhane bir başka güzel olur,

Kışın solan çiçeklerin yerine, baharda yenileri açar…

Yıllardır Ankaradayım, alıştım artık bu şehre ve Gülhane’ye. Sadece ben değil, buranın havasıyla suyuyla büyüyen herkes bu yuvayı “Sağlıkçıların Kutsal Mabedi” olarak tanımlar ve Gülhaneli olmaktan büyük onur ve gurur duyar. Bilirler bahar da bile gece ayazının sert olduğunu, sabahın ilk ışıkları ufukta göründüğünde ılık bir sıcaklığın ortalığı kapladığını. Bilirler ilk insandan bu yana acının sevinçle, doğumun ölümle, birlikteliğin ayrılıkla olan mücadelesini ve aslında kazananının olmadığını. Çünkü bilirler kaç bebeğin ilk ağlamasına selaların eşlik ettiğini, bilirler şehit arkadaşını uğurlayan gazinin keşke fırtınalarını, bilirler ameliyat sonrası sevinç gözyaşı döken aileyle beraber ağlamayı, bilirler bebeğinden kan alınan bir annenin içinin nasıl titrediğini. Bilirler ve derde derman olmak için, şifa bekleyenlere bir umut olmak için görevlerinin başına geçerler.

Her meslek erbabının kendine göre bir çok hikayesi vardır. Kimi yetiştirdiği öğrencilerden büyük adam olanları, kimi dağlardaki operasyonları, kimi çizdiği bir tasarımı, kimi tarlasının bereketini anlatır. Organ nakli koordinatörü olarak görev yaptığım 10 yıldır, benim de hasta yakınlarıyla ağladığım, nakil sonrası havalara uçtuğum çokça hikayem var. Bazılarını sadece yakın geçmişte hatırlarım, bazılarını ise hiç unutamam. İç güvenlik operasyonunda yaralanarak yoğun bakımda tedavisi sürdürülen uzman çavuşun, kadın doğum servisinde yatan ve doğumu ertesi güne planlanan eşine şehadet haberi verilmesinin ve babasının adıyla yaşayacak olan “Ali” bebeği görmemin üzerinden çok da geçmemişken…

Bu görevde telefonun her çalışı yakınlarını kaybedenlerin hüznünü, organ bekleyenlerin ise umudunu dile getirir aslında. O gün haber Nöroloji kliniği yoğun bakım ünitesinden gelmişti.

Yaşamsal fonksiyonları giderek kaybolan bir hasta için beyin ölümü değerlendirme sürecinin başlatılması isteniyordu. Evraklarımı ve ilgili hekimlerle koordinasyonu kurarak yoğun bakıma çıktım. Yoğun bakımda destek sağlanan birkaç hasta vardı ve sorumlu hekim arkadaşa hangisi olduğunu sordum.

Üzülerek gözüyle işaret etti ve küçük bir kız çocuğunu gösterdi. Ana babasının öpmeye kıyamadığını ve doyamadığını düşündüğüm beyaz tenli yanakları, annesinin türküler söyleyerek ve koklayarak taradığı siyah uzun saçlı vardı. Öylece yatıyordu. Duygularımın etkisinden sıyrılarak, profesyonelliğin getirdiği metanetle görevimi yapmalıydım. Hekim arkadaş bu sırada küçük kızın öyküsünü anlatmaktaydı; “Ailesiyle misafirliğe gitmiş, ev sahipleri sofrayı bahçeye kurmuşlar.

Küçük kız da bahçede oyun oynuyormuş. Yemek yenildiği esnada annesi kızını sofranın etrafında göremediği için kalkmış ve kızına seslenmiş. Kızı cevap vermeyince, sofradakiler panikle kalkarak kızı aramaya başlamış. Ta ki bahçenin diğer tarafında yer alan havuzda, küçük bedeni hareketsizce görene kadar. Hemen bulunduğu ildeki bir hastaneye, oradan da hiperbarik oksijen tedavisi görebilmesi için Gülhane’ye sevk edilmiş ve yoğun bakıma yatışı yapılmış.”

Gerekli olan testleri yaparak ve belirli aralıklarla tekrarlayarak uzman hekimlerimizle bir tanıya vardık. İlgili evrakları doldurup, imzaladık. Kararımız bu küçük kızın, Elif’in beyin ölümünün gerçekleştiği yönündeydi. Beyin ölümü; tıbben ve hukuken bireyin öldüğünü, verilen mekanik destekle kalbin attığı ve birkaç gün içerisinde bu desteğin de fayda etmeyeceği anlamına

- 150 -

geliyordu. Şimdi sıra yakınlarına bu durumu, küçük kızlarının beyin ölümünün gerçekleştiğini söylemeye gelmişti. İçim yanıyordu, nasıl söylenebilirdi ki bu haber. İşimin en zor kısmı buydu işte, aileye söylemek. 90 küsur yaşındaki birinin beyin ölümünü eşine söylediğimde, daha görecek çok günleri vardı diye ağlamıştı eşi. Haklıydı belki de, bir kitapta okumuştum “her ölüm erkendir”

diye. Eskilerin “Allah sıralı ölüm versin” duasının sırrını tam olarak anlıyordum sanırım.

Babasını görüşmek için odama davet ettim. Annesinin zaten sağlık problemi vardı ve bu olaydan dolayı daha da ağırlaşmıştı, memleketteydi. Kendimi tanıttım, süreci özetledim. Bize hastayı değerlendirmemiz için telefon gelişinden, yaptığımız testlere kadar anlattım. Artık cümleyi bağlamam gerekiyordu ama o cümle dudaklarımdan çıkmak istemiyordu sanki. Göz gözeydik.

Gözünden akan yaşları, ellerinin titremesini, şakaklarından akan teri, korktuğu cümleyi söyleyecek olmamın tedirginliğini görüyordum. Derin bir nefes aldım ve “kızınızın beyin ölümü gerçekleşti, başınız sağ olsun” dedim. O küçük kızın kahramanının, babasının karşımda nasıl yıkıldığını, nefesinin ağır geldiğini, omuzlarının çöktüğünü belki de o anda yaşlandığını görmek… Artık geri dönüşün olmadığını, tıbben yapılacak her şeyin yapıldığını söyledim ve sustum. Sarıldım, ağladı, ağladık… Sonra anlattı; doğduğundaki sevincini, ilk baba deyişini, ilk yürüyüşünü, derslerinin iyi olduğunu, sevdiği yemeği, çocuk doktoru olmak istediğini. Annesi dedi, annesi dayanamaz. Zaten hasta…

Konuşuyor, beyin ölümünün ne olduğu ile ilgili aynı soruları soruyordu. Belli ki kabul etmek istemiyordu. Yaklaşık 1 saat böyle geçmişti ve artık kabulleniyordu. Dünyanın yükünü yüklenen, içinde fırtınalar kopan ama güçlü olması gereken her baba gibi bundan sonra ne yapması gerektiğini sordu. Önümüzde iki seçeneğin olduğunu söyledim. İlki, tıbbi desteğe rağmen vücudun artık yanıt vermemesi ve en fazla birkaç gün içinde cenazeyi aileye teslim edeceğimizdi. İkincisi ise küçük kızını başka bedenlerde yaşatması, organlarını bağışlamasıydı. Çok zor bir karardı bu… Bu zamana kadar sadece haberlerden ve dizilerden organ nakliyle ilgili bilgisi olduğunu söyledi. Bense anlattım; dini açıdan caiz olduğunu, çok sayıda hastanın organ bekleme listesinde olduğunu, Elif gibilerin hatta çok daha küçüklerin bile organ temin edilemediğinden vefat ettiğini, bağışlanan organların tıbbi aciliyet durumuna göre nakledildiği ve dolayısıyla şu an için kime nakledileceğini bilmediğimizi ama adil, eşit bir sistem olduğunu anlattım.

Hem Elif’in ölümünü kabul etmesi hem de kızının organlarının başka hasta bireylerin yaşatılması uğruna alınması. Evet, yürek gerekti. Kızını kalbinde yaşatacak, bu durumda bile fedakârlık ve iyilik yapacak kadar merhametli koca bir yürek… Sormalıyım dedi. Elif’i gözünden sakınan, kurban olurum diye seven, hasta olduğunda sabahlara kadar başında bekleyen, etrafında pervane olan eşine de sorması gerektiğini söyledi. Ama nasıl soracaktı ki? Hem yavrularının beyin ölümünün gerçekleştiğini, hem de ya toprak olacağını ya da başkalarının yaşamını filizlendireceğini nasıl söyleyebilirdi. Bu esnada Elif’in amcaları da gelmişti. Onlarla da konuştum ve anlattım. Şok anlarında insanın karar verme yetisinin azaldığı ve güvenilen kişilerin fikirlerinin karar almakta yol gösterici olduğunu çok defa tecrübe etmiştim. Elif’in amcaları, son kararın tabii ki baba ve annede olduğunu fakat kendilerinin organ bağışına sıcak baktıklarını ifade ettiler. Hem verilen bilgiler hem de kardeşlerinin tavsiyesi baba da etkili olmuştu ve organ bekleyen Elif de olabilirdi dedi.

Düşüneceklerdi ve bir yolunu bulup annenin fikrini alacaklardı. İletişim numaralarımı verdim ve kararları ne olursa olsun saygı duyduğumuzu, yardımcı olabileceğimiz bir durum olursa aramalarını söyleyerek aileyi uğurladım.

Çok etkilenmiştim. Diğer işlerime devam ediyordum, konuşuyordum ama aklım hep Elif ve ailesindeydi. Birkaç saat sonra telefonum çaldı. Telefondaki Elif’in babasıydı. Sık nefes alıp veriyordu, söyleyecekleri sanki boğazına düğümlenmişti, belli ki ağlıyordu. Yutkundu ve “Hocam,

- 151 -

eşimle konuştum. “Biz yandık, başkaları yanmasın” diyor. Kızımız Elif’in organlarını bağışlıyoruz”

dedi. Sessiz ağlayışları bedenine sığmamış olacak ki dışarıdan duyulur şekilde ağlamaya başladı.

Doğru olanı yaptıklarını, sakinleşmesini söyleyerek gerekli evrakların tanzim edilmesi için odama davet ettim. Bir süre sonra geldiler, hazırladığım evrakları imzalamaları için verdim. Belki de hayatının en zor ve en kutsal imzasını atıyordu.

Gerekli adli ve tıbbi süreçlerin tamamlanmasının ardından ertesi sabah aileye Elif’ini teslim ederek uçakla uğurladık. Kucaklaştık Elif’in babasıyla. Farklı bir bağ oluşmuştu aramızda. Zor ama doğru olanı yapmanın verdiği ferahlık vardı yüzünde. Ailenin bağışı sonucunda siyah saçlı, beyaz tenli, ana ve babasının kuzusu, büyüyünce çocuk doktoru olmak isteyen Elif’in organları ile 5 hasta tekrar sağlığına kavuştu. Solan bir çiçeğin yerine beş yapraklı bir yonca açmıştı. Organları alanlar Elif’i bilmez, Elif’in ailesi de alıcıları. Organ nakli olan hastaların Elif’in babasına gönderdiği teşekkür ve minnet içeren, bayramlarını kutlayan mektuplarına aracılık ederim. Hiçbirine cevap vermez ama bilirim ki tekrar tekrar okur ve saklar.

Büyük insan; insanlığa, halkına faydalı bir iş yapmak, kahramanlık ise bazen başkalarını yaşatmak için kendi canından vazgeçmek, bazen ise ölürken bile başkalarına can katmaktı. Sadece isimleri farklıydı; Mekan Şahin, Murat Erdi Eker, Ömer Halisdemir ya da Elif…

Bahar gelince Gülhane bir başka güzel olur,

Kışın solan çiçeklerin yerine, baharda yenileri açar…

- 152 -

Saniyelerle Yarışma Filiz Yılmaz

Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi

Göğüs acil servisinde nöbetim bitmek üzereydi ve gelen nöbet arkadaşıma nöbetin devir işlemini yapıyordum. 40 yaşlarında bir erkek hasta acil servise başvurdu. “Öğretmenim, dersim vardı öğrencilerimi bırakıp gelemedim ancak izin alıp gelebildim, göğsüm sıkışıyor yardım edin”

dedi. Hastayı hemen sedyeye aldık. Doktor hanım “INR alalım belki embolidir” dedi ve damar yolunu açıp kan aldıktan EKG de çekmemi istedi. EKG yi çekip Doktor hanıma gösterdiğimde o çığlığın yankısı hala kulaklarımda unutamam. “Bu hasta ventriküler fibrilasyona girdi” dediği an hasta kardiyak arrest oldu. Doktorumuz defibrilatör cihazını anında hazırlayıp önce 150 joule sonra 220 joule ile defibrilasyonu sağladı. Nefeslerimiz tutulmuştu, bir gözümüz hastada bir gözümüz monitörde, yalvarırcasına dua ederken bir anda ritmin gelmesiyle hepimizin gözleri doldu. Hastayı stabilleştirip kardiyoloji servisine sevk edeceğimiz sırada hasta solunum arrestine girdi ve hastayı entübe etmek zorunda kaldık, tüm acil ekibi olarak hastayı solunum desteği ile ambulansa kadar götürdük. Hasta koroner yoğun bakımda 3 gün yattıktan sonra servise transferi sağlandı. Hastanın yoğun bakımda ve serviste yattığı tüm süre boyunca her gün tahlillerini ve iyileşme sürecini kontrol ettik. Gencecik bir neferin ailesi ve toplum için yeniden doğmasına tanıklık etmek ve bu ekibin bir parçası olmak onur verici.

- 153 - M.

Ayşegül Kocabıçak

Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Tıbbi Patoloji Laboratuvarı

Her üç ayda bir gelip on beş gün hastanede kalırlardı. Hasta oğul ve refakatçi annesi. On beş günün sonunda, rutin tetkiklerini tamamlayarak, bir sonraki kontrolde buluşmak üzere, hepimizle tek tek helalleşip neşe içinde giderlerdi. Sevmezdim kadını, kimse sevmezdi. Her yatışlarının sonunda kaldıkları odadan mutlaka bir eşya eksilirdi. Ya bir battaniye ya bir takım çarşaf, olmadı plastik ördek ya da sürgülerden biri.

Empati yapmayın derdi başhemşire; yapardım. Önyargılı olmayın, duygusal bağ kurmayın hastalarla derdi; kurardım. Nasıl kurmayacaksın? Bir kez gelmeye başladılar mı ölene kadar gelirlerdi. Yatanların çoğu erdi. Fakirsen hastalıklarının çoğu askerde ortaya çıkar. O yaşa kadar doktor yüzü görmemiş bedeninde saklanan gizli dertler, katı kurallar altında ezilince, hasretlikle de birleşip çıkıverir saklandıkları yerlerden. Yirmi yaşında, gencecik, ölümü bekleyen kanser hastaları.

Yirmi yaşında gencecik çocuklarının ölümünü bekleyen hasta yakınları.

İşte o hastalardan biriydi M. Üç yıldır gelir giderdi. Böbrek tümörü vardı. Son iki kontrolüne kadar her şey yolunda gidiyordu, ama altı ay önce yayılma başlamıştı. Kemiklerinde tutulumu vardı, çok ağrılıydı. Ağrılarına rağmen sessiz, sakin, güler yüzlü bir çocuktu. Başında her daim hazır duran, öldüğünde hemen okunacakmış hissi veren Kur’an’ını okur, odaya girdiğimde masum masum gülerdi. Ne zaman tansiyonunu ölçsem ya da iğne yapsam hemen kalkar abdest alırdı.

“Yanlış anlama abla, kötü bir niyetim yok, şafiyim ben. Kadın dokununca abdest gider bizde” derdi, gülerdik. M ile bir sorunum yoktu, ama annesiyle hiç konuşmak istemezdim. Sürekli siyahlar giyen, gözleri sürmeli, ters bakışlı ve hırsız bir kadındı. “Bu defa ne çalacak?” endişesiyle onlar gitmeden odada ne var ne yok boşaltır, ama bir türlü dile getiremezdim. Kahvaltı için dağıtılan minik reçelleri, balları biriktirirdi kadın. Sonra gecenin bir yarısı kaşıklayarak yerdi. Oğluna da zorla yedirmeye çalışır ama M beni görünce utanır “İstemem ana, sen ye.” derdi. Ben yokken yiyor mu diye merak eder, bazen gizlice bakardım. Annesi “Şifa olsun paşama, ölümü gör ye!” dedikçe sessizce ağzını açar, kaşık kaşık yerdi.

Son altı ayda kötüleşti M. On beş gün içinde taburcu olmaları gerekirken, iki ay geçmesine rağmen gidememişlerdi. Annesi artık kadrolu personel gibi olmuş, biriktirdiği reçeller, tereyağları, ballar dolabından taşmıştı. Uzun gece nöbetlerinde hastaları dolaşırken, başka hastaların odalarından simsiyah Azrail gibi çıkar, beni karşısında görünce en korkusuz haliyle “Sakın bir şey sorma!” bakışı atardı. Korkardım nedense, soramazdım. Şehirde büyümüş köylü bir çocuktum ama böylesine kara, böylesine sürmeli ve iri bir kadın korkutuyordu beni.

Yağmurlu bir akşamdı. Bütün hastaları dolaştıktan sonra odama geçip kitap okuma derdindeydim. Başka bir hemşire olmadan nöbet tutmanın tek güzel yanı yalnızlığıydı. Ağır hasta yoksa sabaha kadar istediğim kadar okur, hatta bir iki saat koltuk tepesinde kestirirdim.

Tam okumayı bırakıp kestirmeye geçtiğim anda, çığlık atarak odama geldi. Yarı Arapça yarı Türkçe feryat ediyordu. Odaya koştum, M tir tir titriyor, ağzından salyalar akıyordu. Altına kaçırmıştı, oda fena şekilde idrar, ter, salya kokuyordu. Doktoru aradım, acil canlandırmayı aradım, tansiyonunu kontrol etmeye çalıştım.

- 154 -

Bir saatin sonunda sakinleşti. Bulantı ilacı yan etki yapmış, delirium tablosu gelişmişti.

Bilinci kapalıydı ama yorgunluktan mı, geçirdiği krize mi bağlı olduğunu anlamanın o an için imkânı yoktu. Yorgunluğumu hafifletmek için bir kahve, sigara kardeşliğini daha bitireyim diye balkona çıkmıştım ki annesi yanıma geldi.

Üç yıldan beri ilk kez konuşmak istiyordu. Konuşmak istiyorum dememişti ama, o sürmeli

Üç yıldan beri ilk kez konuşmak istiyordu. Konuşmak istiyorum dememişti ama, o sürmeli